30 Haziran 2006

Piyasada Bulunamama



İstanbul için artık , artan sıcaklık , artan nem oranı ve elbette ki piyasada ki birçok güzelliğin tatil yörelerine doğru akması sonucu ; belli bir süre yeşil mayomla beraber buralarda olmayacağımı belirtirim. Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz lagünden bulunabilirse wireless , bulunamaz ise 17 gün sonra ki mesai başlangıcı ile "TahinPekmez bakın tatilde ne yaptım ! ! !" postu ile geri döneceği haber ederim.

29 Haziran 2006

86 model Comfortably Numb, ilk sahibinden..


Geçen hafta memleket sallandı bu şarkının son varyasyonuyla, sololarını snowy white ile dave kilminster attı, lakin sanırım onlar da benim gibi bu videoyu izlememiş olacaklar ki, gayet aslına sadık kalarak albüm versiyonu takıldılar, helal olsun diyelim biz tekrar..
ama bir de aşağıdaki linke tıklayalım da, görelim analar neler doğuruyor, grandchesterdan çıkan eller nasıl nota basıyor, kralına maden suyu ısmarlıyor:
özellikle son üç dakikaya dikkatleri yöneltmek isterim..
elbette bu hadise, www.videosakla.com marifetiyle arşive kazandırmalık bir hadisedir, seyredin anlayacaksınız..
okeania abimizin katkılarıyla..

gayız gayda zörtletiriz!

kazara aklıma takılan "türküz türkü çığırırız" sloganından hareketle, lan dedim bu gay insanlar da çalsa çalsa gayda çalar herhal.. sonra oturduk gay komşuluk ithamları altındaki bir arkadaşla, dedik bu gayda çalınır mı, üflenir mi, nedir; en sonunda zörtletilebilir bir alet olduğuna kanaat getirdik..
madem başlığı bulduk, yegane güzide fasilitemiz olan resim de koyayım, tam olsun, lakin bir de baktım ki anglosakson insanlar buna bagpipe demişler, sadece bizim memleket bulgardan araklama bir şekilde gayda der olmuş..
umutsuzca arattım resmi, bir de ne göreyim, toronto'da daha yeni gaypride yapılmış da bu kardeşler de böyle geçit töreninde bagpipelar elde, zörtlete zörtlete yürümüşler..
arayınca insan neler buluyor diyor siz sevgili tahinpekmezcileri resimle başbaşa bırakıyorum..

28 Haziran 2006

Seçme delilikler vol 4: Galewolf vs Tatil (Ace of Base,keten helva ve yaz aşklarına dair)

Tatil kelimesi her daim "sihrini" koruyacak bir kelime benim için. Gerek ailecek gidilenler olsun, gerek o menfur "gençlik kampı" denen ermişlerin kemikleri üzerine temellendirilip insanın içinde hali hazırda skindirik bir eğitim kurumunda yeterince sindirilmemiş son bireysellik kıvılcımlarının kötü yemekler, bütün gün çalan karma kasetler ve "lider" denen hödüklerin kombine çabasıyla yok edildiği mekanlar olsun gerekse "olm bu yıl kesin bir iki alman\rus düşürürüz" diye çıkılıp Alanya Selçuklu limanındaki surlarda elde çekirdek "aslında bizim kızlar daha güzel lan, bunların hepsi kalın" şeklinde söbermeye (söbermek nedir demeyin, az sabredin) kadar "geniş" skalada temalı tatillere çıktık çok şükür. Aşağıda bu tatillerden aklımda kalanların oldukça dağınık bir özetini bulabilirsiniz;


-Valide ve pederin çalıştığı devlet dairesinin kampları muhteşem olurdu. Sonuçta bir çocuk için dünya sihirli bir yerdir. Hele benim gibi bütün yıl boyunca okul-ev-nadiren şehir merkezi üçgeninde yaşadıysanız ve artık yol üzerindeki binalardan gideceğiniz yere ne kadar kaldığını hesaplayabilecek kadar sık seyahat ettiyseniz başka herhangi bir yer cidden hafızanıza cidden kazınır. Hayır şimdi "yaşadığım yer çok donuk, hatta mezbelelik denebilecek ayarda bir yerdi" temalı bir şeyler yazacağım "hiş lan genç kızlara acılarla dolu hayatım vardı mesajı çekme, yeşil ışığı yakma" diye saldırıcaklar sinsi gibi, ama neyse sonuçta şu anda burun kıvıracağım dandik bir sayfiye yeri o zamanlar gözümde muhteşem bir yer olarak gözükürdü.


Hatırlamaya çalıştıkça bulanıklaşsa da: Akşam sekizde yenen akşam yemekleri ve fırında makarna, öğlen 1 civarı başlayan G.I. Joe için sitenin yemekhanesindeki okey salonunda toplanıp çalışan amcaya "amca ciayco başlicak açarmısın" diye yalvarmak, ayaklarımızın yere değmediği kocaman "adam" sandalyelerinde elimizde camdan burgulu pepsi şişesi ile oturup izlemek, hasır tavanlı ve dökme beton zeminli "diskoda" Wind of Change dinlemek (bu diskoyu geçmişin karanlıklarından çıkarıp bana hatırlatan Depeyi kişisine de sevgiler.), suntaya sarılı misina ile sabahın yedisinde paslı demir iskeleden balık tutmaya kasmak, sahilde oturup yunan adalarına bakıp "olm istesek bir günde atinadayız lan" şeklinde başlayıp "benim bir arkadaşımın bilmemnesini cin çarpmış" diye devam eden sonsuz geyiklere girip sonra gece ilerledikçe "lan cin çarpmaz dimi" diye tribe girmek, sahilde otururken büyüklerin eğlendiği "gazinodan" gelen hayal meyal fasıl sesleri, normalde saat 9 10 dedi mi yatmak yerine "site içi" olduğu sürece dilediğince zibidilik yapabilmek, zakkum ağaçlarıyla dolu devlet dairesi tarzı "labirentler", genelde tatilin ortasında çıkılan kötü yemekli, aslında sıkıcı olan ama sorgulamayacak kadar "bebiş" olduğunuz yat gezileri, aoç dondurması, sabahları çok sıcak olduğunda oynanan ipucu ve gizli hedef, yosunlu denize, taşlı kumsala ve aşırı sıcağa rağmen yine de eğlenebilmek, sitenin dışındaki gazeteciye giderken yoldaki bahçelerde cırcır böcekleri eşliğinde elma yemek, gazeteciden "katla yapıştır" türü aparatları alıp sessiz bir köşede onları yapmak sonra denize atmak\yakmak, salıncaklar...

-Bana aşk nedir diye soracak olursanız cevabı "Çavuşoğlundaki Fransız kızdır" olacaktır. Şimdi "yuh artık" dediğinizi duyar gibiyim, anlatmaya çalışayım. Çavuşoğlu bizim kaldığımız üç kuruşluk mezbeleliğin hemen yanındaki 5 yıldızlı otelin adıydı efendim. Sürekli ışıkları yanan, kocaman bir havuzu ve sahilinde kafanız büyüklüğünde kayalar değil de ince, altın rengi kum olan bir "cennet bahçesiydi" diyebilirim. İnsanların elinde bizimki gibi cam pepsi şişeleri değil böyle ortası ince ucu ve dibi kalın kokteyly şişeleri vardı. Otelin yatı bizimkinin yanında Queen Mary gibiydi. Dubaları bile daha iyiydi be! Resmen Sezercik gibi elimde pembe renkli helvam bu "sefahat" alemini izler yalanırdım kendi kendime.


