31 Mayıs 2006

Web Psychos, Stalkers and Pranksters

kusura bakmayin, ingilizce baslik attim guzide blogumuza. lakin bu bir kitap ismi. henuz okuma firsati bulamadiysam da bahsetmek istedigim konu hakkinda yazilmis ciddi calismalar oldugunu biliyorum.
ben sadece durumun vehametini hatirlatmak uzere bir seyler yazayim dedim. amacim bu konu hakkinda detayli bilgi vermek degil, bu sitenin uyesi olan ve bi sekilde bi yerden connected oldugum insanlara, zaman zaman akillarina gelen ama genel olarak akillarinda tutmak istemedikleri bir konuyu, sanal alem sapiklarinin varligini hatirlatmak. umarim en azindan bir kac kisiyi uyandirabilirim veya goz ardi ettikleri gercekleri hafife almamalarini saglayabilirim. bu blog'da kefillik sistemi yurudugunden, kimse kefil olamayacagi insanlari bu blog'a sokmamistir herhalde diye dusunuyorum. yanilmamayi istiyorum acikcasi.
tahminimce cogumuz eksi sozluk yazariyiz. en azindan kendimize ait blog sayfalarimiz filan var. ne acidir ki, bu durum basli basina bu tur sanal alem sapiklarinin hedefi olmamiza yetiyor. nihayetinde bizim hakkimizda gunluk olarak girdigimiz yazilardan, baskalarinin bizim hakkimizda ya da yazilarimiz hakkinda yaptiklari yorumlardan dolayi halka acik bilgiler mevcut. malum kisiler de psikopat olduklarindan zamanlari bol. acik konusayim. ben oturup da herhangi bir tahinpekmez yazarinin ya da sozluk yazarinin yazilarini sirasi ile takip edip o kisi hakkinda profil cikartacak kadar vakte sahip degilim. ama iste "insan kendinden bilir isi". muhtemelen buyuk bir cogunlugumuz ayni durumda. lakin hayatin gercekleri ile baglantisi cidden carpilmis bir grup insanin, yani bu web psikopatlari denilen insanlarin "bizim gibi" olmadiklarini bilmek lazim. arastirma yapmak icin bolca vakitleri var. nihayetinde obsesif kisiler.
sizin hakkinizda yeterli arastirmayi yaptiktan sonra da bir sekilde size ulasmayi basarabiliyor insanlar. zira nedir? eksi sozlukten ilginizi cekebilecek, muhabbet baslatabilecek mesajlar atabilecek veya atiyorum, bu blogda yazdiginiz bir yaziya sizin bekleyecegini umdugunuz yorumu yazabilecek kadar sizden haberdarlar. bir kere dikkatinizi cektikten sonra ise bir sekilde daha da yaklasmanin yollarini bulabiliyorlar. soyle ki, bir sekilde buddy/badi vb. olduktan sonra diger badilerinizin arasindan siyrilmak icin ellerinden buyuk bir koz var: zaman. yani ben su anda bir derdim sikintim olsa frackman reloaded'in (ki bu adam benim yuzyuze gordugum, veletligini bilen arkadaslarimin oldugu bir insan) zamanindan ne kadar calabilirim? maksimum 20 dakika. daha fazla degil. adamin isi var gucu var ve tek derdi ben degilim. ama iste bu web psikopatlarinin vakitleri buna adanmis durumda, cunku tek derdi sizsiniz. bir sey anlatacaginiz zaman sizi 24 saat durmaksizin dinleyebilirler. sizin hakkinizdaki bilgileri ele gecirmek (ve lazim oldugunda bunlari aleyhinize kullanmak) tek dertleri oldugundan onlara gonullu vereceginiz bilgileri sabirla dinleyip kaydedebilen insanlar. simdi bana girlfromipanema (ki kendisini ne kadar cok takdir ettigimi ve benim icin gormedigim sanal insanlar grubunda en deger verdigim yazar oldugunu bilen bilir) zamaninda bana anlattigi bir kisinin ismini sorsa hatirlamam ama bu adamlar hatirlar. ne gariptir ki bu sapiklarin "kafasi calisan ilgili insan" olduklarina inanirsiniz ki bu yalandir. bu gercek olamayacak kadar iyidir cunku. sanal alemde geyik yaparken kimse kimseyi o kadar da ciddiye almaz cunku.
bu sanal alem sapiklarinin diger bir ozelligi ise gercek olamayacak kadar mukemmel olmalaridir. rahmetli patronumun soyledigi bir soz vardi: "az zamanda cok is basarmak onuncu yil marsina mahsus bir durumdur. bir insan az zamanda cok is basardigini iddia ediyorsa yalan soyluyordur." guven uyandirmak icin kendilerine buyuk payeler bulurlar. ayni anda hem savas gazisi, hem unlu bir yabanci universite mezunu, hem gemi kullanabilen, hem devrimcilikten hapis koselerine atilmis bir insan olabilirler mesela. bu sizi sasirtir, zira hayatinizda karsilasacaginiz insan modeli bu degildir. yine de bir insanin durduk yere yalan soylemesinin nedenini bulamadiginiz icin sorun cikartmazsiniz.
bir sure kendi derdinizi sikintinizi bu sanal alem sapiklariyla paylastiktan sonra guveninizi saglamak icin kendileri de kendilerinden bir seyler anlatmak durumunda kalirlar. bu da bir onceki paragrafta bahsettigim az zamanda cok is basarma durumu gibi hayrete dusurucudur. evlidir ve karisi koturumdur mesela. ya da yabanci eski sevgilisi el diyarlarinda hasta cocugunu buyutuyor olabilir (ki dikkat edin, bir cocugun yasi 2 gunde degismez. carsamba gunu 4 yasinda olan cocuk ertesi cumartesi 6.5 yasinda olmaz). tek dertleri bunlar da degildir ustelik. yasadiklari binlerce aci olay vardir ki her olayin 1 gun aldigini dusunseniz bile bu sapiklarin yasadiklari gun sayisini gecerler. ama sanal alemde eglenmek isteyen insan guruhu zaten bu anlattiklarinin tamamini aklinda tutmadigindan nadiren iskillenir. peki bunda amac nedir? tahminimce su: bir insanin sana guvenmesi icin, o insana guvendigini gostermen gerekir. normalde sanal alemde tanistigin bir insana vermeyecegin detaylari bir kisiye verirsen, o insan senin kendisine guvendigini ve dolayisi ile de kendisinin de sana guvenmesi gerektigine hukmeder.
peki ya sonrasi? iste bu guven ortami saglandiktan sonra bu sanal alem sapiklarinin gercek yuzu devreye girer. su anda sukrediyorum ki "henuz" kurban olmadim. ama kurbanlardan duyduklarim ve bu kurbanlara iliskin olarak sahit olduklarim bile yetiyor tuylerimi urpertmeye. gizli kamera ile cekilen goruntuleri internet sitelerinde yayinlanan, is arkadaslarina gonderilenler var. parasi somurulenler var.... var oglu var iste. siz hayal edin.
durumun en aci tarafi sudur ki bu serbest sanal alemde bu adamlarin izini bulmak zor. dahasi adlarini, soyadlarini, cep telefonu numaralarini, genelde kullanmaktan hoslandiklari nickleri vb. bilseniz bile bunlari yayimlayamiyorsunuz. ispatlayamadiginiz sapikliklar nedeni ile bu sapiklari ifsa etmeye hakkiniz yok zira.
bu isin icinden nasil cikilir, sizin caninizi yakan adamdan arkadaslarinizi nasil korursunuz,... bilemiyorum. fikri olan yazsin bir seyler. zira bu is cidden cigrindan cikti.

Seri Üretim 10 Otoban Faresi

Disclaimer: Bu yazının sahibi trafik terörüne karşıdır ve mümkün mertebe bu egosunu pistlerde tatmin etmektedir.

1- 1998 Honda Civic Type-R 1.6 185hp
Kesinlikle teknoloji ve mühendislik mucizesi, Honda mühendislerinin ilk olarak 1994 yılında Civic Crx (Civic Renaissance Type-X) Si-R modelinde kullandığı B16A2 motorunun daha sonra 1996 yılında EK9 kasa kodlu Civic hatch'de devam ettirdiği bir modeldir CTR. 96-99 Civic Vti'larda 160 hp üretebilen bu güçlü motor, sadece Japonya'da satılan CTR modelinde 185 hp üretebilmektedir. CTR'ın önemli özelliklerinin başında rengi (sadece beyaz renk üretilmiştir, diğer beyaz (tafetta white) civic'lere nazaran ctr championship white'dır), tüm donanımlarının iptal olması (klima yok, abs yok, hidrolik direksiyon yok, kaset çalar ops.) onu safkan yapmasının sebeplerindendir. Bu makinanın hiç mi dandik özelliği yok derseniz, tabikide vardır. gaz ve debriyaj pedalının arasındaki pedal (bkz. fren) sadece yavaşlamaya yarar. Kesinlikle sert fren ve kısa durma mesafesi gibi şeyleri unutun. Hele makaslı kullanımlarda panik frenlerden ve önünüzdekinin dibine girmekten kaçının. Internette brembo ve endless'ın fren kitleri 2000usd'den başlamakta ve ilaç kıvamındadırlar. Modifiyeye sonuna kadar açık olan bu otomobile, amerika ve avrupada binlerce third party tuning parçası bulabilirsiniz. turbocharger kitlerden supercharger uygulamalarına kadar envai modifiye listesi mevcuttur. Şu anda dünya rekoru Hawai'de 2.0 stroker kit ve turbo beslemeyle 900hp üreten bir ustamızdadır. Kendisini burdan saygıyla selamlıyoruz.

2- 1993 Clio Williams 2.0 150 hp
Renault ile Williams firmalarının F1'deki işbirliklerinin otomobil pazarına yansıması. İlk olarak 1994'te 400 adet sınırlı sayıda üretilen bu otomobil, daha sonraları 1.8 litrelik motorla seri üretime geçmiştir. Üzerindeki 2 litrelik motor 150 beygir güç ve 185 nm tork üretiyordu. Motor (F7R) başarısından dolayı daha sonraları 1996 yılında Megane Coupe 2.0'a ve 2000 yılında da Renault Spider'a hayat verdi. Az sayıda üretilmesinden dolayı fazla modifiye seçeneğininin olmamasına rağmen şehiriçinde düşük yakıt tüketimiyle ve seriliğiyle avrupada oldukça popüler oldu.

3- 1986 Peugeot 205 T16
Dünya Ralli Şampiyonasında Gr. B'de rekabetin kızıştığı dönemlerde Lancia'ya ve Audi'ye karşı birşeyler yapmak zorunda hisseden PUG mühendisleri bu otoyol canavarını ürettiler. WRC'de mecbur kılınan homologasyon kurallarından dolayı 200 adet yol versiyonunun üretilmesi zorunluluğundan 205 T16 hayat buldu. Turbo'nun T'si, 1.8 litrelik 16 subaplı motorun 16'sı ile T16 200 beygir, Gr. B versiyonu rallilerde 450hp civarı güç ile yürüyordu. Ülkemizde de 1.6 ve 1.9 GTI'larının oldukça popüler olduğu ve önden çekerli otomobillerde yol tutuşa farklı bir bakış açısı getiren 205 gerçek bir otoyol faresiydi. Bizzat TEM'de 170 km/h ile 3 şerit makas denemelerinde en ufak bir kopma ve çizgiden çıkma eğilimi göstermeyen bu ihtiyar delikanlı köşelere konumlandırılmış tekerlekleri ve 850 kiloluk hafif kasasıyla direksiyonda ağzınızdan salyalar çıkmasına sebebiyet vermektedir. Lakin bu hafifliğin getirisi olduğu kadar götürüsüde olmaktadır. Eğer gerçekten adrenaline susamışsanız abdest alarak binmenizi tavsiye ederiz. Zira pertten sonra canlı çıkanlara gazi madalyasının verildiği sadece şehir efsanelerinde yazılmaktadır.

4- 1984 Renault 5 Turbo
İlk olarak 1980 yılında yollara çıkan Renault 5 Turbo, 1.4 litre turboşarjlı ve 160 beygir güç üreten mini sınıfın hırçın çocuklarından biriydi. İlerleyen dönemlerde dünya ralli şampiyonasındaki başarısından dolayı 180-210 ve son olarak 205 T16 ile başedebilmek için 350 beygirlik versiyonları üretildi. 80'li yıllara özgü köşeli tasarımı, mid-engine (ortadan motorlu) şasisi ve pocket rocket'ların atalarındandır. Şu anda ülkemizde sağlam ve yürüyen durumda 2 tanesinin olduğu bilinmekte. Bir tanesi Yeşilköy civarlarında satılık olarak, diğeri de Işıklar Holding'in otoparkında yaşamlarına devam etmektedirler.

5- 1998 Nissan Sunny Gti-R 2.0 turbo 230hp
Aslında bu gti için nerden başlasam bilemiyorum. Türkiye'de fazla bilinmeyen ama özellikle Japonya'da fazlaca tutulan bu araçta yok yok sayın seyirciler. 4x4 yürüyen, 200SX'den alınma SR20DET kodlu 2.0 litre 230hp'lik motor, LSD(limited slip differential) bunlardan bazıları. Ufak modifiyelerle bile korkunç güçlere çıkan bu makina özellikle ülkemizde Gr. N kategorilerinde rallilerde boy göstermiştir. Safkan bir Japon gti'yı olduğu için sayısız modifiye parçası ve uygulaması bulunan bu araç maalesef az sayıda üretilmiştir ve hepsi sağdan direksiyonludur. Skyline'da da kullanılan ATESSA 4x4 sistemi ile anormal ivmelenmeye sahip bu araç, aynı başarıyı yol tutuşta gösterememekte ve ön kısmının ağırlığından dolayı çok fazla understeer'a kalmaktadır. Fakat sayısalı tutturduğumda kolleksiyonuma katacağım ilk makinalardan biridir.