İşte o dönem işler biraz daha farklıydı, artık kızları "fark ettiğim" dönemlerdeydim ve lanet olsun artık kızların saçını çekmekten başka şeyler de yapmak istiyordum ama neyi nasıl yapacağım, nerden başlayacağım konusunda ne ufak bir fikrim bile yoktu(şu anda var olduğunu iddia etmiyorum, karışıklık olmasın). Siteye ilk geldiğimiz günden itibaren lojman kankalarım Mıstık, Emre ve Kağan ile şirketi kurmuştuk (Yasin ve İlker'in ailelerine o yıl Yalova ve Akçay yazlıkları çıkmıştı). Emre bizden iki gün önce gelmişti ve barda çalışacaktı, hemen patlattı bombayı "olm çavuşoğlunda fransız bir kız var, görsen inanılmaz". Fransız kız ne ola ki diye düşünmekteyim ben bu arada, evet Bodruma arada sırada indiğimizde bir sürü "kadın" görmüşüz ama bu kızı maşallah sadece biz değil yandaki Köy İşleri yazlık kampındaki elemanlar da konuşuyor. Ama nasıl bir gizem ağı örtüyor kızı belli değil. Kimisi diyor ki "şu sarışın olan mı" yok değil, esmermiş, beriki diyor ki "ben gördüm kocaman göğüsleri vardı" yok öyle de değil diğeri "yok lan göğüsleri küçüktü" diyor. Allahım nedir bu kız neye benziyor, aklımı yitirmek üzereyim. Otele giremiyoruz elbette, her daim biz "halk" bebelerini uzak tutmak için çam yarmaları devriyede. "Siteden giriş yok" diyorlar.

Ama durdurulamaz akbaba sürüsü gibiyiz, sahilden deniyoruz olmuyor, yan duvardan kıçımıza kaktüs iğneleri bata bata deniyoruz olmuyor. Sonunda planı yapıyorum, üç gün boyunca aniden "pepsi" krizine giriyorum. Günde beş tane ben diim, on tane siz. Çeşitli alışverişler için verilen paraları cebellezi ediyorum inceden.

Amaç: Çavuşoğlu diskosuna gidecek parayı çıkarmak. Yalnız tek çakal ben değilim elbette diğer izbeler de parayı denkleştiriyor. İş bir anda büyüyor ve sitedeki kızlar da gelicez gelicez diye tutturuyorlar. Fakat herkes Fransız kızı görücez diye yanıp tutuştuğundan kimse aslında Gülsüm'ün ya da Esranın da "büyüdüğünü" farketmiyor. Davaya adanmışız bir kere dönüş yok.

Hemen "abi\abla" tayfası ayarlanıyor, o yıllarda bomba parça Ace of Base-All That She Wants ve bizim mekanda değil otelde sürekli çalıyorlar. Gençlik de akma derdinde. Neyse sonuç itibariyle yirmi kişiye yakın bir "güruh" olarak toplanıyoruz. Saça ortalama bir tüfek mermisini durdurucak ağırlıkta jöleler sürülmüş, parfüm yok kolunyaya abanılmış. Hepimiz hazırız aleme akmaya. Akıyoruz da, girişte paraları bayılınca bir anda "buyrun efendim" oluyoruz.

Ve ben kendisini sanki saraylara giriyormuş gibi hissetmenin ne olduğunu anlıyorum. Herşey büyük, ışıklı ve temiz. Havuzun üzerinde lanet olası bir "köprü" var ve o köprü üstünde bir bar var! Teknolojiye bak! İnsanlar ömrümde görmediğim "kalitede" kıyafetler giymişler, herkes akça pakça (ha biz de tinerci değiliz ama bir o kadar da "out of place" durumdayız). Kendimi elfler arasındaki Aragorn gibi hissediyorum. Kaba, sakallıi dan dun bir herifin ve etrafımda aslında basit bir euro thrash olan periler geziyor. Sanki otelde değil peri padişahının düğünündeyim. Bukowski gelip görse o anda içimdeki burjuvazi özlemini resmen kendisine gelir.


Amaç şu; ne olursa olsun Fransız kız bulunacak. Free for all kuralları geçerli, hepimiz iyi kötü İngilizce biliyoruz hatta birimiz Fransızca biliyor ki en avantajlımız o gibi(kalleş Emre). Neyse, diskoya giriyoruz ve o yılların "teknolojisi" olan mor ışık ve flaşör ile kendimizden geçiyoruz. On kere falan "All that she wants" çalıyor, abiler ablalar "coşuyor" ama biz ödevimizden uzaklaşmış değiliz. Sonunda "abi kız havuzda" haberi geliyor, haldır huldur diskodan çıkıyoruz ve havuzun etrafını araştırıyoruz. Ben bir içgüdüyle köprüye gidiyorum ve işte orada...


Hayatımda gördüğüm en güzel, en zarif ve kesinlikle en seksi yaratık. Uzun boylu (ben daha güdüğüm o sıralar), saçları uzun ve koyu kumral tek bir toka ile ufak bir perçemi ayrılmış, ince askılı tek parça krem rengi bir elbisesi var. Ben artık yaşayan bir insan değilim, sadece bir hayaletim. Bana doğru dönüyor, yüzü de mükemmel. O anda nefes almayı bile unutuyorum, benimle tek kelime konuşması için bütün sahil şeridini yakarım o derece kendimden geçiyorum. Sonra yanındaki kadın (annesi) ile periler hangi dilden konuşuyorsa bir şeyler konuşuyor ve benim olduğum tarafa doğru yürümeye başlıyorlar. Kalbim o kadar hızlı atıyor ki rahatlıkla bütün Bodrumu aydınlatacak derecede enerji dolaşıyor damarlarımda. Hızlı adımlarla yanımdan geçerken bütün o nemli deniz kokusunu alıp götüren soğuk ve berrak çiçek kokulu parfümünü hissediyorum. Yaşamak benim için anlamını kaybediyor, o ana ve yere saplanıp kalıyorum. Tutunduğum demileri o kadar sıkı sıkıyorum ki elimde boya çıkıntılarının izleri kalıyor.

Hemen hızlı sarıyoruz, efendim gözümü üçgün sonra açıyorum. Yine elimde pembe keten helva, ağzımın kenarında yapış yapış gofretle Çavuşoğlunu izliyorum. Belki onu görürüm, on saniyeliğine de olsa bakarım diye. O günden sonra zaten istesem de gidemeyeceğim bir mekan oluyor yeniden otel. Fakat bende değişen bir şeyler var, artık GI Joe izlemek istemiyorum ya da İpucu oynamak eskisi kadar zevk vermiyor. Oturmak istiyorum, sözlerini bilmediğim doksanlar parçalarındaki hüznü ilk defa hissediyorum. Adını bilmesem de bu duygunun resmen fiziksel acı çektiğimi biliyorum... Sonra bir akşam onu görüyorum tek başıma bizimkilerin gelmesini beklerken. Salıncaklarda sallanırken yanında kendisi gibi ama o kadar güzel olmayan bir kızla geliyor. Kamaşmış durumdayım, ellerim ayaklarım titriyor. İngilizce dersinde uyuduğum günlere küfür ediyorum, "lan past present neydi, was diyince ne oluyor öff lanet olsun" paniklerindeyim. Geliyor, sesi de mükemmel ve aksanlı bir Türkçeyle "meğhabağ" diyor. "Hello, i can speak English" şeklinde abuş bir kalıpla cevap veriyorum. "My english is not good" diyor, ne farkeder canım evlenince ben fransızca ösğrenirim ruh hali içindeyim zaten.