6- 1998 Toyota Glanza 1.3 turbo
Toyota aslında uzun yıllardır hot hatch üretmiyordu. 1984’de 4A-GE motorlu Trueno’sundan sonra uzunca bir süre süratli HB araba üretmeyen Toyota 1998’de yeminini bozdu. Hem de ne bozmak :) 1.3 litre hacimli ve turbo şarja sahip Glanza özellikle Asya’da kendini kanıtlamış bir otomobil. Maalesef bu modelin soldan direksiyonlu versiyonu olmadığı için kendisi hakkında reel sürüş izlenimlerine sahip değilim. Lakin Kıbrıs’ta ikamet eden arkadaşlarım tarafından pozitif duyumları almış bulunmaktayım. Japon olmasının avantajıyla kendisi için üretilen ciddi rakamda modifiye parçasının bolluğu Glanza’yı bu listeye sokmaya yetiyor. Olurda sağdan direksiyonlu ülkelerden birine yolunuz düşerse, ve bu Yaris kılıklı bodur fareye otobanda diklenirseniz dikkatli olun derim. Zira 1.3 litre hacimden 200+ beygirler çıkarabilmekte kendisi.

7- 1994 Opel Astra Gsi 2.0 150hp
Almanya'da ve Türkiye'de uğruna fan kulüplerinin kurulduğu, sahip olanların aracı sattıktan sonra bile uzun süre başka birşeyden zevk alamadığı, bambaşka bir hatchback. Yol tutuşu, ivmelenmesi, son sürati, sağlamlığı ve çok az problem çıkarması ile safkan bir sporcu. Kalbinde atan C20XE kodlu GM motoru, abileri Calibra ve Vectra'ya da hayat verirken 150hp ve 196nm tork üretiyordu. Hatta öylesine başarılı bir bloğu vardı ki, Calibra Turbo ve Vectra Turbo 4x4'te de yine C20 kullanılıyordu. Kısa bir süre sahibi olduğum bu araç bana her zaman keyif vermiştir. Ciddi modifiye seçeneği, başka hiçbir Almanda olmayan ivmelenmesi o sınıfta kendisini rakipsiz yapmıştır. Özellikle şanzımanı aşırı başarılı olan GSI, standart haliyle bile düz yolda 250km/h'nin üzerine çıkabilmektedir (benim rekorum 245km/h). Halen İstanbul'da ve Ankara'da turbo ve nos uygulanmış ve otoyolda M3'lerle dalga geçen örnekleri mevcuttur.

8- 1998 Peugeot 106 GTI 1.6 120hp
İşte gerçek otoyol faresi. 106 gti Türkiye'de belkide en popüler olan minik sınıf GTI'yı. Özellikle 90'lı yıllarda ülkemizde modifiye parçalarının azlığı ve ustaların henüz performansa yönelik bir gelişme gösterememesinden dolayı standart haliyle bile birçok aracı üzen 106 gençlerin sevgilisi olmuştur. 90'ların sonunda ve 2000'lerin başında birçok drag yarışında şampiyonluğu olan 106 (34 CBK bunun en güzel örneğidir) otoyolda da kendisini kanıtlamıştır. Pocket Rocket'ların bir numarası olan bu mini fare 900 kg'lık ağırlığı ve kolay devirlenen motoruyla özellikle sıkışık trafikte en sevdiğiniz oyuncağınız olabilir. Düz yolda küçük hacminden dolayı nefesi 215 gibi süratlerde kesilsede gözü hep şehiriçindedir. Bütçeye en uygun modifiye 306gti'da kullanılan 2.0lt. 167hp'lik motorun swap işlemidir.

9- 1975 Vw Golf Gti
Bu arabanın burada ne işi var dediğinizi duyar gibiyim. Evet, listemizin 2 haneli beygir gücüne sahip tek aracı olması onun otoyol faresi olamayacağı anlamına gelmiyor. Zira üretildiği tarihlerde kendisine rakip henüz yoktu. Bu aracın en büyük özelliği dünya otomobil literatürüne GTI terimini sokmuş olması. Grand Tourismo Injection kelimelerinin ilk harflerinden oluşan bu kavram özellikle 80’lerin sonuna doğru neredeyse her üreticinin birer Gti üretmesine sebep oldu. Kendisinin bir ilke imza atması ve bizleri otoyol fareleriyle tanıştırması karşılığında bizde ona vefa borcumuzu ödüyor ve listemize ekliyoruz.Long Live GTI...

10- 2006 Mini Cooper S 1.6 Supercharged John Cooper Works
Evet, listemizin en genç fakat aynı zamanda en kısa sürede kendini kabul ettirmiş faresi. Mazisi çok eskilere dayanan bu otomobil BMW mühendislerinin çabalarıyla yakın dönemde tekrar hayata döndü. Son dönemde moda haline gelen retro tasarımların en güzel örneklerinden olan bu otomobile güncel 205 gti diyebiliriz. Şahsen benim bu otomobili 205 1.9 gti’a benzetmem için birçok neden var. Öncelikle yürüyen aksamı, köşelere yerleştirilmiş bu otomobili sert süspansiyonlarla beraber tam bir yol tutuş canavarına dönüştürüyor. 1.6 litre hacimli ve süper şarjlı motoru ile 200 km/h sürate kadar kesintisiz bir ivmelenmeye sahip olan Cooper 180hp güç üretiyor. 2006 modellerinde sınırlı kaydırmalı diferansiyele (LSD) sahip olan bu faremizin bir de modifiye edilmiş versiyonu var. Evet, Cooper’ın resmi modifiye garajı John Cooper Works tarafından mıncıklanan bu fare tam tamına 210 beygir ve 245 nm tork üretir hale gelmiş. Güçlendirilen ve sertleştirilen süspansiyon sistemi halihazırda zaten otoban faresi olan bu makineyi iyice çılgına çevirmiş. Caddeciler bilirler, Onurcan’ın sahip olduğu 34 SUS siyah Cooper S halen Auto Drom pistimizin time trial rekorunu elinde bulundurmaktadır ve nice Evo’lar 205 Mi16’lar rekorunu kıramamışlardır. Hem pist, hem cadde hem de otoyol için biçilmiş kaftan olan bu araç loto çıktığında koleksiyonuma ekleyeceğim diğer bir faredir.

hayal..

insana özgü, güzel bir özelliktir bu.. rabbim böyle ara sıra kuralım diye vermiş bunu bize.. nice işlere yarar bu, aklınız şaşar.. İşinde canının en sıkıldığı anda, kravatı hafif gevşettinmiydi, gözün açıkken bile kendini Bodrum'un Adaboğazı'nda buluverirsin.. belki suyu hissetmezsin etrafında, ama printerin sesi manevra yapan teknenin motoru olur, etrafta ziv ziv konuşanlar teknede koşuşturan çocuklar olur, gıcırdayan bürosit ahşap tadı vermeye başlar falan..
bu işin en kralını yapan adamlar rahmetli Trevanian'ın roman kahramanlarıdır bence.. herifler en çetrefilli durumda bile zart diye nirvanaya geçiş yapar, burada bir saniye civarı geçen süre içinde orada ruhunu dinlendirir, gelir, diğer karakterlerin kafasını gözünü yarıp eline verir de şaşakalırlar..
dinlediğimiz müzikler, etraftan gelen kokular da bizi çeşitli hayallere sevkeder.. misal ben ne zaman Yanni'nin Keys to Immagination albümünü dinlesem salak bir Mağusa gecesine dönüveririm, devasa bir yer yatağında -yaylı-, tek başıma, camdan yıldızları sayarken bulurum kendimi.. çok güzeldir Kıbrıs'ta gökyüzü, yıldızlar sanki daha bir yakındır yere, Samanyolu arasına dalınabilecek mesafededir falan.. ne zaman King Crimson - I Talked to the Wind çalsa gecenin bir vakti, lise yıllarımın vazgeçilmezi bütünleme sınavlarına, özellikle latince çalışmaya başlarım zihnimde.. çok yakın bir örnek, ne vakit David Gilmour - On an Island denk gelse playlistte, Hamburg'da yaşadığım mirac olayı canlanıverir..
artık yaşayamadığımız bahar aylarında yayılan erguvan kokusu çocukluğumun en sorumsuz, en lay lay, en şahane günlerine götürür bu koca bedeni, hem de her nefeste, eksiksiz bir mutluluk duygusu kaplar heryerimi.. cumartesi günü apartman boşluğundan yükselen komşu pişimi kıymalı patates yemeği kokusu, yeni kesilmiş çimen kokusu, yağmur sonrası gelen toprak kokusu hep alır biryerlere götürür..
kötüsü de gelmiyor mu akla, fonda beliriveren bir ayrıntı, sabık bir sevgilinin kollarına bırakmıyor mu insanı, hem istiyorsun o anı tekrar yaşamayı, hem istemiyorsun çünkü kırılmışsın falan, hissiyat güzel ama bilinç yerinde olunca kötü oluveriyor böyle bir anı yaşamak..
her ne olursa olsun, güzeldir hayal kurmak.. hele bazıları da gerçekleşiyorsa, kişisel takvimden bağımsız; o zaman tadından yenmiyor.. önemli olan tek şey, isyan etmemek, sabretmeyi bilmek.. çünkü emin olduğum ve bugüne kadar gördüğüm birşey var: insan bir hayalini gerçekten çok istiyorsa, o hayal öyle ya da böyle gerçekleşiyor.. realistler her nekadar "hayal içinde yaşayan bok içinde can verir" dese de, bunca sanat eseri, müzik, şu bu hep hayalperestler sayesindedir, ülkeler bir hayalin ardından kurulmuştur, tekerleği keşfeden eleman toprağı kazarken bulmamış, bilakis önce rüyasında görmüştür..
o vakit, gelin biz gene Namık Kemal ile bitirelim:
Hayal ile yaşayanın bir kere
Yaşamayanın iki kere .tüne koyayım!
unutmayalım ki bir kereden birşey olmaz, ikincide alışkanlık yapar diyor el sallıyorum tüm realist ibnelere:)
frekman revoluşıns, i have a dream diyenlerin kankası..

TahinPekmezin Rengi

Sabah sabah açtığımda rengiyle huzur bulduğum site. o ne güzel renktir öyle. güzel gören, güzel gördüren frackman'in gözlerine de teşekkürler......

30 Mayıs 2006

smallville yöresi

lost dizisiyle ilgili post tahinpekmez'de çok hit alınca, lost sevmeyen bir insan olarak neden smallville dolaylarından bir diziyi de masaya yatırmıyoruz diye düşündüm.

efendim bi numarası yoktur bu dizinin. her bölümde ayrı mutantlarla, değişik güçleri olan kişilerle mücadele edip, zekasını ve duygularını da kullanarak bir şekilde alt eder rakipleri Clark kardeşimiz. asla mağlup olmayacağını bilirsiniz bu kardeşimizin. bu bakımdan "eeehhh, çoook banaaaalllll" denilmesi gerekir normal şartlar altında. ancak durum hiç de öyle değildir. çok enteresan bir biçimde izlenilebilitesi var bu dizinin. (türkçenin de içine sıçtık bu vesileynen) izlersiniz müptelası olursunuz ama "ulan bu senaryoyu ben bile yazarım ne var ki" dersiniz bir yandan da.

insanı fitil eden bir sürü şey var dizide. arkadaş Clark gerizekalının önde gidenidir zaten. sen ilkokuldan beri sev kızı, gidip bi kelime bile söyleyeme. kızımız Clark'ın gözünün içine bakmaktadır. "yok mu beni seveeeeen" diye. ama dedim ya bizim Clark süzme salaktır, anlamaz. sinir eder insanı. Lana Lang ise idiotun bayrak taşıyanıdır. eşek gibi sever Clark'ı ama neymiş efendim adamın sırları çokmuş. tereddüt ediyomuş. birsürü çocukluklar falan filan işte. ama Lana güzelliğiyle, Lost dizisindeki Kate'e her türlü koyar, o ayrı. (keyt'di, di mi o kızın adı Frekocum?)

dizinin en sağlam karakterleri ise Luthor ailesi'dir. makyavelist bir baba ve güç, iktidar ve vicdan arasında sıkışmış bir oğul çok renkli hikayelere neden olur.

bir de accaip sinir bişey var dizide. kimse de telefon alışkanlığı yok arkadaş. adam anasının nikahındaki malikhaneye gidio iki üç cümle kurup dönüyo. ulan gerizekalı telefonla arayıp söylesene. canına yazık lan. her gün bikaç kelime için o kadar yol yürünür mü?

- onlara gerçeği söyledin diye senden nefret eden oldu mu hiç Lana?
- evet Clark.
- Pete ve ben kavga ettik bugün. dostluğumuz devam edecek mi bilmiyorum.
- ne hakkında kavga ettiniz.
- keşke söyleyebilseydim.
- e ben siktirip gideyim o zaman.
- e bi zahmet. çok bile durdun.
- tamam. bye. öptüm seni şeker...

öyle ya da böyle çocukluk hayallerimizi sunar bize bu dizi. bence aslında insanlar da bu yüzden çok severler bu hikayeyi. uçmak, çok kuvvetli olmak, zor durumda olan insanlara yardım etmek, vb.. özellikle kahramanlıklar yaparak kızların gönlünü çalmak benim hayallerimdi küçükken. sevdiğim kız zor duruma düşerdi hayallerimde. gider kurtarırdım onu. sonra kızlar paylaşamazdı beni. o denli de mükemmel bir insan olurdum o hayallerde.

neyse efendim. izleyin, izlettirin diyerek slogan bi cümleyle bitireyim bari yazımı.

150. tahinpekmezci aramızda..

evet sevgili tahinpekmez ortamının müdavimleri.. 16 ocaktan beri yayında olan mekanımız, gün itibariyle 150. (yazıyla yüzellinci) üyesini kabul etti bünyeye: comfortably numb.. böyle de güzel bir nick seçmiş bu güzel kardeşimizin aramızda nikine yakışır nice güzide postlarla, kommentlerle bizleri aydınlatmasını, hoşça vakit geçirmemizi sağlamasını diliyorum; hayırlı olsun..
konusu açılmışken belirtelim: son 850 kişilik yerimiz kaldı, totalimiz 1000 kişi olacaktır, 1001 olmayacaktır, tahinpekmez.org üyeliği ancak vasiyetle devredilebilir cinstendir, istifa vs. kabul edilmez.. konuyla ilgili bir de vtr çekeceğim ama elbet bir istifaya yeltenen olsun, ekibi salalım vatandaşın üstüne, başlığı bile hazır: www.ibretialem.tv :)
"lan olm 150 kişi diyosun yazan eden toplasan 15, ne ayak?" diyenlere, herkesin bir vakti bir günü vardır diyesim geliyor, ama demiyorum.. elbet burası da şak diye login olup kolayca postların yazılabildiği bir yer olacak, o vakit kimseler üşenmeyecek, biliyorum yorum yorum yorum, görüyorum yorum yorum yorum, duyuyorum yorum yorum yorum; birgün açılacak hosting, bekliyorum:)

lost.. of ulan off..

evet sayın tahinpekmezciler, lost adlı namussuz dizi tatile girdi, fakat bizim kate aşkımız mesaiye berdevam..

gece vakti sevgili blackened kardeşimin bir tek benimle paylaştığı bir linki sizlerle paylaşayım istedim:

http://66.232.100.26/~dontlink/hires/womenoflost/index.html

ol link vasıtasıyla, tahinpekmez erkeglerinin gözleri kadına doysun, bir kısım tahinpekmez kadınlarının da gözü kadın görsün, diyorum evet:)

not: tek bir edepsiz resim bulunmamaktadır, fakat adım gibi biliyorum ki yarın print sentırcı abiler sayemizde zengin olacaklar:))

hayrını göresiz,

freko, her ortamın insanı

29 Mayıs 2006

Elindeki Kazmaya Dikkat Et Eşref!

yahu nasıl desem.. bir adam daha nasıl floydian olabilir, nereye kadar götürebilir olayı diyecek olana "aha budur" diye parmakla gösterebileceğim bir kişi kendisi.. öylesine olmuş ki, yemiş, bitirmiş, şimdi de bütün bütün çıkarıyor gitarından, klavyesinden, hazmettiklerinin ürünlerini..

papalina tava kardeşimizin mensubu olduğu el adlı grubun demo kaydının -ki bu kayda demo diyenin aklına şaşarım kendim dahil- 4 numaralı parçasını yayınladı kardeşimiz bugün.. füzyon -ecnebiler fusion diyor- şeklinde çalınagelmiş tekrarı hemen hemen mümkünsüz bu ulvi eseri hemen rapid ortamlara aktardık, paylaşalım istedik, kendilerinin rızası ile tabi..

başlığın meali floydiana "aha!" dedirtir efem, daha da başka bişi demiyor sizleri linkle başbaşa bırakıyorum:

http://www.speedyshare.com/563891850.html

çok yaşayın emi el grubu mensupları, helal olsun size!

apocalyptica.. play it again eicca!


Echoes Productions sağolsun, bu güzel insanlar memleketi tekrar ziyaret ettiler, hatta il il gezdiler, şahane konserler verdiler.. işimizin gücümüzün fırsat vermemesi nedeniyle bu güzide turun ancak son ayağına terlik olabildik..
ilk dakikasından son notasına kadar seyircinin maksimum ilgisine mazhar olan Apocalyptica, yediden yetmişe (evet seyirci yaş skalası bu şekildeydi) herkesi coşturdu.. seyirciyle böyle güzel diyaloğu son zamanlarda bir bu adamlarda bir de Testament'te gördüm şahsen -agato göremedi evet, eheheh-.. bir daha gelecekleri tarihi iple çekerken, diğer yandan da hayıflanıyorum, yaş kaç oldu, her hafta sonu bir acayip konser var, niye 20 yaşımda değilim diye..
bilahare katıldığımız -öhöm- after show party ortamında, bu cehennem zebanisi ifadeli adamların ne şeker, ne kakara kikiri adamlar olduğunu bizzat yerinde müşahade etmek fırsatını da bulmuş olduk.. çılgın dürüm yidik, bira içtik, çılgın attık..
son bir not: yeni melek gösteri merkezinin tam kapasitesi kadar bilet satıp milletin ölmeden gebermeden güzel bir konser izlemesini sağlayan gönlü zengin gözü tok organizatör Echoes Productions'a orada bulunan herkes adına teşekkürü bir borç bilirim..
photo by camurlusular, soldan sağa paavo lotjonen, foto tayfun'un eşi, eicca toppinen, freko, mikko siren

mutassip insanin dondurma yiyisi..yaz geliyo algida muharrem sunar !

mutaassip insanin dondurma yiyisi (#9375601, 07.04.2006 12:30:48)
dondurma reklamlari yapildigindan beri cevremde muziplikle gozlemledigim bi durum tespiti acikcasi.
dondurma bilindigi gibi yalanarak yenen bir buzlu tatli (zarf attim), tabii dondurma yiyis stilleri gelistirmis yurdum insani.
oral seks cagrisimi yaptirdigi icin genelde yurdum insaninda dondurma yerken neler oluyor diye goz atildiginda onyargilarindan arinmis bunyelere de ciddi malzeme cikiyor.
misal aile reisi cocuga para veriyo ve cocuk dondurmacidan dondurma kapip ailesine dondurma kulahlarini getiriyo, sonra aile reisi, karisiyla gozgoze gelip once ayari veriyor.
sonrasinda da once aile reisi olmak uzere hep berabere dondurmayi agza goturup hupletme (dudaklarini göt deligi gibi buzusturup dondurmadan opucuk alma hareketi) olayina giriyorlar.
boylelikle dondurmayi yalamayip cevredeki nahos (vay bunlar ibne galba su yalayisa bak) bakislari uzerlerine paratoner gibi cekmeden yemeye devam ediyolar.
bu arada cocuk anne-baba'sindan gormedigi gibi ara sira ufak dil atimlariyla dondurmayi yalamaya devam ediyor.
ara sira babayla gozgoze gelip dondurmayi hupletmeye devam ediyor.
aile'nin annesi ise hupletirken dondurmayi goz hizasinda tutup cevrede seyirci var mi yok mu diye kontrol ediyor.aile babasi da anne'yi gozetliyor.
yorucu degil mi ..ama ufacik bir dondurma bile seyrederken eziyetli hale geliyor. alti ustu yaliycan kardesim deger mi bu kadar..
eee yaz geliyor, turk insani yalamaya baslayacak..yakinda dondurma reklamlari ekranda cikmaya baslar..ufak bi tespit..tatli bir anektot..

Bu da videosu...

http://rapidshare.de/files/21674449/The_Apocalytica.wmv.html

Gidilip Görülen Konser

Ve evet . . .

1998 yılında daha kimsenin bilmediği , bilenlerin ise zaten gidip yerinde gördüğü , daha sonrasında geçtiğimiz yaz ülkemizi bir kez daha Rock`n Coke festivalinde ziyaret eden ancak uzak gelip gidemeyenler için bu sefer en güzel , en büyük ve elbetteki "Echoes Production" ile burnumuzun dibine gelen Apocalyptica ile coşulmuştur...

Bu güzide organizasyonda emeği geçen , gidip yerinde gören ve Yeni Melek Gösteri Salonunu dolduran binlerce insana teşekkür etmek gerektiğini düşünmekteyim...

Coşkuyu , müziği ve elbette en sevilenleri kanlı canlı görmenin verdiği mutlulukla , bir daha bir daha bir daha diyoruz...


27 Mayıs 2006

Holywood klişeleri-1: Manken Astronot

Kendimi bildim bileli film izlemeye bayılırım. İyi olsun kötü olsun farketmez. Uzun-kısa , underground-mainstream, Fransız-Amerikan hiç farketmez efendim (not: hâlâ satışı yasal olan filmlerden bahsediyorum, karışıklık olmasın), buldum mu izlerim. Fakat yok efendim Tarkovsky anlatımı bambaşka oluyormuş yok Gus Van Sant sisteme karşı dimdikmiş...O tür eleştirel ve Ali Atıf Bir'sel (açıklama; herhangi bir sanat dalı ya da konu hakkında zerre fikriniz, bilginiz ve etkinliğiniz olmadığı halde "bunlar benim düşüncelerim, yerse" diyerek ahkam kesmek Türk Dil Kurumu sözlüğünde Ali Atıf Bir'lemek olarak geçmektedir, kendisini izleyip de yorumladığı tiyatro oyunu yönetmenlerinden birisi öldürene kadar da bu böyle devam edecektir) beyanlarda bulunmak kesinlikle haddime değil, bu konuda bir anlaşalım gerisi gelir.

Evet, ne diyorduk? Filmler, daha doğrusu Holywood filmlerimi konumuz. Her yıl film festivallerinde bir kabağa otuz dakika yakın plan çekim yapan kaçıklardan, zaten Fransızca olan bir filme Fransızca altyazı koyarak gözlerimin yuvalarında alev almasına yol açan ruh hastalarına kadar her türlü izbeden payımıza düşeni alıyoruz elbette. Fakat hiçbir şey bittikten sonra "abi dövüş sahneleri süperdi" geyiği çevireceğimiz bir Holywood filminin tadını vermiyor ne yazık ki.

Dünyayı Holywood bakış açısından görecek olursak elimize pek de parlak sonuçlar geçmeyecektir: Öncelikle anlıyoruz ki Amerikalıların yaptığı bir şey ile anca yine kendileri başedebiliyor (Stealth), namaz kılınırken ezan okunuyor (Kingdom of Heaven) ve kızlar sadece Amerikada teklif ediyor (çok örnek var). Ara toplam alacak olursak Holywood'a göre hepimiz son teknoloji uçaklar tarafından bombalanıp sürekli yanlış saatte namaz kıldığımız için aynı aktiviteyi bir de cehennemde kor seccadeler üzerinde ifa edeceğiz ve en kötüsü de bir kere bile "teklif edilemeden" öte tarafa göçeceğiz!

Fakat artık korkmanıza gerek yok, sizler için bu filmlerin maskelerini indirip kendinizi daha rahat hissetmenizi sağlamak için buradayım. İlk olarak bireysel düşmanım, bütün zamanların en az inandırıcı karakteri ile başlayalım: Manken Astronot.

Üzerinde yaşadığımız dünya ne yazık ki adil bir yer değil. Belki de bu adaletsizlikten de nasibini en çok alanlar da "fair sex" yani "latif cins"; kadınlar. Çoğu meslek dalında kendilerini kabul ettirmek için canlarını dişine takan ama yine de sadece ve sadece kadın oldukları için ayrıma maruz kalan milyonlarca mağdur söz konusu burada. Yine de bazı meslekler var ki bizlerin üzerinde çok değişikli yapamayacağı kozmik kurallar yüzünden erkeklere ya da kadınlara normal yaşam düzenlerinde radikal değişiklikler yapmalarını gerektiriyor. Misal Jeoloji Mühendisliği. Temelde saha ve araştırma olarak iki kolu olan bu güzide mesleğin (dünyadaki tek Jeoloji Mühendislerinin Türkiyede olması ise tamamen kaderin ve bürokrasinin bir oyunudur, ayrıca hangi şerefsiz zorunlu kıldıysa okumak zorunda kaldığım Differantial Equations ve Static dersleri yüzünden cehennemin en derin çukurlarında yanar umarım) saha kısmı "hayali" bir dünyada şöyle olur:

Ben ve bir grup araştırmacı meslektaşım uzun ve zahmetli bir yolculuk sonunda araştırma yapılacak bölgeye arazi araçlarımız ile varırız. Yanımızda uydu ile bağlantı kurmak için gerekli aletler, GPRS ve Total Station dediğimiz "mühendislik bu boru mu?" ekipmanları, mütevazi fakat gündelik şehir yaşamını aratmayan bir "lojistik" çadırı ve elbette doktorasını mineral kristalografisi üzerine yapmakta olan meslektaşım Cobie Smulders (bakınız resim). Ah, o açıklıklar ve verdikleri özgürlük duygusu. Belki günlerce sürecek araştırmalar, anında yapılan analizler ve çok ama çok değerli ekipmanlarla yapılan testler. Yorucu bir günün ardından ateş etrafında hikayeler anlatmak, şehre dönünce değişiklik olsun diye küvette duş alacağına ama yanımızda getirdiğimiz mobil duş kabinlerinin de fena olmadığına dair nüktedan yorumlar yapmak ve Cobie'nin sabah karşı tek başına bulduğu volkan camından kendisine bir kolye yaptıracağını dinlemek ve gözlerinin sürekli şekil değiştiren alevlerin ardından ne kadar güzel parladığını düşünmek.