Bu sırada bizim açlar geliyor, bir anda kız etrafını saran bir düzine ergenden tırsıyor. Tam o sırada İstanbul şubesinden yavşak bir piç beliriyor, içimizde "dudaktan" öpüşmüş tek kişi olarak haklı(!) bir gurur içinde ve "kaybedenin diğerini kucağına oturttuğu" şişe çevirmece oynadığını iddia ediyor. Üstelik Emreden bile iyi Fransızca konuşuyor. Hemen konuya giriyor lö, jö, mö diye. Lan ne dese herif kızlar kıkır kıkır gülüyor. Bizi gösterip bişiler diyor kızlar yine gülüyor. İçimde yavaş yavaş bir nefret dalgası kabarıyor, zaten kazanma umudum olmayan bir savaştayım bir de bu zibidi çıkıyor. Son kozum olarak çok janti bir sürü ingilizce cümle kuruyorum. Kız pek oralı olmuyor, tanrım bu karnımdaki ağrı ne ve neden üşüyorum lanet olsun. Bu arada piçkurusu kızı çoktan "götürüyor". Hiç şansım yok lanet olsun, sonra kızların annesi geliyor. Fransızca bişiler konuşuyorlar ve bebe "beni diskoya davet ettiler görüşürüz" diyor. Dördü uzaklaşırken arkalarından bakmaktan başka bir şey yapamıyorum... Ertesi gün bahsi geçen herif parkta bizim yanımıza geliyor. O günlerin açık yaka bağırlı esmer cadde piçi eşdeğerinde bir herif olduğundan zaten sevmiyoruz, bir de gelip "olum var ya vericek kesin, dün elimi bacaklarına attım" diyor. Direk ağır giriyorum "yalan söyleme piç, nerden bilelim" diyorum sanki ilgim yokmuş gibi ama içimdeki alevler göğe kadar yükseliyor. "Ne yalan söylicem olm, kız yollu ben bu yaz kesin ... bunu, sen de avucunu yala" diyor. Siz dese belki geçiştirebilirim ama biliyor ne durumda olduğumu, düşene bir tekme de o atmak istiyor. Fakat tekmeyi karnına yiyen o oluyor. Kötü ve zayıf bir tekme sallıyorum ama yine de sağlam oturuyor ve nefessiz kalıyor. Bizimkiler beni tutuyor, sonra bu "abime dövdürücem seni" diyip gidiyor. Abisi cidden beni dövmeye geliyor ama bizim "abi" stoğumuz daha sağlam olduğu için tırsıp gidiyor.


Zaten tatil de bitiyor bir kaç güne, sabahın verdiği western kasabasını yarım yamalak yapıyorum zaman geçsin diye. Taştan duvarın köşesine koyuyorum maketi, zakkum ağaçları ardından Çavuşoğluna bakıyorum elimde pembe helvam. Bir daha asla çocuk olamıyorum o kampta, asla...

fantastik tatil..

şöyle birşey olsa misal..

bu cumartesi sayısalı inanarak oynasam, tak diye tek başıma kaldırsam, pazar günü atlasam otobüse, kulakta shine on you crazy diamond, ayakta beach pantul, üstte allah ne verdiyse bi gömlek, iki paket sigara, gözlük, otobüste çiğnemelik ciklet falan, bi de altılı kuponu malum, mazhar alanson modeli, bombilibilibom şeklinde insem bozkıra, arkadaşlarla buluşsam, sabahı zor etsem..

ardından milli piyango genel müdürlüğüne aksam ılgıt ılgıt, kulakta welcome to the machine, alsam çeki, gitsem ilk bankadan eft yapsam kendi hesabıma, hesap hesap olalı böyle bir meblağla tanışıp aklı başına gelse, cebe daha güzel mesajlar atsa bankanın crm'i hemen oracıkta, ben hiç sallamasam, bir başka otobüsle salınsam en bilinmeyen bir ege koyuna doğru, kulakta eclipse.. gene büyük ihtimal bodrum civarı olacaktır, başka şansımız yok, olmadı olmayacak..

3 temmuz tarihinde varsam mihenge, el sıkışsam mal sahibiyle, salsam çayıra bedeni, serin serin esse akşam vakti, kulakta high hopes, elde o belde, bağıra bağıra ahmet haşim okusam, kimse napıyosun birader diyemese, olmasa kimseler etrafta, beş kilometre mesafede.. erkenden yatsam, erkenden kalksam in the flesh eşliğinde, karpuzla peynirden mükellef kahvaltıyla bergamutlu çay hüpletsem.. üç gündür ayakta olan beach pantula yeni arkadaşlar edindirmek üzere çarşıya gitsem, en dandiğinden, ama en rahatından şortlar, tişörtler alsam, takımelbisecilere merhaba dahi demesem, I think I'll buy me a football team, en subbuteo'sundan..

hızla dönsem o belde'me, yayılsam deniz kenarına, the tide is turning dese roger baba, yalandan elde kamış olta, beklesem akşama kadar kurnaz balıkların bir salak anını, nema problema.. gitse güneş inceden, kızıllansa ortalık, mangalımı ateşlesem, etlerimi yaysam közün üstüne, buzluktan rakıyı, alt kattan karpuzu, beyaz peyniri, haydariyi çıkarsam.. bir de kral adam edinsem kendime, işi sadece günlük et, karpuz, rakı, peynir, yoğurt tedariği olsa, kömürü tonla alır yığarız, problem değil..

sun is the same in the relative way but you are older / one day closer to death dese dave baba, hamburg'u hatırlasam, o muhteşem üşümeyi, ve ardından gelen gözyaşlarıyla dolu üçbuçuk saati..

böyle gelse geçse günler, takribi altmış gün boyunca, doksan da olur, mevsim müsait, sonra baksam işime gücüme, fonda is there anybody out there..

ve farkedildiyse, tek bir kere cep telefonu, internet, sevgili, şu bu zikredilmedi bu yazıda.. yüzyıllık değilse de üç aylık yalnızlık, kafa toplama, cila atma, pırıldama operasyonu hayali benimkisi..

belki şu an için imkansız, çünkü onca süre kaybolan adam işini gücünü çoktan gözden çıkarmış demektir; amma o sihirli altı rakamı yanyana getirebildikmiydi, üç aylığına tahinpekmez size emanettir a dostlar..

home, home again
I like to be here, when I can
when I come home cold and tired
it's good to warm my bones beside the fire
far away, across the field
the tolling of the iron bell
calls the faithfull to their knees
to hear the softly spoken magic spell..

Yuva arayan kedi ve köpekler + Barınak ziyareti



Yuva arayan kedi ve köpeklerin ilanlarını koyduğumuz blogu sürekli güncelliyoruz.
Ara sıra göz atar ve çevrenize duyurursanız harika olur:
http://yuvaariyorum.blogspot.com

Bu pazar (2 temmuz) Ataşehir Barınağı'nı ziyaret ediyoruz.
Buluşma yerleri:
Anadolu yakasından gelecekler için: 12:20 - Kadıköy'deki Beşiktaş iskelesinin önü,
Avrupa yakasından gelecekler için: 12:00 - Taksim AKM önü.
Katılmak ve/veya malzeme bağışı yapmak isteyenler info@barinak.gen.tr adresine mesaj atabilir.
Ne kadar kalabalık olursak ne kadar köpeğin başını okşar ne kadar kediyi kucağımıza alıp seversek biz de o kadar mutlu olacağız...

27 Haziran 2006

delikanlı organizatörlere açık mektup: U2 getirin beyler!

sevgili organizatör camia,

öncelikle hepinizden rabbim razı olsun, son birkaç yılda bizi mest ettiniz.. şahsım adına konuşmak gerekirse, pet shop boys'tan roger waters'a uzanan bi skalada şahane anlar yaşattınız.. geçmişteki konser deneyimlerimize oranla belki daha az kitleye hitap eden, ama hep vaktinde saatinde başlayan işlere imza atarak profesyonelliğinizi gösterdiniz, gün geçtikçe de işleriniz daha organize, daha ince, daha keyifli oluyor.. en son apocalyptica istanbul konserinde bunun örneğini echoes productions verdi, reklam değil alınteridir, adamlar mekanın alacağı adam kadar bilet satarak hem seyirciye keyifli anları sıkış tepiş olmadan yaşattı, hem de sanatçının rahat seyreden seyirciyle çok daha güzel kaynaşmasını sağladı..
yıkama yağlama faslından sonra, başlığın gerektirdiği çağrıya gelelim:
şimdi gün ve an itibariyle türkiye cumhuriyeti, metallica'nın iki, michael jackson'un bir, roger waters'ın sonsuz - e öyle tabi -, anathema'nın defalarca geldiği, jay jay johanson gibi isimlerin yeni albümlerini türkiye turnesinde tanıttığı bir memlekettir.. hal böyleyken, hele ki en son roger waters da bu memlekete adım atmış olduktan sonra, artık U2'nun politik, coğrafik, analitik ve metafizik sebepleri kalmamıştır, gelirse ekime kadardır, gerisini herkes bilir..
siz mahir türk organizatörlerine düşen ise, memlekette bunca seveni olan bu adamları egenin bu yakasına da geçirmek suretiyle bizlerle kavuşturmaktır.. görüldüğü üzere, bir kaç ibibik tırı vırı laflar etse de, bu memlekette artık 15.000 (yazıyla onbeşbin) kişi bir konsere adam başı 100 ytl verebilmekte, bu da topladın mı 1 buçuk milyon ytl etmektedir.. bu para u2'ya da yeter, size de yeter, mekana da yeter.. kaldı ki bu adamlar artık sanmıyorum para pul derdine konser versin, turneye çıksın, daha ne kazanacaklar..
teklif bizden, becermesi sizden..
haydi, görelim sizi..
U2 sever bünyeler adına
frackman revolutions
ps: kestane kebap acele cevap (vali değilsiniz diye samimi haller içindeyim:)

Daha Çooook Turist Beklersiniz!!!

Yok tatil yöresinde ki esnaf kan ağlıyormuş. Otellerin doluluk oranı geçen yıla göre çok azmış. Sebepler arasında Dünya Kupası, Kuş Gribi varmış. Kardeşim tek sebep bu mu? Bir bakın bakalım şu muameleye maruz kalan turist bir daha gelirmi? Yahu ne adamlar var bizim memlekette kafası sadece oraya basan anlmıyorum. Oynat uğurcum...

http://rapidshare.de/files/2642045/comlektentarak.wmv.html

Eski Sevgili...

Bir ilişkinin sonucunda ayrılmışsınız ve aranızda olan bitenler zamanla beraber unutulmaya yüz tutmuş. Ama siz hala içinizde ona karşı birşeyler hissediyorsunuz. Çünkü belki ilk aşkınız belki uzun süren bir ilişkinin sevilen tarafıydı. Ancak içinizdeki kızgınlığı ona karşı hissetiklerinize rağmen dışarı vuramamanında ezikliği içindesiniz. Sevgiliniz sizden uzakta ve oda sizi unutabilmek yada kendine biraz daha vakit ayırmak için daha da uzaklara gitmiş...

Tam o esnada artık bu düşüncelerden sıkılıp kendinize çeki düzen vermeye , artık yeni başlangıçlar yapmak için yeni birşeyler bulmaya iten güçle ve bir "Mtv Çocuğu" olarak trendleri görmek için Digiturk 93 nolu kanal yada her nereye kayıt yaptırdıysanız orayı açıyorsunuz.her zamanki gibi Mtv de size hitap eden müziği ilk seferde göremiyorsunuz. ancak bir anda ekranın sol üst köşesinde up next yazan kısımda dismissed isimli programın başlıyacağını gösteren icon beliriyor. "- aman diyosun!! zaten izlenecek bir şey yok öyleyse bakalım millet kimlerle takılıyor??" tabii o anda gerekli saati doldurmak için önce Mtv Mash reklamını ardından halen öğrenemediğiniz ancak sayıları ve kızları aklınızdan çıkaramadığınız ibranice reklamlarıda izleyip reklam kuşağını bitiriyorsunuz. Tabii Mtv nin derdi bitmez önce World Spot ardından Artist Spot da izleyerek artık "öhh" demeden dismissed başlıyor. Ama başlangıcında ufak parçalar gösterip sizi hazırlayan program jeneriğinde tanıdık bir yüzü görür gibi oluyorsunuz.- önemsemek mi?? oda ne?? hep aklınızdaki hayal oyunlarından biridir diyerek izlemeye devam... Ancak kazın ayağı hiçte öyle değildir. Başlangıçta tanıdık gelen yüzü bir anda iki erkeğin kazanmaya çalıştığı kişi yada iki kadının belkide hayatlarında ilk defa gördüğü kişi için mücadelesinde sevgilinizi görüyorsunuz.

"-ohaa lan" diyorsunuz yüz benzerliği olurda isim benzerliği nasıl??? Ama anlıyorsunuz ki sevgiliniz sizi çoktan global dünyada bulduğu herhangi bir kişiyle takılarak aklından çıkarabiliyor. Yıkım mı? Üzüntü mü?

Alta Sıçma Garantili Jackass Tadında Japan Movieler

Bu olayı yakın bir arkadasımı ziyaret ederken ögrendim. Ben izledim gerçekten çok güldüm. Bunlar bir grup ve bunun gibi bir cok videoları bulunmakta. Bu video da sınıf ortamında gülmek yasak, güleni domaltmak ve sert bir sopa vasıtasıyla makatını kızartmakla cezalandırıyorlar. Neyse ben susuyim video konuşsun. Yeni videolar buldukça commentten link veririm. Bu ilki:

http://www.youtube.com/watch?v=dvqkKywOHhY

bodrum..