Sonra rahat edemeyip herkes uyuduktan sonra sahra labratuarındaki en kötüsü 5000 dolar olan Laica polarizan mikroskoplarda bulduğum örnekleri incelerken Cobie'nin girişte yüzünde belirli belirsiz bir ifadeyle içeri girmesi ve "işte bay, herkes odalarına çekilmiş uydudan internete bağlanıp şirket ya da okullarına rapor gönderirken kendisi yine mikroskop başında" demesi. Benim mikroskop başından kalkıp elime bir ince kesit alarak önce ışığa tutarak bakmam "hepsi aynı, zerre değişiklik yok. deha bile doğanın kaprisleri karşısında yetersiz Cobie, su aynı ümit gibi bu toprakları çok uzun zaman önce terketmiş. Evlan için bulmamızı istedikleri maden suyu kaynağını asla bulamayacağız, milyonlarca dolarlık araştırma çöpe gidecek. lanet olsun!" diye cevap verişim, sonra Cobie'nin elimdeki örneği alıp "elindekinin ne söylediğine değil zihninin ne söyledine odaklan" demesi, sonra benim yüzündeki sabahki araştırmalardan yüzünde kalmış olan ince bir kum izini farkedip elimle silmek için hamle yapışım, "yüzünde kum kalmış" diyişim ve onun da elimi tutup "sana okulda hiçbir şey öğretmediler mi, onun adı toprak değil regolit" diyerek beni öpüşü...Sadece bir baykuşun şahit olduğu aşk dolu gecemiz...
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Oysa "gerçek" bundan o kadar farklıdır ki. Araziye çıkılacaktır ama zaten bütün okul dönemleri boyunca ön sıraları istila edip satır satır anlatılan herşeyi ezberleyen kızların çoğu okulda kalmış, erkeklerin çoğu ise "lan ne eziyet bu, okulu da batsın mühendisliği de" diye canını kutarmıştır. Bir elin parmaklarını geçmeyecek erkek asistan\araştırma görevlisi için yüz tane kadın asistan bulunabilir. Çoğu profesör zaten anlamsız isteklerine, akademik hırsızlıklarına belki yurtdışına çıkarım umuduyla kendilerini ücretsiz teslim etmiş zavallıları alet etmektedir. Bazıları ise sekizyüz yıl yaşayacağı belli olan kelli felli adamların bir gün aradan çekileceğini ve ders verebileceklerini ümit eder. Ve birden "arazi" çalışması ortaya çıkar. Saçma sapan bir yerde, haritada göster deseler gösterilemeyecek bir cehennem deliğinde yine kimsenin çıkarmaya zahmet etmeyeceği bir maden ya da okumak için gerçekten intihar edecek kadar hayattan sıkılmış olmanızı gerektirecek bir doktora tezi için gidilmesi gerekmektedir. Kadın asistanların zaten doğum izni, evlilik izni gibi mazeretleri gırla gitmekte olduğundan üstelik kimse de allahın dağında onbeş tane erkek ile yalnız başına iki hafta medeniyetten uzak, sırtında alet edevat gezmeyi gözüne kestiremediğinden zavallı erkeklere düşer o işler. Sıcak altında, yetersiz ekipman ve ödenek ile "abi dikilecek rod (çubuk) kalmadıysa bende de var bir tane, onu saplayalım istersen ahı-ahı" şeklindeki oyunbaz meslektaşlarıyla beraber kendisini dağlara vurur mühendis kişi. Hepimiz biliriz ki bir gün o kişilerden birisi artık daha fazla katlanamaz ve bahsi geçen çubuklardan birisinin üzerine kendisini bırakır ve acısına son verir. Kimse neden kafile bir kişi az diye sormaz, sessizce meftumun masası boşaltılır ve odası geçen yıl mezun olmuş, balkava desenli kazaklı ve sefer taslı kırmızı yanaklı gence verilir...

"Kardeşim ne anlatıyorsun sen bitiremediğin okulun, gül gibi mesleğin derdi olucak illaki a eşek" demeyin dostlar konuyu bağlayacağım. Peki hiç bir kadın yok bu meslekte ön saflarda çalışan? Var elbette ama diyelim ki evlendiniz, çocuğunuz oldu. Siz dağd abayırda gezerken o sabiye kim bakacak? Belki iki hafta babasız yapabilir de o yavrucak iki hafta annesiz nereye kadar? Konuyla ilgili fikrini aldığım girlfromipanema hanım "haha gülüyorum bu zihniyete" demiş öncelikle, ardından "peki diyelim ki seni alıp koysak Sivas-Demirdağ, rakım 2000 metre desek ki iki ay burdasın demir cevherlerinin araştırmasını yapacaksın." "ahahay, gitmem ki" diye cevap vermiştir. Daha sonra aynı soruyu okulda okumakta olan ve tahminen bir yerlerde bankacı ya da "bilmemne kaynakları yöneticisi" olacak bayanlar yönelttim ve "ya ben okulda kalıp araştırmalar alanında ilerleyeceğim" cevabını aldım. Sınırlı imkanlarla bu kadar, "müyendis hanım gece arkadaşlar çok sıkılıyor, şöyle iki oynasanız da neşemiz yerine gelse" gibi bir duruma düşmeye kim hevesliyse bekleriz efendim yer altı ve üstünün gizemli dünyasına.

Arkadaşım ne anlattın, susmak bilmedin dediğinizi duyar gibiyim. Geliyorum efendim konunun aslına. İşte bu bağlamdan yola çıkarsak Holywood filmlerinde sırf senaryo yürüsün diye kadın erkek farketmeden bazı mesleklerin deyim yerindeyse süt gibi hanımlara ya da cevval yiğitlere biçildiği hepimizin bildiği bir durumdur. İçinde bulunduğumuz galakside "yağlı çene" Ben Affleck'in zaman makinesi yapabilen bir mühendis olma ihtimali "improbability drive" (olasılıksızlık motoru- bkz Douglas Adams) ile uçan bir filo Heart of Gold'a (Altın Kalp) yetecek kadar düşüktür. Ya da Hillary Swank'in (kendisi Manken Astronot kavramının ortaya çıkışına The Core filmindeki performansıyla ön ayak olmuştur) aktris olmak yerine NASA uzay programına katılıp onlarca yıl boyunca belki kendisine hiç gelmeyecek bir uçuş sırası için ömrünü çürütmesi de çok yüksek bir ihtimal değildir kanımca.

Hayır ben de isterim bir Cobie Smulders olsun ne bileyim Lindsay Price olsun yan yana, omuz omuza çalışalım. Elektiriklenme olsun, hem yazdıkları mafik kayaçlar tezlerine hem ahu gözlerine hayran olayım. Ama yok işte. Manken Astronot, Manken Dövüşçü, Manken Uçak Pilotu...Yani anlıyorum, sonuçta erkeklerin yapabileceği her işi kadınlar da aynı etkinlikle hatta daha da iyi yapar ama bu bazı sayısal değerleri değiştirmiyor. Korkunç bir kısır döngü var, güzel kadınlar "sen anlamazsın" diye dışlanıyor, güzel olmayanlar "koca bulamazsın bari bilim adamı(kadını?)" ol diye hor görülüyor, daha fenası satırları yazan kişi bile kendisine bakmadan ona buna güzel\güzel olmayan ayrımı yapabiliyor. Hayat, adaletsizlik kaynarken uzay mekiklerini boş su kanallarına indirebilen manken astronotlar istiyoruz sayın seyirciler, just for accuracies sake!

26 Mayıs 2006

YOLUN SONU

Bu mudur ?
budur...

müdürüm aç kollarini..
bari back up alabilseydim...

neyse..
gece limandayim...
françois k baba bekler beni...

Hıyar Tadında Bir Yazı

Eski bir eserim olup aklıma gelmiştir, yapıştırmışımdır, öpmişumdur:)

"Selam :)

Sabahı tebessümle başlayan bir pazartesi günüyle karşılayayım istedim sizi... Belki yaydığımız tebessüm üç gün idare eder, hatta biraz da arttırırsanız sizleri hafta sonuna gülen bir suratla kavuşturur diye düşündüm... Ve oturup böyle bir başlık attım: "Hıyar tadında bir yazı". Son zamanlarda çok moda oldu bu "..... tadında" deyimi. Şiirlerde, şarkılarda falan hep duyuyoruz, okuyoruz. Tabi deyimi duyuyoruz da hiç böyle "hıyar tadında" diye duymamıştınız di mi? Belki bazılarınızın yüzü ekşidi biraz... "Bu başlık biraz kaba oldu, keşke salatalık deseydi..." diye geçirmişsinizdir içinizden. Sakın geçirmeyin. Çünkü bu yazı, bu mevzuuyla alâkalı...

"Nisan mayıs ayları, gevşer gönül yayları" zamanı geldiğinde, yani baharda, kokusu burnumuza gelmeye başlar o sevgili sebzenin... Günlük hayatta kullandığımız sebzeler içinde bize en yakın olanı, en samimi olduğumuzdur... Hemen her sebzeyi yemeklerde kullanmamıza rağmen, onu sanki bir meyve gibi sade haliyle bile yeriz. O tarifsiz ama bir o kadar da hoş kokusu, sanki su gibi tanımlanamayan ama vazgeçilmez tadı, sayılamayacak yararları, serinliği... Yaz mevsimi geldiğinde seyyar arabalara özenle dizilip arasına tuz sürülerek afiyetle yenilmesi ve inanılmaz mütevazılığıyla hayatımızın isimsiz kahramanıdır hıyar... Aslında ismi vardır ama bir beldeye yeni seçilen belediye başkanlarının değiştirdiği ve halk tarafından benimsenmeyen sokak isimleri gibi isimler takılmıştır ona sürekli ve bir türlü kendi isminin kullanılmasına izin verilmez...

Bu kadar harika ve yaygın kullanımı olmasına rağmen bu sebzenin özgün ismini kullanmak, bu toplumda maalesef ayıp olarak algılanır arkadaşlar. Konu gayet ilginçtir aslında. "Hıyar" kelimesi, sadece o sebzeyi tanımlamaktadır dil açısından. Kelimeyi neresinden bölerseniz bölünüz, başka bir manâ içermemektedir. Kelimenin kökenini araştırmak için kapsamlı bir Osmanlıca-Türkçe sözlük açtığımda ise daha şaşırtıcı bir sonuçla karşılaştım. İşte sözlük anlamıyla hıyar: 1- İşi yapıp yapmamada serbestlik... 2- Hayırları, iyi ve güzel işleri çok olan kimse... (Hıyar gibi adam lafını hatırlayınız lütfen) Kelimenin çoğulu da "hıyarât"'mış...

Peki günümüzde durum nedir? Kaderin acı bir tecellisi olarak, bu kadar güzel anlamları olan ve güzel bir sebzeyi anlatan bu sözcük, bu toplumun kibarlık meraklıları tarafından çok büyük bir ayıp ve kabalık olarak nitelendirilmiştir. Bir topluluk içerisinde konuşurken kazayla "Manavdan bir kilo hıyar aldım" mı dediniz, yandınız... Hemen oradan bir ukalâ araya girip konuşmanızı düzeltir: "Salatalık"!!!

İyi de neden ayıp?... Kanımca orası da çok ilginç. Bu, nev'i şahsına münhasır sebzenin tek talihsizliği, biçim olarak biz erkeklerin birtakım organlarına benzemesinden kaynaklanmaktadır. Peki sebep bu mu? Aslına bakarsanız bu da çok saçma... Çünkü hıyarın şekline benzer başka meyveler de var. Patlıcan gibi mesela. Ama aynı kaderi o paylaşmamıştır ne hikmetse... Torpilli galiba :) Gerekçesi ne olursa olsun mevcut durumun bu olduğu su götürmez. Kibarlık budalalarının bir kelime katliamı olarak tarihe geçmiştir bu durum. Dilimizi kibarlaştıracağız diye Türk dilini kuşdiline çeviren çevreler, hıyar kelimesinin yerine kullanılacak kelimeyi bulma konusunda maalesef pek basiret gösterememişlerdir. Hıyar kelimesi, isim olmasına rağmen, yerine tayin edilen "salatalık" kelimesi sıfattır. "Salata" sofrada bulunan, çeşitli sebzelerden yapılmış bir garnitür; "salatalık" ise bunun sonuna "lık" eki getirilmesiyle oluşmuş bir sıfattır. Salatalık kelimesini kullandığınızda sonuna bir isim eklemek durumundasınızdır. "Salatalık zeytin", "salatalık marul" veya "salatalık hıyar" gibi... :)) Eğer işin kibarlık tarafını seçerseniz, manava gidip şöyle bir cümle kurmak durumunda kalacaksınızdır:

- Ya Kemal amca, bana iki kilo salatalık salatalık verir misin?!!

Durumun abukluğu ortadadır... Kaldı ki, gariban hıyarın biçiminin belden aşağı uzuvlara benzetilmesinde hıyarın herhangi bir kabahati yoktur. Bu tamamen fesat beyinlerin kabahatidir. İş sadece ayıp olarak algılanıp, kullanılmamakla kalsa iyi. Bir de üstüne deyimler geliştirilmiş bunun için. "Hıyar gibi adamsın", "Ne dikiliyosun lan hıyar gibi orda?", "Hıyarağası"... Bunlar günlük hayatta hep olumsuz ifadeler olarak kullanılır.