türkiye cumhuriyeti'nin en absürd, en yozlaşmış, en kötü mimarisine sahip, ve tabi ki en kalabalık, en kozmopolit, en sarhoş, en junk tatil kasabası.. yaz aylarında milyonlarla ifade edilen nüfusun yediği, içtiği, afedersiniz sıçtığı ile afrika geçinir, üste de para kalır, hastalıklarla mücadele edilir, yeni ilaçlar keşfedilir falan..
amma, gönül ferman dinlemez.. aldatan sevgilisinden vazgeçemeyen kavvat misali, tatil deyince aklımıza otomatik olarak bodrum gelir.. nasıl bir işlemişse içimize, insan gibi bir tatil köyüne ya da sakin bir sahil kasabasına, daha da iyisi dağa bayıra çıkıp mangalı yelleyip gece battaniye ile yatmak varken, para / zaman ikilisi her optimum olduğunda soluğun alındığı yerdir burası..
kendisiyle ilk tanışıklığımız 1981 yılının yazına rastlar, ki o tarihte müdavimleri "bodrum bitti abi yaaa" demeye başlamışlar idi, ve fakat hertürlü bitmişliği bizim için taze başlangıçtı, hala o günlerini yadederim o günlerden sağ kalan ve uzun süreler sağ kalmaları için dua ettiğim insanlarımla..
eskiler -varsa- bilir, hadigari'sine, veli bar'ına, halikarnas'ına rağmen bodrum o tarihlerde gene de dandik bir balıkçı / süngerci kasabasıdır.. öyle otel falan üç bilemedin beş tane, konaklama daha ziyade pansiyon ağırlıklıdır.. otelde odada bırak televizyonu klimayı buzdolabını, ne mutlu ki her gün değişen çarşaf ve havlu bulunmaktadır, bereket versin.. misal dallas vardır televizyonda, yerlisi turisti komple cumhuriyet caddesi sakinleri azmakbaşı'na akar, orada artık yerinde bir pastane olan çay bahçesinde çekirdek çitleyip siyah beyaz televizyondan ceyara saydırıp pemılaya iç geçirip bayan eliye üzülür..
yaşı daha genç olanlar zaten hepi topu beşi onu geçmeyen bar ve disko bozuntularında eğlenir, biraz daha maceracıları pancar motorlu kayıklarla servis çekilen bardakçı'daki ambiansa takılır.. tüm mekanların fiks ortamları, suyla ıslatılıp tutkalla kurutulmuş boyanmış masklar, cigara içen zenci abla ve bleklayt, bazılarında masraftan kaçılmamış disco ball falan, böyle antin kuntin dekorasyonlardır..
o tarihlerde pop müzik yunan adalarından bodrum'a, bodrum'dan istanbul'a ve geri kalanına yayılır idi.. o yüzdendir ki bodrum'da çalan parçalar daha önce hiç duyulmamış olurdu.. hiç unutmam, küçük ev adlı bir disko var idi, bir gece italyanca bir şarkı çalmaya başladı, herkes kendince figürlerle olaya katılmaya çalıştı; aylar sonra bunun al bano & romina power ikilisinin erbakanca mealiyle "gulu gulu dansı" olarak bilinen "ballo del qua qua" olduğu anlaşıldı..
yemek içmek deyince bodrum içinde bir kortan restaurant, bir sünger pizza -tee örekesinde-, bir de sebzeli döner akla gelirdi.. meydandaki lokantalar da vardı tabi, onlar fiks, ama böyle 24 saat açık işletmeler değildi, çünkü en kalabalık vaktinde dahi insanlar en geç dört dedi mi ya yatar uyur, ya da sahilde chillout takılırdı, kebapçıya çorbacıya ihtiyaç olmazdı.. dörde kadar dingildemiş bünyeyi anne / anane gibi büyükler rahat bırakmaz, erkenden kaldırıp tekne turuna götürürlerdi, "çocuuum biraz güneş görsün vücudun".. tabi bu tekne turları da şimdiki gibi saat birde başlayıp altıda dönmezlerdi.. sabah on dedi mi tekne çoktan tıka basa olmuş halde kalkar, akşam yediye zor dönerdi.. zaten öyle zibilyon tane tur teknesi yok idi, olana da müşteri fazla bile gelirdi, hey gidi.. şimdiki gibi çılgın müzik tesisatlarına da sahip değildi bu tekneler, bir ya da iki darbuka, bir mastika iki göbek havası, millet havasını bulurdu işte..
çarşısı hala aynı çarşı, ama birçok güzellik eksik, birsürü dingillik fazla an itibariyle, detaya girmeyeyim sinirleniyorum.. ama cami aynı cami, hem kale hem çarşı tarafında.. kale desen aynı kale, tabi ilk gördüğümüz haline oranla çok yeri restore oldu, ama sonuçta duvarlar bin senelik, her içeri girişte aynı hissiyat devam ediyor.. konser mekanı olarak kullanılması da iyi oldu, yaşıyor mekan, ne güzel..
ha, bir de şimdi herkes bilmez belki ama, tam göbeğinde bodrum devlet kütüphanesi vardır misal.. eskiden de her allahın günü tekne turuna gidilmez, bazen de içinde takılınırdı.. işte ozamanlar böyle gündüz mekanları hak götüre, ya otelin önünde denize gireceksin, ya sakin sakin kitabını okuyacaksın.. ama kitap kurdu isen ve yanında götürdüklerin de bittiyse yandın, çünkü öyle ahım şahım bir kitapçı da bulamazsın.. bu durumda imdada yetişen mekan hemen kalınan baraz otel'in karşısındaki kütüphane olurdu.. akla gelebilecek her türlü gazete, dergi arşivleri, tür tür roman, inceleme, anı, ne ararsan.. belki de hayatımda en çok gittiğim kütüphanedir bodrum devlet kütüphanesi.. eğer yaşıyorsa müdürüne selam olsun, yıllardır kapısını bile çalmışlığım yoktur, sırf eşeklikten..
şimdi dingildeme, takılma, çılgın atma mekanı olarak anılan göltürkbükü beldesi sadece türkbükü iken, bir koca gün sülale barbun / rakı / kavun / karpuz takılırken komple sahilde tek başıma -evet- denize girdiğim günleri bilirim, of ulan..
daha anlatılacak zibilyon tane eskiye dair özellik olsa da, yazı uzadıkça uzuyor, biraz serin geçelim..
bodrum da bizimle birlikte büyüdü, ben nasıl on yaşındaki freko değilsem ama gören illa tanırsa genel hatlardan, o tarihten beri bodrum'a gitmemiş bir insan evladı da kalesinden, değirmeninden, halikarnasından, limanından tanıyacaktır elbette.. hayatımın ilk çocukluk hariç her dönemine ilişkin nice anımın, izlerimin olduğu bu kasabayı ben öyle ya da böyle çok sevdim, birçok arkadaşım oldu, aşklarım oldu, kavgalarım oldu, o.n.s.lerim oldu -az lan, valla-, hayatımın önemli bir kısmı gayet kompakt sürelerde burada geçti.. son dört senedir adımımı atamadığım bu beldenin hayatıma getireceği yeni izleri biraz heyecan, biraz merak, ama çokça alışkanlıkla bekliyorum.. bekleyin beni körfez / adamik tayfası, az kaldı, bu sene muhakkak geliyorum!

a tribute to office people..

tüm ofis çalışanları, birleşin!

şu şahane yaz aylarında koko cambo yapmak yerine ekmek parası peşinde koşanlara selam olsun.. sırf sizler biraz daha uyuz olasınız, çalıştığınız yeri ateşe veresiniz diye bu postu yaptım.. hayat bayram olsa diyenlerdenim..

şimdi şurada olmak vardı:

ya da burada, bu ablalardan neyimiz eksik???

resimlerin üzerine tıklanması durumunda, hayal alemine dalmak işten bile değildir, click at your own risk..

ooooof ulan beeee offfff diyorum gereksiz bir salı günü öğleden sonrasında..

keane..


son zamanlarda bi sürü kene haberi çıktı, her seferinde de bu al yanak biraders band aklıma geldi, bir anekdotu paylaşayım istedim..
bir gece oturmuşuz televizyon izliyoruz cümbür cemaat, konu nası gelmişse bu elemanlara gelmiş, ben de demişim bu arkadaşlar gaydır, yok diildir, hayır efem müptezel ibnedir, o senin hüsnü kuruntun bilmemne, elde kumanda beri yandan, o kanal bu kanal derken mekan uydu olduğu için sağ üst köşede GAY TV yazdı, ve bu biraderlerin "everybody's changing" klibi tebaruz etti..
aramızdaki olası gay arkadaşlardan özür dilerim, bu postta kesinlikle bir hakaret falan amacı yoktur, sadece gırgır bir anıyı nakledesim geldiydi..
âvâzeyi bu âleme Davut gibi sal
bâki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş.

yorumsuz..


gece saat 01:17, kurtlandım bakayım dedim kimler bakıyor siteye, ne ediyor falan.. tabi ki gecenin bi yarısı kim olacak, toplam 4 ip.. amma aralarında bir tanesi var ki, nerelere hitap ettiğimiz konusunda dumurlara vurduruyor.. ne diyeyim, aynen böyle devam, helal olsun..

ben frekman rivoluşıns, tam dibinden bildiriyorum:)

26 Haziran 2006

mardin mardin olalı, böyle kayıp vermedi..


dünya müzik endüstrisinin kalbi amerika'da büyük başarılar kazanmış bir büyük adam bugün pankreas kanserine teslim oldu..