Acaba yabancı ülkelerde de böyle bir uygulama var mı? Şahsen bir bilgim yok ama ihtimal de vermiyorum. İngilizce karşılığı "cucumber". Sözlüklerde öyle yazıyor. Şahsen ben hiç bir filimde veya iki turistin arasında aşağıdaki gibi bir diyaloga rastlamadım:

- Ulan Maykıl, cucumber gibi adamsın ha... Ne biçim bakıyosun oolum Maria'ya?...

-Hadi ordan cucumber ağası... Sen ne anlarsın. Barın önüne dikilmişsin cucumber gibi, ahkâm kesiyosun...

Ben şahsen rastlamadım böyle diyaloglara ama aramızda Avrupa görmüş arkadaşlar vardır. Konu ile ilgili birikimlerini aktarırlarsa sevinirim...

Bazı hıyarlar, türlerine göre farklı isimler alarak kendilerini kurtarma yoluna gitmişlerdir. Bunun en bariz örneği "Çengelköy bademi"nde görülür. Küçük boyutlarından dolayı hıyarlığa layık görülmemiş ve bu adı almıştır. O hıyar değil, bademdir... Buna karşın bu camianın en baba hıyarı "Langa Hıyarı"dır. Devasa boyutları, hıyar aleminde kendisine haklı bir yer edinmesine imkân tanımıştır...

Çok sempatik bir sebzedir ve ismi de onun gibidir. Kelimenin başındaki "h" harfi bildiğimiz h gibi söylenmez. Dilin arka tarafının damağa vurulmasıyla elde edilen tatlı bir hırıltıyla çıkar ağzımızdan. Daha şirin, daha özellikli, daha tanıdık, daha sıcaktır. "Salatalık" kelimesinin diktatörlüğü nerdee "hıyar" kelimesinin orta direkliği nerde...

Hep aşağılanır, hor görülür... Sevdiğimiz, hoşlandığımız bir bayana iltifat etmek için "domates güzelim benim" diyebiliriz. Peki ya sevgilimiz bize dönüp uluorta "hıyar arkadaşım benim" dese ne olur? Zahmet buyurmayınız ben söyleyeyim: Cinayet!!

Aaaah ah... Sen kalk, insanlara en faydalı sebzelerden biri ol, hatta en çok satılan sebzelerden biri ol ama insanlar senin adını ağızlarına aldılar mı ayıp olsun... Adalet mi bu arkadaşlar? Ahan da buraya yazıyorum: Bir zaman gelecek, hıyarlar, sırf bu zulüm yüzünden memleketimizi terk edip başka ülkelerde yaşayacaklar. Beyin göçünden sonra "hıyar göçü"nü de yaşayan tek millet olacağız... Daha sonra ihtiyacı karşılamak için avrupadan hıyar ithal edip onlara "The Hıyar" diyeceğiz. Tıpkı Anamur muzunu küstürüp çikita ithal ettiğimiz gibi... Benden söylemesi... :))

...Peki, ben bütün bunları niye yazıyorum? Şunun için... Günün birinde Beyoğlu'nun bir yerlerinde toplantı yapar da ben de katılırsam, sohbetin herhangi bir yerinde ağzımdan, kullanmayı çok sevdiğim "hıyar" kelimesi çıkarsa kimse lafımı kesip ve suratını ekşitip "salatalık" diye düzeltmesin... Ne söylediğimi, Niye söylediğimi biliyorum... :))

Ley ley, lümü lümü ley..."

Repville Solu$ınz gururla sunar.


-Videosakla.com nedir?
-Videosakla.com, online video sitelerinde (Youtube, Google Videos gibi) izlediğiniz videoları bilgisayarınıza kaydetmenizi sağlayan bir web sitesidir.

www.videosakla.com


Biz yaptık.Çok da güzel oldu.

Her türlü feedback, eleştiri, fikire açığız.Yerli ve yabancı tüm arkadaşlarınızla paylaşıp blog, forum gibi ortamlarda insanlara ulaştırırsanız çok müteşekkir oluruz.

Saygılarımızla

Repville Solu$ınz

tahinpekmez eliyle, vilayete açık mektup..


Sayın Valim,
Bildiğiniz üzere, güzide şehrimiz 20 Haziran 2006 Salı akşamı, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yaşayan efsanelerinden birini, yani Roger Waters'ı ağırlayacak. Aynı günün akşamı, Kuruçeşme Arena'da ülkemizde bugüne kadar verilmiş en önemli konseri verecek. Türkiye'deki hayranlarının yanısıra dünyanın pek çok yerinden hayranları İstanbul'a akın edecek.
Muhakkak ki birkaç bin kişinin izleyeceği bu organizasyon, bir Habitat Konferansı değildir, ABD Başkanının Türkiye ziyareti değildir, ama inanınız ki bu adamın dünya üzerindeki sevenleri bahsi geçen iki örnektekilerle ilgilenen / seven kişilerin adedinden kat kat fazladır.
Bildiğiniz gibi, İstanbul Boğazı yaz aylarında gezi tekneleriyle cıvıl cıvıldır. İnsanlarımız boğazın serin havasında, bu tekneler içinde hoş saatler geçirmekte, gönüllerince şarkı söyleyip dans edebilmektedirler.
Eğer mümkünse, 20 Haziran 2006 gecesi saat 20:00'den itibaren, Kuruçeşme Arena civarından geçecek teknelerin müzik seviyelerini her zamanki seviyelerinin yarısına indirmelerini sağlamanızı arz ederim. Konser mekanı boğaz kıyısında olduğu için, şarkı aralarında ve/veya şarkıların tansiyonunun düştüğü anlarda fondan geçecek bir tekneden gelecek bir başka müzik, bu güzel organizasyonun ruhunu zedeleyecek, oraya toplanmış ve hayatlarında ekseriyetle ilk ve büyük ihtimalle son olarak bu büyük adamı görmeye, dinlemeye gelmiş insanların moralleri bozulacaktır.
Sanata, sanatçıya ve sanat severlere olan saygınızdan aldığım cesaretle, konuyu dikkate almanızı arz eder, saygılarımı sunarım.
Frackman Revolutions (Mehmet Tekin)
**isterim ki, konuya hassasiyet gösteren tahinpekmezciler, bu isteği erişebildikleri her platforma taşısınlar.. kaynak göstermek şartıyla, komple alınabilir, dilenen yere basılabilir, yeter ki işe yarasın**

Cenk Koyuncu

Gece / Cenk Koyuncu

Çekmecelerde saklardım hüznümü
kuşların kanatlarında birer anı
size çalışırdım, çok ölürdüm
Ay, kendisiyle oynayan kelebekben,
sizsiz takvimi karıştırırdım...


Anısına saygıyla,

"Forza Bahadır!" Eurovision Kampanyası



Avrupa kamuoyu Lordi'nin zaferiyle efsunlanmışken, fırsattan istifade, delikanlı black metalci Bahadır Uludağlar'ın ülkemizi temsil etmesi için bir kampanya düzenlenmesi gerektiğine inanıyorum.

Hem milliyetçi, hem Müslüman ve hem de sapına kadar 'bilekçi' olan Bahadır kardeşimiz, gerçekten bir marka, bir ekol olabilecek özelliklere sahip.

Yıllar önce bir konserde sahne almadan önce yaptığı şu anons bile, onun ne denli progresif bir müzik insanı olduğunu anlatmaya yeter: "Hoşgeldiniz arkadaşlar, artık thrash metal yerine black metal yapıyoruz, hadi vatana millete hayırlı olsun!"

Bu adama sahip çıkalım...

Ayrıntılı bilgi için: http://www.bahadiruludaglar.com/

25 Mayıs 2006

pizvenk* kostümleri


onlar beni güldürdü, ben de sizi güldürsün istedim sevgili tahinpekmez cemaati..
adamlar aşmış, pezevenklik müessesesini öylesine benimsemiş ki, tekstil sanayiini kurmuşlar.. aksesuardı süstü püstü envai çeşidi mevcut.. ayrıyetten 128 bit güvenlikli siteden kredi kartınızla sipariş verebilir, yeni esvaplarınızla salım salım salınabilirsiniz.. ayrıyetten sermayeler için de gayet janjanlı ürünler hazırlamış kâfirler, seç, beğen, al!
sözüm tabii ki iğrenç kılıklı aksaray / taksim pezevenklerine.. insan böyle bir sektörde icrayı sanat edecekse, güzel güzel giyinir, traş olur, insana benzer az biraz.. ama nerdeee, abilerde bi karış sakal, üstte boktan bi ceket içinde boğazlı kazak, ayakta dandik bir kot, altında yumurta topuk, onun da arkasına basılmış.. hepsi değil tabi, daha afilli boğaza nazır mekanlarda nicelerini gördüm, armani / versace takım elbise sahibiydiler..
meraklısı için aha da link:
ps: illa ki bakacaksınız, favorim kırmızı renkli uzun takım elbiseler:)
freko, her ortamın adamı..
*= iç anadolu yöresinde, özellikle nevşehir civarında yerel "pezevenk" deme şeklidir..

Yaz Başlangıcı

İlkokulda ki mevsim şeritlerinden , kırmızı karton fon üzerinde , ünite dergisinin verdiği olabilecek güzel sahil kıyısı ve yaz atmosferini yansıtan resimlerinin altlarında yazar bu yaz mevsiminin 3 silahşör atı...

Haziran

Temmuz

Ağustos

Kuzey yarım küre insanı olarak bu mevsimlerin bu belirtilen güzel aylarında tatile çıkmaya , köyümüze , dedemizin yanına , hatta yaylaya ve elbetteki serin deniz kıyılarına indik , şu an içinde inmek için yılın 300 günü çalışıyoruz.

Her yanında bir güzellik olan , bu güzellikleri bizim için cömertçe sunan canımız vatanımızda huşu ve huzurla tatil planlarının yapılmaya başlandığı son 5 günlük evrede fikir babında hatta öneri bazında "Ben bu yaz xxxx deyim ,beklerim yada gelmeyin lan ...netorlar" şeklinde beyanat verebilirler...

Durup durup muzurat yaratan kardeşiniz FotoKütür...

bu hafta sonu ne yapak (kopirayt mansur şebboy)

evet arkadaşlar.. derim ki her perşembe böyle bir post edelim, postu eden gördüğünü bildiğini yazsın, eksiklerini diğer vatandaşlar koment tarafında tamamlasın diyorum..

gelelim fasulyenin nimetlerine:

25 Mayıs Perşembe

Apocalyptica Eskişehir Konseri, 222 Park (22:00)

sanırım biletleri bitti, ama karaborsa falan bişeyler yapacaksınız artık, bu iş kaçmaz sevgili Eskişehirliler (ulan tansu çiller gibi hissettim iyi mi)

Anathema İstanbul Konseri, Yeni Melek (kapı açılış 17:00)

söylenecek çok şey yok, Eskişehir'e gidemioz madem, gidelim Vincent kardeşimize sigara otlatalım, değil mi:)

26 Mayıs Cuma

Apocalyptica Ankara Konseri, Saklıkent (21:00)

aynı mükemmelliğin bozkır versiyonu, kaçırmayın adı güzel Ankaralılar (tansuluğa devam)

It's a Kinda Magic! Queen tribute grubu, İş Sanat Kültür Merkezi

bu da interesting bir deneyim olabilir.. hayır yani biz vaktiyle Brian May'i inönü stadyumu atmosferinde dinlemiş adamız, böyle tribüt falan bizi bozar, ama gençler gitsin, dinlesin, öğrensin:)

27 Mayıs Cumartesi

Apocalyptica İzmir Konseri, Fuar Açıkhava Tiyatrosu (21:00)

egenin incisi İzmirli kardeşler de mahrum kalmasın demiş Echoes Production, adamları tutmuş ellerinden il il gezdiriyorlar, kaçırmayın diyorum can İzmirliler (bir başkayım evet)

Chantage Konseri, Balans Music & Performance Hall (İstanbul tabiy) (23:30 falan)

yılların Kıvanç K'sı ve Tolga İnci'si, yanlarında Burak Kurumak ve Ali Şaylan, Depeche Mode konseri öncesi sanırım sondan ikinci ya da üçüncü program için gene Balans'talar.. Bu etkinliğe katılmak isteyip "kapıya 20 kaat beni bozar hacı" diyen tahinpekmezci kardeşlerimizin frackman@gmail.com adresine isim soyad telefon bilgileri içeren bir mail atmaları bu bozukluğu giderecektir, ded layn cuma 17:00'dir..

28 Mayıs Pazar

Apocalyptica İstanbul Konseri (nihayet!), Yenimelek (21:00)

"burcu burcu Türkiye" programı dahilinde anadolumuzun çeşitli yörelerini gezip kâh Eskişehir'de lületaşı atölyesi gezen, kâh bozkırda fidayda eşliğinde seymenlerle oynayan, o da olmadı zeybeklerle yere diz vuran Finlandiya diyarlarından güzel insanlar İstanbul'u sallamak üzere şehre giriş yapıyorlar..

biletlerin çoktan yalan olduğunu söylemeye gerek yok tabiy..