1932 yılında diplomat bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Mardin, 1956 yılında bir Dizzy Gillespie konserinde kararını vererek amerika'ya yelken açtı, Berklee Müzik Koleji'nde Quincy Jones bursuyla okuyup 1961'de mezun oldu, ve New York'a gitti.. 1963'te Atlantic Records'da Nasuhi Ertegün'ün asistanı olarak işe başlayan Mardin, merdivenleri beşer beşer tırmanarak 2001 yılında şirketin kıdemli başkan yardımcısı oldu.. "Atlantic Sound"un yaratıcıları Ahmet Ertegün ve Jerry Wexler ile birlikte birçok projeye imza attılar.. 2001'de Atlantic'ten emekli olup Manhattan Records'u ayağa kaldırdı..
Birlikte çalıştığı müzisyenler arasında Carly Simon, Bettle Midler, Barbra Steisand, Diana Ross, Patti Labelle, Anita Baker, the Bee Gees, Phil Collins, Culture Club, Aretha Franklin, Hall & Oates, Norah Jones, Chaka Khan, Manhattan Transfer, Modern Jazz Quartett, Queen, Dusty Springfield, David Bowie ve Jewel bulunuyor, hepsi saymakla bitmiyor..
40 yıllık meslek hayatında 40tan fazla altın ve platin plak, 15 grammy adaylığı ve 12 grammy ödülü bulunan büyük adamın naaşı önümüzdeki günlerde Türkiye'ye getirilerek defnedilecek..
adı arif olan, ahmet olan herkes keşke böyle işlere imza atsa, dünya Türk'ü böyle işlerle bilse, müzikle, sanatla, ilimle tanısa..
öbür tarafta ekibi toplamıştır şimdiden, Allah Rahmet Eylesin..

24 Haziran 2006

Yeni Spam Mailimiz Hayırlı Ugurlu Olsun

Ya ne meraklı milletmişiz spam mail yollamaya. Yok dayıma microsofttan yüklü bir çek geldi. Yok rüyama Hz. Muhammed girdi bu maili herkese yolla dedi. Kardeşim sırf deney olsun diye kendim bir spam mail yazacam bakalım kimlere kadar ulaşacak. Vallahi yapacam bunu. Neyse noktası virgülüne dokunmadan direk copy paste ediyorum.

Þans getirmesi dileðiyle.

Ben inanmazdým ama o kadar çok kiþiden geldiki korktum .
Çin Ýlkesi
Bu bir þaka deðil. þansýn açýlacak !!!
Bir ev satýn alabilirsin Ama yuvayý alamazsýn
Bir yatak alabilirsin Ama uykuyu alamazsýn
Bir saat alabilirsin Ama Zamaný alamazsýn
Bir kitap alabilirsin Ama bilgiyi alamazsin
Bir mevkiye kavusabilirsin Ama saygiya degil
Doktora para ödeyebilirsin Ama saðlýða deðil
Ruhunu satin alabilirsin Ama hayatini degil
Seksi satin alabilirsin Ama AÞKI degil

Bu Çin ilkesi sans getirir.
Hollanda'da orijinal nushasi saklaniyor.
Bu ilke simdiye kadar 8 kez dunya uzerinde dolastirildi.
Bu ilkeyi edindikten sonra sansin acilacak.
Bu bir saka degil. Sansin acilacak.
Þansa ihtiyaci olan kimselere bu maili ya da kopyalarini ulaþtir.
Para gönderme çünkü baht satýn alýnamaz.
Bu mektubu 96 saatten fazla elinde tutma
Yaþanmýþ bazý örnekler:
Costantino 1953 senesinde bu mektubu alinca sekreterine 20 adet kopyasini
hazirlamasini soyledi:
9 gun sonra piyangodan 9 milyon ikramiye kazandi.
Carlo,memur, bu mektubu aldi ve daha sonra unuttu.
Birkac gun sonra isini kaybetti, sonrasinda mektubu zincir seklinde gonderdi
ve sansi aciliverdi.
1967'de Bruno mektubu aldi ve gulerek firlatip atti.
Birkac gun sonra oglu hastalandi.Mektubu arayip buldu ve 20 kopyasini
gonderdi;
9 gun sonra oglunu iyilesmeye basladigini gozlemledi.
Imzalama, basitce 20 kopyasini gonder ve birkac gun icinde neler olacak diye
bekle.
Bu ilkeyi sana gonderiyorum cunku dunya uzerinde dolanimini saglamak
zorundasin.
20 kopyayi arkadaslarina, tanidiklarina gonder.
Birkac gun icinde iyi haberler alacaksin ve bir suprizle karsilasacaksin..
Kýsacasý bu bir gerçek, batýl inançlý olmasan bile..
Bu sayfalar iyi þans için gönderildi sana.
Senin iyiliðini isteyen kiþilere teþekkür et,Þans gönderir göndermez
gelecektir.
4 gün içinde...

23 Haziran 2006

Bayanlar İçin Araba Tamir Rehberi

Eski , biraz uzun, gayet faydalı bir eserim. Okumak zahmetli geldiyse yazdırıp saklayın torpidoda. Gün gelir lazım olur

BAYANLAR İÇİN ARABA TAMİR REHBERİ

Selâm:)

Bu haftaki yazımız, amme hizmeti niteliğinde. Özellikle de bayan sürücü arkadaşların işine yarayacak bir konumuz var. Araba tamiri. Baştan söyleyeyim, konu bölünmesin diye iki bölümlük bu yazıyı tek bölüm halinde yazdım. Bu yüzden bayağı uzun bir yazı oldu. Amacı mizah yapmak falan olmadığı, bilgi yazısı gibi olduğu için uzunluğunu sorun etmiyorum. Kendi tarzımda yazdığım için mizah gibi başlayabilir ve devam edebilir ama öyle bir iddiası yok. Bu yüzden yazının tamamını okuyup bana yorum yazmaya kalkarsanız bu noktayı dikkate almanızı rica edeceğim. Bu yazıdan sadece bayanlar değil beyler de istifade edebilir aynı zamanda. Yazımızın mizah başlığı altında bulunması, sizleri içindeki bilgilerin uyduruk olduğu düşüncesine sevk etmesin. Tamamen ciddi bilgiler içermektedir. Bütün anlatılanlar, şahsen yaşadığım deneyimlere dayanmaktadır. Güvenle okuyunuz.

Bir zamanlar yakın olduğum bir arkadaşımın "çok oturgaçlı götürgeç" diye adlandırdığı otomobil, günlük hayatımızda gayet mühim faydalar içeren, karmaşık mekanik bir alettir. Bunların sahibi ve kullanıcısı olan kişilere genellikle sürücü adı verilir. (konu hakkında detaylı bilgi için bkz: Trafik Alemi isimli yazımız). Sürücüler, bayan ve bay olarak ikiye ayrılır. Her ikisi farklı özelliklere sahiptir çünkü... Bahsettiğimiz farklılık, çoğumuzun düşündüğü gibi cinsiyet farkından değil, araba kullanma yetisiyle ilgili özelliklerinden kaynaklanır. Bayan sürücüler genellikle araba tamiri ve park etme konusunda sınıfta kalırken, erkek sürücüler de sollama, anlata anlata bitiremedikleri halde zırt pırt kaza yapmalarına imkân veren direksiyon hakimiyetleri, alkollü araç kullanma alışkanlıkları, küfür etme kabiliyetleri ile öne çıkarlar... Gerçi son yıllarda alkollü araç kullanma ve küfür etme konusunda bayan sürücüler de erkek sürücülerle iddialı konuma gelmişlerdir. Neyse... Bu kısım konumuz dışı.

İstisnalar kaideyi bozmaz, bayanlar genellikle mekanik aletlerin tamiri hususunda pek verimli olmayan bir cinsiyettir. Bu açıklarını ise çok kullanılan bir alet olan erkeklerle kapatmayı tercih ederler. Sözgelimi, yolda lastiği patlayan bir erkek sürücü kapıyı açar açmaz bagaja yönelip dağarcığındaki bütün küfürlerle kriko-bijon anahtarı ikilisine sarılırken bayan sürücüler genellikle ön kaputu açıp yola doğru bakarlar. Bu sayede erkek sürücülerden daha zahmetsiz bir şekilde ve ellerini sürmeden lastiklerini değiştirebilme becerisini sergilerler.
Bu noktadan sonra artık tamir rehberi kısmına geçebiliriz. Not alınız...:)

Bir otomobildeki mekanik arızalar, bayanların ve tamir işinden çakozlamayan erkeklerin açısından bakarsak iki türlüdür:

1-Arabanın çalışmaması neticesinde yolda bırakan acil ve giderilmesi zorunlu arızalar.