**
Bu haftalık frekonuzdan bu kadar, unuttuklarım varsa haydi pamuk klavyeler kommente.. film, tiyatro, yarış, ne etkinlik biliyosanız yazın, şenlensin ortam..

www.sahibindenilanlar.com

pek sevgili bir dostumuzun, başka bir dostumuzla birlikte hazırladığı tamamiyle beleş aldım verdim sitesi.. paşa paşa ilanını bırakıyosun, alıcı direk seninle kontak kuruyo, ne komisyon ne bişi, pırıl pırıl..

an itibariyle daha ziyade emlak ilanları göze çarpsa da, kayıp çocuk ilanları dahil hertürlü sosyal sorumluluğu da yerine getirmeye aday bi site, severek izliyoruz gelişmesini, beta halinden ful sürüme geçmesini dört gözle bekliyoruz..

ha gayret abla, olacak bu işler:)


şurdan buyrun: http://www.sahibindenilanlar.com

24 Mayıs 2006

Ekranların en "ağır" 10 abisi bölüm 5: Biter

Efendim her türlü sinsi müdahaleye rağmen başladığımız işi bitireceğiz dedik, bitirelim. Yalnız önceki müdahalenin iyi bir tarafı oldu zira Marlon Birando abimizi de Al Pacino ile listeye katmıştık fakat ne yazık ki aynı sırayla 2 ve 3 numero olaraktı. "Behey densiz bu ikisi değilse kimdir senin için en "ağır" abi?" diyenler için:

PS: Al Pacino arada harcanmıştır, niye diye sormayın.

1-Toshiro Mifune: Duyabiliyorum "kardeşim nasıl bir adamsın sen, on herif saydın altısını duymuşluğumuz yok görmüşlüğümüz de" dediğinizi, fakat endişeye mahal yok dostlar. Dedim ya bu liste tamamen kişisel beğeniler ve izlemeler üzerine kurulmuştur. Kabul edersiniz ki, kişisel derken "başkalarının ne düşündüğüne önem vermem" ses tonu, siyah pipo, boyunlu kazak ve fransız tarzı tepesi düğmeli bere de beraberinde gelmektedir. Yani efendim Marlon Brando, James Cagney, Kadir İnanır vs bunlar tartışmasız önemli, çok önemli sinema oyuncularıdır, ekran karizmaları dünyevi ölçü birimleri ile ölçülmez ama Mifune başka, bambaşkadır.

Hayat hikayesi ilginçliklerle dolu olan Mifune adının geçtiği yerlerde mutlaka çok daha büyük bir isim olan Akira Kurosawa'da geçer. Zira tarihte çok az örneğine rastlanan bir oyuncu-yönetmen ilişkisi söz konusudur. Mifune Kurosawa filmleri için yaratılmıştır, Kurosawa filmlerinden Mifune'li olanları başka türlü bile düşünmek istemezsiniz. Samuray filmleri hakkında uzun uzadıya bir şeyler yazmak isterdim fakat hem izlediklerimin sayısı yetersiz hem de okuduklarımın. Fakat bizzat kaynağından, yani o günleri görmüş olan değerli sensei'im Mitsunuri Matsumura'nın gitmeden önce verdiği "bushido" derslerinin birisinde samuray imgesinin İkinci Dünya savaşı sırasında nasıl politik propaganda amaçlı, daha sonra Amerikalıların işgali sırasında "sizleri kışkırtan bu feodal ağalık saçmalıklarıydı dostum, fuck you sneaky, yellow bastards" şeklinde ifade edilebilecek karşı propaganda ve işgali takip eden yirmi yıl içinde de nasıl bir kültür ihracı\sanatsal ifade tarzı haline geldiği gerçekten ilgi çekici ve hayranlık uyandırıcı bir şekilde öğrendim.

Kazdıkça Japon ulusunun bizim Yeniçeriler\Osmanlı ile yapamadığı hesaplaşmayı ve barışmayı gördüm. Kesin bir samuray gerçekliğini arayan da (bkz Kurosawa) işleri "hayt huyt" seviyesinde taşıyan da (bkz. modern japon filmleri) kendi fikrini beyan etme konusunda sonsuz bir serbestlik sahibi olmuştur. Günümüzde hala tek bir adam gibi "yeniçeriler" filmi yokken ortalık istemediğiniz kadar samuray filmi kaynamaktadır. Gerçi iki militer kastın birbirinden gün gibi aşikar farkları varken samuray filmleri gibi kişiselliğin ön planda olduğu şeyler üretilebilir mi meçhul ama konumuza dönelim en iyisi.

Herşey İkinci Dünya Savaşından sonra doğum yeri olan Mançurya Japon Kolonisinden ana kıtaya geçen ve burada işşizlikten kırılırken bir film setinde kameraman yardımcısı olmak için başvurmasıyla başlar. Kayıtları yapan adam, Mifuneyi yanlışlıkla aktör seçmeler için kullanılan stüdyoya gönderir. Gittiği yerde, eskiden fotoğrafçı olan Mifuneyi "arkadaşım gülüceksin" diye uğraştıran bir grup batılı görünüşlü adam karşılar. Sinirlenen Mifune yönetmenlere bağırmaya başlar, bu sırada yan sette çekimlerde olan Kurosawa olayı duyar ve izleyemeye gelir. En sonunda yönetmenler kendisinden sarhoş rolü yapmasını isterler, Mifune de ordu dağıtıldığından beri sürekli içtiği için zaten duruma çok yabancı değildir. Üçüncü filmi kendisini o anda izlemekte olan Kurosawa ile Yoidore Tenshi (Drunken Angel) filminde çalışır ve deyim yerindeyse olaylar gelişir. (konuya nasıl döndüm ama?)

Sonuç olarak Mifune başka bir aktörle iyi-kötü diye karşılaştıramayacağımız bir ekran "persona"sıdır. Tarihte kendisinden iyi bir Miyamato Musashi karakteri çizen insan evladı da henüz yoktur. Gerçek hayatta savaştan haz etmese de büyük savaşçıları(samuray olsun, Japon ordu generalleri polis müfettişleri vs olsun) oynamak onun kaderinde vardır.
Rashamon, Yojimbo, Throne of Blood ve Samurai Saga gibi Japonyanın efsane film şirketi Toho filmlerde boy gösterse de bütün dünya kendisini Kurosawa başyapıtı olan The Seven Samurai'den Kikuchiyo rolüyle tanır.

Seven Samurai demişken bir alt başlık açmaktan kendimi alamadım, sıkılan olabilir şimdiden özür dilerim. Günümüz çöplük filmleri yanında hala anlatımı, karakterleri ve sinemasal "hissiyle" hala parlamaktadır. Denir ki George Lucas yine bir Kurosawa-Mifune filmi olan The Hidden Fortress'ın Starwars filmlerinin gelişimine çok ön ayak olduğunu bizzat söylemiştir. Üstelik Kurosawa'nın Seven Samurai'de kullandığı "silinme" efekti dikkat ederseniz Lucac tarafından da kullanılmıştır. Kişisel olarak şunu düşünüyorum, Starwars serilerinin düştüğü durum Kurosawa sonrası Japon sinemasının yeniden chambara , yani kılıç dövüşü ağırlıklı filmlere yönelmesi ile aynıdır. Lucas, kendi yarattığı mitin üstüne günümüz standartları ile bir şeyler çekmeye çalışmış, ortaya da sadece ışın kılıçları ve jedi karizması üzerine izlenen üç adet aşırı heyecan yaratmış ses sistemi düşmanı film çıkmıştır.

Neyse, Mifuneye dönelim. İlla ben bu adamı hatırlayacağım diyenler için ülkemizde seksenlerde fırtına gibi esen Shogun dizisini son koz olarak oynuyorum. Evet kendisi bizzat dizideki shogun'u canlandıran; Toranaga-San adıyla ülkemizde bilinen kişidir. Mifune, belki daha önce bahsettiğim "lion face, lemon face" bir aktör değildir. Abartılı ve yapay bir oyunculuktan uzak, sanki feodal Japonyadan günümüze gelmiş bir performans sergiler. Sakalları, dağınık saçları genelde hep yıpranmış ve kirli olan hakama-ghi kombinasyonu ile izbedir, çok fena bir adamdır. Seven Samurai'de ise Kurosawa öyle bir ölüm sahnesi çeker ki kendisine, resmen köpek gibi yağmur altında can verir Kikiuchyo.

Samurai Saga serilerinde ise tüm zamanların en büyük savaşçılarından olan Miyamato Musashi'yi canlandırırken en az Kurosawa filmlerindeki drama rolleri kadar yerindedir, chambara diyip küçümsememek lazım o filmlerin de kendi havaları ve tadları vardır. Gerçi yine tekrarlıyorum, günümüz kinder bueno film izleyicileri için aksiyon sahneleri yetersiz, "efektler" pek iç açıcı gelmeyebilir. Ama kişisel olarak bu filmlerde beni çeken şeyin, herşeyin bir yeşil ekran ardında değil de gerçek mekanlar ya da üzerinde çok uğraşılmış setlerde gerçekleştiğini bilmektir. Oyuncular makyajla üç metre ya elli santimetreye üleştirilmez, ortada bir kılıç dövüşü sahnesi varsa hali hazırda aktörlerinin hepsi kendo,iaido, jo-do, judo, karate artık hangisi varsa bildiği için olabildiğince gerçeğe yakın gözükür. Halbuki episode 1'deki yeşiiliklerde yapılan savaş sırasında gerçekten orada olan tek şeyin çimenler olduğunu bilmek, filmdeki o yeşil ekran izlerine belirli belirsiz takılmak beni artık yormaktadır.

Kısacası Mifune, filmlerin film gibi olduğu dönemlerin oyuncu gibi oyuncusudur ve bu yazar için her daim zevkle izleyeceği bir sürü filmin yegane "ağır" abisidir...

Zahmet edip okuyan herkese teşekkürler. Umarım benim yazarken aldığım zevkin bir kısmı da sizlere yansımıştır. Şimdi düşündüm de kendi çapımda bir Kurosawa filmleri zirvesi mi ayarlasam? Olmaz değil, firakman abim sen ne dersin?

delikanlı telekom bizi de kapat!

birkaç gün önce, internet alemindeki göz ağrılarımızdan ekşi sözlük, sitede esrar lafı geçiyor, gençler bu yüzden esrarkeş oluyor açıklamasıyla, telekom tarafından dns kaydından düşüldü.. tabi ki üç kuruş işten anlayan yazdı ip'yi girdi, bi takım dns problemlerini halleden programcıklar kullananların ise böyle bi engellemeden haberi bile olmadı.. demek ki neymiş? direkman gidip sitenin bulunduğu harddiske tornavida/çekiç ikilisiyle girişmeden erişimi engellemek falan yalan oluyomuş.. mirror site müessesesine girmek dahi istemiyorum, iyice kafaları karışmasın..

ne demek kardeşim "BU SITEYE ERISIM MAHKEME KARARIYLA ENGELLENMISTIR!!!"? adamlar çocuk pornosu mu yayınlıyo, karı mı satıyo, torbacılık mı yapıyo?? ha, tabi ki üyeleri arasında, çocuk pornosu seveni de, karı satanı da, torbacılık yapanı da vardır; profesörler, müzisyenler, yazarlar (hakiki) olduğu gibi.. enteresan bir komünitidir.. turizmden sonra, hayatımda en çok çeşit insanı sokan ikinci ortamdır..

diziyi çok sevdiğim, hertürlü savunduğum halde, bu durum hasıl olunca sorasım geldi: polat alemdar, kurtlar vadisinde cerrahpaşalıların iki numarasını kıtır kıtır kestiği vakit show tv'ye erişim niye engellenmedi? halihazırda mmsli videolu telefonlarına bu sahnenin görüntülerini indirmiş 50.000 küsür (yazıyla ellibin küsür) kişi neden tımarhanelere kapatılmadı? politikaya giresim yok, ama gazeteler bu ülkede hiç mi birilerini hedef göstermedi? (sadece son hikayeler değil, nicelerini hatırlıyor bu bünye, her tür fraksiyondan hemide) her allahın günü ibneliği puştluğu godoşluğu özendiren bir sürü dizi, program, tartışma şeyleri falan, tüm bunlar insanları birşeylere özendirmiyor mu? yoksa insanlar bildiğimiz anlamıyla medyanın verdiği gazlara gelmiyor da, (sözde) gazcı interaktif medya olunca mı özeniyor bazı şeylere? ya da anne babalar çocuklarına seyretmemeleri gereken programları gerçekten seyrettirmiyorlar, televizyonların ekseriyetinde olan kanal kilidi / çocuk şifresi gibi atraksiyonları uyguluyorlar da, bi tek internete mi engel olamıyolar??

"genç dimağları esrar içimine özendirmek"miş suçu.. o genç dimağın özenesi olmaya görsün hele, mevlüt şekeri görse tecavüzcü coşkun sahnesi aklına gelir de özeniverir! misal ben de "şahin k" başlığından çok etkilendim, denizin buzlu sularından gelen nice şeylere özendim, ben de davacıyım sözlükten ey telekom, benim için de kapat!

hayırlısıyla komple özelleştirilse de, kurtulsak böyle ortaçağ uygulamalarından diyorum.. millet avrupada roj tvyi kapatamıyo, "fikir özgürlüğü" adı altında, bizde ise nerdeyse çocuklara esra adı konması yasaklanacak.. niye mi? kimin ne şekilde özeneceği, aklına düşeceği belli mi olur, önce tedbir sonra tevekkül!

telekoma son söz olarak, "kapatmayın milletin dükkanının önünü" diyor, tüm ekşi sözlük camiasına -bi kısmı zati aramızda- geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum..

resimde, ekşi sözlük sayesinde okumaya, ilime irfana ÖZENMİŞ malazgirtli genç bünyeler görülüyor..

hayatta

www.hayatta.com

Hayatta ne yapmak istersin?

Sanki bi peri gelmiş de soruyor bunu size. Tamam belki gerçekleştirmiyor dileğini ama sayısını da sınırlandırmıyor en azından. Ben bir nevi New Year's Resoultions şeklinde kullanmayı planlıyorum bu siteyi.