2- "Arabanın şurasından bir ses geliyor" türü arızalar.

Birinci tür arızaların genellikle yolda giderken olması pek nadir olan bir şeydir. Çalışan ve yolda giden bir arabanın motorunun durması genellikle üç nedenden dolayı olabilir. Ya arabanın elektrik tesisatında bir arıza oluşmuştur ya benzini bitmiştir (benzinin motora iletim yollarında bir aksama da olabilir bununla ilgili olarak) veya arabanın motor kayışı kopmuştur.

Bu üç arıza türünden motor kayışı kopmasında yapacak bir şeyiniz yoktur maalesef. Arabayı bir daha çalıştıramazsınız. Bir motorcuya, çekici vasıtasıyla arabanızı götürmekten başka bir çareniz yoktur. Arabayı yerinden kımıldatmak için boşa atmak durumundasınızdır. Bazı arabalar motor kayışını çalışırken kopartırsa fazla masraf çıkarır. Motor içindeki bazı parçaları da kırar. Bazı modellerde ise bu olay, sadece kayış değiştirmekle atlatılır. Genellikle yeni model araçlarda bu durum ucuz atlatılmaktadır.

Elektrik arızası sözkonusu olduğunda olabilecek şey genellikle bujilere elektrik gitmemesidir. Kaputu açtığınızda motorun üzerinde aynı hizada ve aralarında yaklaşık dört parmak mesafe bulunan çivi gibi şeylerin kafasına giren kablolar görürsünüz. Bunların sayısı günümüzdeki araçlarda genellikle 4 tanedir. Bu çivi gibi şeylere buji, kablolarına da haliyle buji kablosu adı verilir. Bunları mıncıklayın biraz. Yolda kalma olayı yağmurlu havalarda cereyan etmişse bujilere su kaçmış da olabilir. Alet edevat varsa söküp uçlarını kurutun. Kurumlarını alın. Böyle bir hava koşulu yoksa kabloları mıncıklayın. Bu kabloların öteki uçlarını takip ederseniz bunların dördünün de kavanoz şeklinde bakalitten bir kapaktan çıktığını görürsünüz. Bu kapağa "distribütör" kapağı adı verilir ve ortalarından bir kablo daha çıkıp bir bobine doğru yol alır. Bu kabloyu da kontrol edin. Bobine giriş yaptığı yeri çekin, sağını solunu silip yerine takın. Bu hareketlerden sonra araç çalışırsa ne alâ..Çalışmazsa elektrik seçeneğini de unutun.

Benzin bittiğinde ne yapılacağı gayet açıktır. Bir bidon bulup benzincinin yolunu tutmak veya en iyisi, "yardım lazım mı bağyan" diye üzerinize pike yapan beylerden rica etmek en doğrusudur. Bazen benzin bitmediği halde benzinle ilgili arızalar gerçekleşebilir. Bunlar genellikle yeni benzin alındıktan sonra ortaya çıkar. Eğer maddi vaziyet pek iyi değil ve genellikle deponuza 5-10 milyonluk benzin seansları yapıyorsanız, deponun kullanılmayan üst tarafı zamanla pas yapar ve bu paslar içeriye dökülerek tabanda zamanla bir pislik tortusu yapar. Benzininiz bitmeye yakın benzin aldığınızda deponun dibi benzin pompası tarafından sömürüleceğinden bu pislikler de bazen motora gider ve bazı yerleri tıkayarak motorun durmasına sebep olur. Bu gibi durumlarda, araba durmadan önce birkaç titreme ve silkeleme geçirir... Yapabileceğiniz şeyler yeteneğinizle ilgilidir. Arabanız enjektörlü ise sağını solunu fazla kurcalamayın. Karbüratörlü ise karbüratörün üstündeki tamburu söküp elinizle vakum yaptırma yolunu deneyebilirsiniz. Bu işlemler için yine yoldan geçerken üzerinize pike yapan beyleri kullanabilirsiniz.

Bu hareketlerle sorunu çözemediğiniz zaman ve "arabanın bir yerlerinden bir ses geliyor sanki" türü bir arızaya maruz kaldığınız zaman yapacağınız hareket, doğal olarak bir araba tamircisine gitmek olacaktır. Ve "direksiyon tutucu" olmaktan "sürücü" olmaya terfi etmek için gerekli en mühim meziyet olan "tamirciye gitme" meziyetine sahip olmaya bu noktada başlarsınız. Tamirci alemi ayrı bir alemdir. İncelikleri, davranış şekilleri, hassas noktaları vardır. Bunlara vakıf değilseniz, aracınızın gittiği yol boyunca paralarınızı sermek zorunda kalırsınız. Ayrıca yine bu konuda sergileyeceğiniz başarı, aracınızın ömrü ile doğrudan ilgilidir. Kötü bir tamirci politikası, sizi, aracınızı elden çıkarmak zorunda bile bırakabilir. Hadi bakalım, hep birlikte tamirciye gidiyoruz. Yalnız araba tamircileri değil, genel olarak bütün tamircilere gittiğinizde ve arızalı aleti gösterdiğinizde (Haydar Dümen hariç), ilk tepki hep aynıdır: "üff, naapmışsın sen bunununla yaa".. Dikkat ediniz, hep bununla karşılaşırsınız. Arızanın çok büyük olduğunu, ciddi olduğunu, biraz daha gecikseymişsiniz başınızın çok büyük dertte olacağı söylenir. Konu arabanızsa, bu şekilde gezemeyeceğiniz, büyük tehlike altında olduğunuz falan anlatılır. Şişirilir de şişirilir. Bu ilk giriş gazlarını kesinlikle iplemeyiniz. Tamircinin en sevdiği müşteri, haliyle araba tekniğinden falan anlamayan, sadece arabayı kullanan müşteridir. Bu türlerin en iyi örneği de maalesef bayanlar olmaktadır. Bu eksikliğiniz, kabarık bir fatura olarak size geri döner. Bu tür gazlara ve kabarık faturalara iki bayan örnek vereyim size.

Birinci örnek: Halam. Kendisi İzmit'te oturur. Arabasının ön sağ tekerleğinden hafif bir hırıltı gelmektedir. Servise gider. Söylenen aynen şudur: "Abla sen bununla nasıl geziyorsun? İyi ki tekerlek yerinden fırlamadan buraya kadar gelmişsin. Sakın bununla gezmeye kalkma. Tekerlek bilyesi dağılmış bunun... 120 milyon maliyeti var. Takma işçiliği istemez. Yeter ki işin görülsün." Olayın olduğu sıralarda 120 milyon 1100 mark kadar bir para yapıyor. Ayrıca parçanın Türkiye'de bulunmadığı, Japonya'dan sipariş edilerek getirileceği de eklenmiş. Kadıncağız, bir başka tanıdığının tavsiyesi üzerine ( "sen gel İstanbul'a burada buluruz.") İstanbul'a gelir arabayla. Ama nasıl gelmek. Tekerleğim fırlar korkusuyla, 30 km süratle ve flaşörler yanık bir vaziyette İzmit'ten İstanbul'a saatler süren bir yolculuğun ardından buradaki evine gelir. Uzatmayalım, olayı haber aldık ve gidip kendisinden arabayı aldık. "Manyak mısın hala, seni kandırmışlar, ver şunu halledelim," diyerekten. Arabayla otobana çıkıp 120 bastığımızı ve o kadar da ahım şahım bir ses gelmediğini gayet iyi hatırlıyorum. Tamiri mi? 100 mark karşılığı hem parçayı aldım hem de yerine taktırdım. Üstelik iki tekerlek için. Bilye dağılması ile tekerleğin yerinden çıkmasının en ufak bir ilgisinin olmadığını ise araba tekerleği sökmüş herkes bilmektedir zaten.