Konsept henüz çok yeni, site yeni geliştiriliyor ama bence zevkli. Geri dönüp hayatın muhasebesini yapabileceğimiz bir checklist bir nev-i. Üyelik davetiye ile. Onları da artık bu freckster kişisi drupal midir nedir onu hayata geçirsin, mesajlaşabilelim o zaman gönderebilirim ilgilenenlere...

23 Mayıs 2006

"Ses ve Işık Kardeşliği: Pink Floyd"

33 DEVİR DİNLETİ
Etkinlik: SÖYLEŞİ
Yer: ATATÜRK KİTAPLIĞI
Tarih: 25 Mayıs 2006 Saat: 18:30
Etkinlikler ücretsizdir.

"Rock tarihinin en ünlü süper grubu İngiliz kökenli Pink Floyd, müziği kadar sahne performanslarıyla da ünlüdür. Berlin Duvarı'nın yıkılışı onuruna verdikleri konser ile Pompei'de verdikleri seyircisiz konser, Pink Floyd'un efsane konserlerinden yalnızca ikisi... Grubun 1994'te Earls Court'da verdiği iki saatlik Pulse adlı konseri, özellikle ışık gösterileriyle rock tarihinde henüz aşılamamış muhteşem bir şölene dönüşmüştür. Programda bu iki saatlik gösteriden seçilen en iyi bölümler gösterilecek ve grubun müziği bir kez daha masaya yatırılacak. "

buyurmuşlar sevgili organizatörler. iyi niyetleri ve iyi seçimlerinden ötürü tebrik etmek gerek. yalnız, ilk kamınttan da gelen uyarıda da görülebileceği üzre, bi takım yüzeysel bilgileri netleştirmek, copy paste mahsülü bu yazıyı cilalayıp editlemek elzemdir. The Wall Live in Berlin konserinde The Wall filminden sahneler tiyatral nitelikte icra edilirken sahnede sovyet kızılordu orkestrası, dogu berlin radyo orkestrası ve korosuyla birlikte yer almışlar. konserde yer alan diğer isimler şöyle; brayn adams, paul carrack, the band james, galway, the hooters, cyndi lauper, ute lemper, joni mitchell, van morrison, sinead o connor, the scorpions, marienne faithfull, tim curry, albert finney ve snowy white.

pompei deki hadise için seyircisiz konser denmiş. seyircisiz kısmına bi itiraz olmasa da buna konser demek, daha da doğrusu seyircisiz konser ifadesi domatessiz yumurtasız menemen gibi bir şey oluyor. futbolun seyircisiz oynandığını gördüm, tek başına bir bütünlüğü var. ama konser demek seyirci demek. öte yandan live at pompei kayıtlarında klipvari bir takım görsel unsurlara da yer verilmiş, dönemin görsellik sınırları içerisinde son derece kendine has bir yapıt koymuşlar ortaya..


http://www.kultursanat.org/ayrinti-347.html
http://www.kultursanat.org/05.2006/ajanda/7.jpg

EKRANLARIN EN AGIR ABISI...








bolum kac bilmiyorum ama bilen bilir vaktiyle 2005 msn senlikleri nde
en erkek ,erkek serisi yapmis bunu da imece usulu msn imdeki halk listesinin oylariyla 1 ayboyunca bir agir erkegimizin fotografini koymustum
burda en fazla oy alan, "hakkat ne abiydi "denilen, kadin olsun erkek olsun onunde saygi durusunda durulan abimiz elbette MARLON BRANDO oldu.

yazilmisligi var midir burada bilemem gerek "Don Vito Corleone" gerek MARLON BRANDO olarak ekranlara kisik sesiyle demir atmis en agir erkektir.baba dir ,abidir.

hatta nazarimda Don Vito Corleone tamamen gercek ayri agir bir erkektir.kendisinin tek bir hareketiyle adamlari durdurmasi bayanlarda da ayni etkiyi saglasada kadinda biraktigi reaksiyon tamamen farklidir.:)

oyunculugu konusunda ise yazacaklarim buraya sigmaz. alin filmlerini izleyin demekten baska yorum yapamam

http://www.imdb.com/name/nm0000008/
http://brando.crosscity.com/Brando/Main.aspx?Page=Filmo/Filmo.ascx&Film=25
http://www.film.gen.tr/star/star.cfm?pid=3594

22 Mayıs 2006

TahinPekmez Profilleri - The Agathodaimon (episode ül-azim)


iş bu tahinpekmez ortamının en bi ilk üyesi, asri kanka, hem yecüc hem mecüc, her türlü iblisliğin, iç ve dış mihrakın kaynağı, kırmızı ferrarilerimin en birinci sebebi..
kendisiyle ilgili yaptığımız internet araştırmasında en makul pozunu yanda görüldüğü şekil bulduk ve buraya ataş ettik.. kendisi normal objektiflerle resmedilemediğinden, âmâ heykeltraşlara yontturduk, sonuç böyle oldu!
öyle bir insan düşünün ki, hayatının önemli bir kısmını başka insanlarla uğraşmak, dertlerini dinlemek, yaralarını sarmakla geçirsin; ama tüm bunları yaparken de girdiği her ortamda sizi babun etsin, şak diye satsın sonra "ehemehe" desin..
kendisiyle edilebilecek muhabbet dünyanın ilk zamanlarından başlayıp norveçli metalci kardeşlerin acılarının gerçek nedenlerine kadar uzayıp gidebilir, içilen içkiye göre değişiklik gösterebilir.. velhasıl, lülesinde köz olmayan tütünden bile duman çıkarabilecek kudrette bir marpuç soluyucusu, bir kaykay binicisi, pembe bisiklet arkasına tutunmuş patenli ibiş edasıyla salınan bayraktır caddebostan sahillerinde, tektir, emsalsizdir..
istanbul - ankara arasında tren yolculuğunda sabaha kadar karı kız muhabbeti yapan bu bünye, dönüş yolunda otobüs camından 450 kilometrelik yolun prekambriyen mi ostrojenez mi olduğunu bir bir anlatır, anlatmakla kalmaz ara ara sorularla can kulağıyla dinlediniz mi test eder, on sorudan sadece birine cevap veremeseniz küser, 30 kilometre susar, sonra gene başlar anlatmaya, böyle dolmuştur kayaç / fosil sevdasıyla..
asker öncesi yaşadığı derin metamorfozları (agathodaimon - klabodaimon geçişi kolay olmadı, ben bilirim) askerlik süresince sindirmiş, o gün bugündür hiphop olsun, r&b olsun hertürlü zenci müziğine karşı aşinalık geliştirmiş, bi tek şu bizim adamlara alışamamıştır, ben ona yanıyorum..
peşin diyeyim, ne silerim, ne editlerim, gerekirse kırarım bu siteyi, gene elleşmem:)

yeni uygulama ve gelişmeler: hostink aldık ooolum:)

post başlığında böyle samimi bir giriş yaptım evet, ve fakat pamuk el cebe girdi, taze ve accayip bi yer aldık, hali hazırda drupal'in son sürümü kuruldu, sağı solu kurcalanma aşamasında.. hal böyleyken, "aga ben bu işten anlarım, şöyle böyle olsun" diyecek kişilerin maillerini ya da yorumlarını bekliyorum.. bu hadiseyi nekadar katılımlı bir şekilde inşa edersek okadar isteklere cevap verecektir..

ikinci bir hadise, ilk sayfada gösterilen post adedini üçe düşürmüş olmamızdır.. böylece ana sayfa yüklenmiyor arkadaşım sorunlarına bir nebze soluk kazandırmak istedik.. beş aydır bizi host eden sevgili blogger'dan ayrılasıya -çok kısa süre sonra- böyle kalsın bakalım.. unutmayalım ki son on posta direk linklerinden, daha öncekiler ise arşiv linklerinden ulaşılabilir..

kalınız sağlıcakla..

20 Mayıs 2006

Engin Ardıç!


geçen gün yeni tanıştığım bir insanla sohbet tırmandırmaya çalışıyoruz, baktık bir türlü muhabbet oturmuyor, açılmak için karşılıklı soru cevap faslını başlattık.. "en sevdiğin üç x" konsepti dahilinde, birçok soruya üçlü cevap verdimse de, "x = köşe yazarı" olduğu vakit birinciyi hemen söyledim: "engin ardıç!", fakat ikinciyi ve üçüncüyü bir türlü diyemedim.. yıllar yılı star gazetesini alma sebebim, oradan ayrılınca akşam'a başlama sebebimdir bu adam.. gazetenin ekseriyeti çapaçula döndüğünde markayı değiştirdim, ama kendisini internetten takip etmeye devam ettim..
bugün ara sıra birşeyler yazmayı seviyorsam, sebebi olarak tabi ki öncelikle jules verne, selma lagerlöf gibi isimlerden başlayarak zibilyon tane adam sayarım, amma yazıya şekil vermekse hadise, bunu yapan iki kişidir: biri Ferhan Şensoy, diğeri de Engin Ardıç.. onlar gibi daldan dala atlayıp ana malzemeden kopmamak, yeri geldiğinde en kalın küfürü en tatlı şekilde yazının kalbine oturtmak gibi özellikler için kimbilir daha nekadar çok okumak, okumak ve okumak gerekiyor.. hepsi olamasa da, bu ikilinin okuduklarını da okumaya özen gösterdim, tabi nereye kadar..
gönül isterdi ki, Engin abi de buranın bir parçası olsa, komentlerde tatlı tatlı giydirse, boyumuzun ölçüsünü bilsek, ve dahi haftada bir ennn kafasına göre bir mood içinde buraya da üç beş satır birşey yazsa, keşke..
bu son cümleme bi tarafıyla gülenler için, öğretisine uygun bir son geldi aklıma:
namık kemal ne demiş? hayalle yaşayanın bir kere, yaşamayanın iki kere ..tüne koyayım!
bir kereyle kurtarabilenlere selam olsun:)

19 Mayıs 2006

14 Haziran'da Babylon'da Pink Floyd Partisi(ymiş!)

vay be.. bundan 3 sene önce de böyle bir garabet yapmıştı bu acz içindeki mekan, utanmadan gene yapıyormuş, demin öğrendim, geleyim kin kusayım istedim akabinde..
bir insan bu show business işinden bukadar para kazanır da ekmek teknesine bir çivi çakmaz mı arkadaş? eğer çakıyorsa da işitsel olarak birşey değişmediği kesin.. senede bir, dandik bir evente gidip kontrol ediyorum, yarım saatte zor kaçıyorum mekandan.. nice sevdiğim sanatçılar geldi burada konser verdi de sırf kendilerini o şekilde hatırlamamak için gitmedim.. mikrofonun arkasında duran speaker olur mu arkadaş? burada bu işten anlayan tomarla adam var, hakiki organizatörler var, bir ricam olacak: ben sakal sahibi değilim, o yüzden sözümün geçeceğini sanmıyorum.. ama sizi dinlerler, bir konuşsanız bu arkadaşlarla, üç beş düzgün ses sistemi kurdurtsanız.. kumarda borç senedi imzaladılar da onları mı ödüyolar nedir bilemedim, ama içeride ses kalitesi hep iğrenç idi, hala iğrenç.. bir de utanmadan pink floyd gecesi yapacaklarmış.. iddia ediyorum, geçen yaptığımız partinin mekanı Bronx sistem olarak beş basacaktır!
http://www.babylon.com.tr/b2003/tr/program/programDetay.asp?etk_id=919&ay=6 linkinde de görebilir okuyabilirsiniz, ama üşeneceklere paste edeyim:
"En büyük şehir efsanelerinden biriydi : ''Pink Floyd, İstanbul'da konser veremez! Çünkü onların ses sistemlerini çalıştıracak elektrik gücü İstanbul'da yok. Maazallah ola ki konser verirlerse de İstanbul birkaç gün elektriksiz kalır...'' Yıllar geçti, Pink Floyd dağıldı. Galiba İstanbul'un elektrik sorunu da geçmişte kaldı. Şimdi aynı şehir, Pink Floyd'un beyni Roger Waters'ı ağırlamaya hazırlanıyor. Profesyonel Pink Floyd dinleyicisi ve amatör DJ hede'nin (isim vermeyelim aleni adama ayıp) hazırladığı bu gecede Roger Waters konseri öncesi şöyle bir hafızamızı tazeleyelim, Pink Floyd'un en iyi klasiklerini dinleyelim. Ki dersimizi iyi çalışmış örnek bir öğrenci gibi konsere gidelim."
satıraralarına kasmayalım, direk yazalım:
koçlar, canlar, şehir efsanecileri; herkes bilir ki babalar gittikleri yere tırlarla şileplerle gider, kendi elektriklerini kendi üretir, kimseye müdana etmezler.. istanbulun elektrik sorunu da geçmişte kalmadı, ama Roger Waters gene de geliyor, ama jeneratörlerini de getiriyor..
profesyonel Pink Floyd dinleyicisi, yani Floydian zümre, amatör diceyin hazırladığı playlistten hazzetmez, çünkü "have a cigar" arkasından "comfortably numb" dinlemez, dinleyemez.. karışık liste yapılacaksa elde sadece babaların yaptığı iki toplama albüm olan "a collection of great dance songs" ve "echoes" referans alınır, takılır cd playere, play tuşuna basılır, keyfine bakılır, diceye miceye de ihtiyaç olmaz..
ha, bir de, zaten o konsere dersine iyi çalışmış örnek öğrenci gelmesin zaten, baba da ne demişti yıllar önce: "we don't need no education!"
tüm bunların ışığında, böyle bir aktiviteye gidecek kişilere, gene Pink Floyd severdir saygımız vardır diye bişey diyemiyorum, ama "öğrenci 10 ayakta 15 arabada 30 evde 50" zihniyetiyle böyle güzel insanlardan nema edinmeye çalışan, bugüne kadar edindikleriyle iki düzgün infinity speakeri o mekana çok gören insanlara şunu diyorum:
"hahaaaa charade you are!"

18 Mayıs 2006

Ekranların en "ağır" 10 abisi. Bölüm 4: Kabul edin, gerçek hayatta hiçbir dövüş filmi oyuncusunu dövemezsiniz!

Kısa bir aradan sonra bıraktığımız yerden devam ediyoruz efendim.


5-Bruce Lee


Öncelikle bütün halkımıza gururla bildirmek istiyoruz ki güvenlik güçleri, sivil savunma ve polisimizin yardımıyla Bruce Lee ölümü hakkında ipe sapa gelmez spekülasyonlar yapan son kendini bilmez de İstanbul Avcılar "Kanlı Yumruk" karate salonuna yapılan bir baskınla ele geçirilmiş ve ceza evine konmuştur. Üstünden 1993 yılında Kara Kuşak dergisinin verdiği "Ninja Kimlik Kartı", iki süpürge sapını zincirle birleştirip yaptığı "mumçıkası" ve üzerinde "sevgili bayan sizden çok hoşlandım ve arkadaşlık kurmak isterim, eğer siz de bu teklifime sıcak bakıyorsanız kartın "evet" kulakçığını koparıp bana geri verin" yazan tanışma kartından çıkan sanığın yirmisekiz yaşında olduğu ve 2000 yılında yapılan Büyük Temizlik Operasyonu sırasında taşrada saklanıp kendisini kurtardığı, fakat önceden bir ihbarla yola çıkıp karate salonunda "Bruce Lee mi döver Van Daymın mı?" geyiği çevirerek rutin kontroller yapan iki polis memuruna, dayanamayıp "abi onu boşverin de, adamın vücudunda gram yağ yokmuş, Çin mafyası basmış evindeyken ama kasamadığı tek yeri olan ensesinden vurmuşlar, yoksa nereye öldürüyorsun" şeklinde yanaşınca foyası ortaya çıkmıştır.

Halkımız bilmelidir ki bu tür geyikler oduncu gömlekleri ile beraber doksanlarda kalmıştır. Kimsenin gücü bu ülkeyi "karışık kasetle sevgi ilanı" günlerinin karanlığına tekrar çekmeye yetmeyecektir!
--------------------------------------------------------------------------------------------------------

Bruce Lee: Bütün Çinlilerin "they are all kung-fu knowing motherf...ers" olduğu dönemin civciv kostümlü kahramanı, önce "cool" olsun diye çekilen sonra "kitsch" olan en sonunda da "kült" mertebesine ulaşan az miktarda filmin başrol oyuncusu ve kendi dövüş tekniğini (Jeet Kune-Do) geliştirecek kadar iyi bir Kung Fu ustası (adamı döver).

Mükemmel bir "dövüşçü" vücudu, imza hareketleri (misal her bitirici vuruştan sonra bir "uaaa" çekmesi -ki biz buna ki-ken-tai-ichi diyoruz. genel olarak tüm dövüş sanatları uygulamalarında bulunması gereken "vücut düzeni, ruh ve silah\yumruk" kombinasyonunun "ruh" parçasıdır ve işlevsiz bir sinema hilesi gibi gözükse de aslında temelleri ve felsefi derinliği olan bir hadisedir.) ve daha da imza olan çift nunchaku'su ile zaten ekranda başka bir şeye bakmayı güçleştirir. Belki oscarlık bir oyunu yoktur ya da gay bir kovboyu oynarken zorlanabilir ama zaten "lion face, lemon face" tarzı bir oyunculuk değildir onunki. Hareketleri, tarzı ve ruhu zaten herşeyi anlatmaktadır. Günümüzdeki aksiyon kahramanlarının aksine dövüşe asla kişisel çıkarlar için ya da dünyayı kurtarıcam gazıyla girmez. Birilerine yardım etmek, çoğu zaman da dövüşten kaçarken tam ortasına düşmek onun kaderindedir.

Günümüz kinder bueno çocukları hali hazırda uçan çinliler ve kayak yapan elfler ile şımartıldığından bir Enter The Dragon ya da Fists of Fury aksiyonu "kaba" gelebilir. Oyunculuklar abartılı, senaryolar köpek kulubesine zemin olacak kağıt parçalarından ibaret olabilir ama zaten bir Bruce Lee filmde son dikkat edeceğiniz şeyler bunlardır. Bruce bir tekme atmak için efil efil etrafında dönmez çünkü bir savaşçıdır, hızla düşmanlarını etkisiz hale getirmelidir çünkü her zaman en güçlü ve zorlularla dövüşür. Bir filmde tekme atıyorsa ne ip ne de başka bir hile söz konusudur. Gerçekten o tekmeyi o mesafeye kadar atabilir, çift nunchaku'yu inanın kamera oyunu olmadan aynı hızda çevirebilir. Bruce Lee ne suratsız Jet Li gibi sönüktür ne de Van Damme gibi gösteriş budalası. O yumruk atar siz yemiş kadar olursunuz. Bu arada bütün doksanlar boyunca "herkesi bilirim de Chuck Norris i kesin döverim abi" diyenlere bir not, Chuck Norris aslında Bruce Lee'nin öğrencisidir ve inanın bana, döner tekmesi bütün dünyayı olmasa da sizinkini mahvedebilir..

Sertlik derecesi: 12.000 Hayden Christensen

4-Clint Eastwood
Tüm zamanların aktörleri içinde başka kaç aktör vardır altı patların daha çok yakıştığı hatta elinde doğal durduğu? Tipe bakın lütfen, zerre nur görmemiş, at hırsızlarının bile yanında "parlak çocuk" kalacağı bir çehre değildir de nedir bu?

Eğer Sergio Leone için Spaghetti Western tanrısıdır diyebilirsek (ve hala çarpılmadıysak) Clint'de onun peygamberidir. For a Fistfull of Dollars yakın plan (ama cidden YAKIN plan) çekimleri, bunaltıcı ve boğucu ortamıyla olduğu kadar hepsi birbirinden uğursuz karakterlerine yine yakın plan çekimleri (televizyon yerine projeksiyon makinesinde izlenmesi gereken başka bir film daha, Stephen King Dark Tower serisinin yeniden basımıın ön sözünde Kara Kuleyi yazarken bu filmin atmosferi ve ruhundan çok etkilendiğini söyler ve bu filmi sinemada izlememiş insanların asla Leone'nin "sanat" anlayışını kapamayacağını da ekler,yerde göğe kadar da haklıdır) derken kendinizi bir araba sopa yemiş gibi hissedebilirsiniz.

Bu filmler haricinde, Clint baba kendi çektiği filmlerle de birer efsane yazmış Unforgiven en iyi yönetmen dalında kendisine Oscar kazandırmıştır(ağır abi manifestosu no 2: iki tür ağır abi vardır, oscar'ları kucakla, kamyonla götürenler ve hepten "oscar da neymiş" diyenler, ikisi de birdir) ve sinema tarihine en sağlam ruh hastası olarak geçmesini sağlayan Dirty Harry\Kirli Harry rolü de unutulmalıdır.

Dirt Harry filmlerinden öğrendiğimiz tek şey eğer Clint Eastwood gibi bakabiliyorsanız silahızda kaç kurşun kaldığı önemli değildir;



Freko kişisi dedi ki "öyle saksonla, kelt ile gelme bize" ama bu cümleyi orijinal dilinde vermek filme ve o sahneye saygımdan ötürü bir zorunluluktur:

Harry Callahan: I know what you're thinking. "Did he fire six shots or only five?" Well, to tell you the truth, in all this excitement I kind of lost track myself. But being as this is a .44 Magnum, the most powerful handgun in the world, and would blow your head clean off, you've got to ask yourself a question: Do I feel lucky? Well, do ya, punk?

Peki durun cahil cühela halimle çevireyim:

Harry Callahan: Ne düşündüğünü biliyorum. "Altı el mi ateş etti yoksa sadece beş el mi?. Gerçeği söylemek gerekirse, bütün bu eğlence içinde ben de sayısını unuttum. Fakat bunun 44 kalibrelik bir Magnum, dünyanın en güçlü tabancası olduğu ve kafanı uçurabileceğini varsayarsak kendine şu soruyu sormalısın: Kendimi şanslı hissediyor muyum? Ne dersin, serseri, hissediyor musun?

Buyrun sahneyi de ekleyelim yazıya

Sertlik derecesi: Üç kamyon Leonardo Di Caprio

17 Mayıs 2006

geçici bilinç - birikim - herşey devri..

başlıkta ne diyeceğimi bilemedim.. bir yakinimle çevirdiğimiz bir geyik esnasında, şöyle bir konuşma geçti:
+ ders çalışmam lazım..
- benim de tahinpekmez bitirmem lazım, beri yandan bişeyler yazasım var..
+ sen benim yerime çalışsan ya
- sen de benim yerime yaz ozaman, eheh
+ hakkaten, olsa ya öyle bişi, birilerine bazı şeyleri geçici de olsa devredebilsek falan..
- aha bana yazacak konu çıktı:)
+ adisin!
- öyleyim..
netekim, bu fikir sanırım daha önce bi başka filozof (öhöm) tarafından işlenmişti de bilemedim gecenin bu saatinde, hani diyorum, böyle ortak bilinçimsi bişi olsa, ben misal yarın işe gitmek istemesem de o gün benim işe gidesi olan birisine orayla ilgili tüm switchleri açsam, baba alsa, gitse, paşa paşa benim yerime çalışsa bütün gün, ben de yaysam kendimi, bi sağıma yatsam bi soluma, ya da gezsem dolaşsam bu şaheser havada bi şekil..
tabi ki bu iş kısıtlı bi süre için olabilmeli mesela, haftada bir olabilmeli, ya da bir dönemde iki ders için bir başkası benim için finale çalışabilmeli, yoksa parası olan düdüğü çalar, elalemin yerine bişiler yapmak gibi bir iş kolu doğar, gereksiz istihdam oluşur falan.. ayrıyetten, tam olarak benim işi yapmak değil olay; sadece yarın için, gene misal, gitse custi çalışsa bizim işyerinde, download etse benim o işle ilgili tüm bilgimi birikimimi, akşam çıkarken de komple upload etse ogünün olanları, o veriler bana gelse, ben ertesi gün gittiğimde sanki bir gün önce oradaymışımcasına fransız olmasam konulara..
böyle bi hezeyan işte, olmaz işler bunlar, ama "hayat bayram olsa"yı da ekleyeyim tam olsun..

Ekranların en "ağır" 10 abisi. Bölüm 3: Create tuşuna bastım "yaratmak Allaha mahsus" hatası verdi.



6-Yul Brynner: Yaşı çeyrek yüzyıla yaklaşan (ya da aşan, opsiyonel bir seçim) yaşıtlarımın hatırlayabileceği bir abide sıra. Şimdi ilk iki abiyi anlatırken "parlak adamdan ağır abi" olmaz demişiz ama resme bakacak, cidden dikkatlice bakacak olursanız Yul Brynner'ın metaforik olarak on iki Osman Sınav dizisindeki hem erkek hem de kadın oyunculara yetecek derece kirli sakallı olduğunu görebilirsiniz.

Üstelik Holywood cinlerinin yeniden çekimiyle sömürmeye çalıştığı muhteşem bir film olan The King and I'dan alınan bu sahnedeki duruşa da dikkatinizi çekerim. Bağrı açık ceket, kadife şalvar ve gümüş kemer kombinasyonunu eğer İsmail YK değilseniz ancak bu kadar maskülen taşıyabilirsiniz.

Normalde saç engelli olmak başkalarında karizma kaybına yol açabilirken Yul abide "bu adam bir kafa atsa doğmamış çocuklarım yara bere içinde gelir dünyaya" elektiriği yaratır. (ağır abi manifestosu no 8: ağır abi sadece filmlerde değil, bizzat gerçek hayatta da ağır dayakçı olmalı en azından o enerjiyi vermelidir. yani "abi senin son film de olmamış" dediğiniz anca ağzınızı çatısına vuracak bir insan olduğunu düşünmelisiniz ki filmlerinde de o elektirik devam etsin)

Yıldızı tarihi filmlerde kral (The King and I),kana susamış kabile lideri (Temujin) ve tekrar kana susamış kabile lideri (Taras Bulba) şeklinde rollerde oynaması ve her an setteki atları çalıp "zaparoşti!" diye kükreyip yan setten Ava Gardner'ı terkisine atıp dağlara çıkacakmış izlenimi vermesiyle doruklara ulaşmıştır. The Ten Commandments'de Hz. Musa'yı sürgüne gönderen firavunu oynamış olması genelde "sevilesi kötü adamlar" rollerinin adamı olduğunu gösterir. Bir çok Western filmi içinde belki hatırlayabilirsiniz, The Magnificent Seven benim favorimdir.

Fakat bana göre bu adamın doruk noktası muhteşem bir Gogol uyarlaması olan Taras Bulba daki performansıdır. Zaten atmışların filmleri ve cinecolor tekniğine nostaljik bir hayranlık beslerim, bir de o dönemlerde "uyarlama" denince hakikaten bahsi geçen kitaptan yola çıkıldığı, insanların en sevdikleri sahnelerin senaryonunun yazıldığı kitapta olmayan sahnelerden oluşmadığı için izlemesi ayrıca zevklidir.

Sertlik derecesi: 23 Jean Claudde Van Damme (know as Van Daymın)