İkinci örnek: Arkadaşım. Haliyle bayan. Arabada, yolda giderken ani motor durmaları şikâyeti ile servise başvurur. Bu hikâyeyi uzatmıyorum. Kendisine verilen fatura tam üç sayfaydı (ben gördüm faturayı) ve içinde değişen parçalar arasında "benzin deposu ve boruları" olduğunu gayet iyi hatırlıyorum. Değişen parçalar o kadar fazlaydı ki gerçekten değiştirmeye kalksanız altı ay sürer. Arkadaşım o dönem çok iyi bir maaşla çalışıyor olmasına rağmen çıkan fatura üç aylık maaşına denk geliyordu. Arabası yapılmış mı peki? Maalesef. Evine kadar zor gelmiş. Tekrar tamirciye gitmek için de çekici çağırmak zorunda kalmıştı. Değişen parçalar? Ben kaputu açıp baktığımda değişen iki parça gördüm. Radyatör kapağı (bugünkü fiyatı en fazla on milyondur) ve hava filtresi (en fazla 20-30 milyon)... Neden bu iki parça? Çünkü kaputu açtığınızda ilk önce onları görürsünüz:)

Bu iki örnekte görüldüğü gibi, arabanızı "profesyoneldirler, modern çalışırlar, ciddi bir firmadır" gibi saçma ve ütopik düşüncelerle servise teslim edip faturayı almak pek akıllıca bir iş değildir. Peki ne yapılacaktır?

1- Arızayı ifade ederken, konuya vakıf olduğunuzu hissettirin. "Şuradan bir ses geliyor" yerine "Şanzımandan ses geliyor, ön takımdan sesler geliyor" gibi cümleler kurun. Tamirciye gitmeden önce kendisi tamirci olmayan ama bu işlere aşina bir erkek arkadaşınızın tahminlerini alın ve bu tahminleri kendi tahmininizmiş gibi tamirciye iletin. Eğer bu erkek arkadaşınız veya akrabanız çok güvendiğiniz biriyse arabanızı ona teslim edin, tamirciye o götürsün ve kendi arabası olduğunu söylesin.

2- Parça alımını mutlaka kendiniz yapın. Asla tamircinin alıp takmasına ve faturaya ilâve etmesine izin vermeyin. Vaktin birinde tamircinin yanımızda telefon açıp "175 milyon liraymış" dediği parçayı arkadaşımla birlikte Aksaray'daki parçacılardan 125 milyon liraya, üstelik kredi kartına taksitle aldığımızı bilirim. Unutmayın bir parçanın birçok fiyatı vardır ve en pahalısı tamircinin size verdiği fiyattır. Tamircimiz tanıdık biriydi üstelik.

3- Tanıdık tamirciyi unutun. En güzel kazığı ondan yersiniz. Tamircilerin müşterilerinin çoğu tanıdıktır zaten. Bu işlerden gayet iyi anlamama, hatta bir dönem arabamı kendi dükkanımda tamir etmeme rağmen, bir kere başından ayrıldığım için bana bile kazık atmıştır çok sevdiğim ve güvendiğim tamircim. Gittiğiniz tamirci tanıdık olsun ama siz ona tanımadık gibi davranın. Parçanızı kendiniz alın ve tamir işlemi boyunca sakın aracınızın başından ayrılmayın. Yüzünüze bakarak yalan söylenmesi ihtimali daha azdır. En azından getirdiğiniz parçanın takıldığına ve çıkan parçanın gerçekten arızalı olduğuna emin olursunuz. Bu açıklamayı da mutlaka tamircinizden isteyin. Çıkan parçayı elinize alıp size arızayı gösterebilmesi ve ikna edebilmesi gerekir. Anlamadıysanız, kendi teknik cahilliğinize vermeyin. Mekanik olaylarda her şeyin bir mantıklı açıklaması vardır. Anlamak için teknisyen olmak gerekmez. Önceden bilmek için teknisyen olmak gerekir. Bu yüzden mutlaka açıklama isteyin.

4- Aynı arızayı birden çok tamirciye sormaktan çekinmeyin. Adamın konuya yaklaşımını iyi inceleyin. Usta adam hemen anlar. Konu hakkında fikri olmayan kişi hemen sökmeye kalkar. Söküp takma işlemleri sırasında çekici çok fazla kullanan usta dandik ustadır.

5- Lüks servislere aracınızı bıraktığınızda da aynı kurallar - üstelik daha sıkı - geçerlidir. Oralarda genellikle sizi ayrı bir odaya alırlar ve kahve falan ikram ederler. Aracınızın başından sakın ayrılmayın. Yapılan her işlemi görün. İşleri çırakların değil, en azından kalfanın yaptığından emin olun.

6- Çıngar çıkartmaktan çekinmeyin. Gerekirse ustayı dövün. Levyeyi kaptığınız gibi geçirin kafasına. Kibar kibar gülümsemeler ve el sıkmalar, arabanın yolda kalmasını engellemez ama biraz diş göstermek, işin ciddiyetini ve dolayısıyla verimini arttırır.

7- Bir parçadaki arıza en fazla kendisiyle ilişkili bir başka parçayı etkileyebilir. Zincirleme etkileşim ve parça değişim oyunlarından kaçının.Tamirciler genellikle çok fazla parça değiştirmeye eğilimlidirler. "Şunu değişince bunu da değişmek lazım tabi, açmışken hepsi olsun, sonra uğraştırmasın" laflarına kulak tıkayın. Sadece arızalı parçayı değiştirmeye eğilimli olun.

Dediğim gibi, bu yazı bir mizah yazısı değildi. Ciddi bir bilgilendirme yazısıydı. Buraya kadar okuduysanız bravo size. Gülmemiş olmanız önemli ve gerekli değil. Elinizin altında bulunsun bu yazı. Hatta print alıp torpidoya koyunuz. Gün gelir lazım olur.

Kallâvi selâmlar.:)
Roger Waters ne söyledi?
Zeki Coşkun
23/06/2006

Bir rock şarkıcısı ve konserine ilişkin yazıya Osmanlı'da yetişmiş, şiirini sembolizmle biçimlendirmiş Ahmet Haşim'i anarak başlamak, tuhaf. Evet, ama ne yapayım ki, mecburum. Konser boyunca Waters'ın her nağmesine, her sözüne Haşim'in 'O Belde' şiiri ve onun sloganlaşmış dizesi eşlik etti içimde: 'Melali anlamayan nesle aşina değiliz.' Şimdi bunu söyledikten sonra 'melal'i açıklamak gerekecek mecburen! Onu da yapalım, kamu hizmeti olarak. Mustafa Nihat Özon'ün Osmanlıca-Türkçe Sözlük'ünü açıp bakıyoruz: "Usanç, usanma. Bıkma, bıkkıntı. Sıkılma" karşılıklarını veriyor Özon. Çeşitli kullanım biçimlerini sıraladıktan sonra örnek olarak evet o da Haşim'in dizesini anıyor: "Melali anlamayan nesle aşina değiliz." Evet aynen öyledir. Çünkü 'melali anlamayan', iddia ediyorum ne rock'tan anlar, ne Pink Floyd'dan, ne Roger Waters'tan ne de başka şeyden! Şimdiki nesli bir kalem geçtim, kendi kuşağımın ve bizden öncekilerin çoğunun bırakın duygu, durum olarak yaşamayı, kelime olarak bile duymadığı, dolayısıyla anlaması mümkün olmayan şeyden; 'melal'den doğmuştur rock da, Pink Floyd da, yola kendi başına devam eden Roger Waters'ın müziği de. Haliyle, bu noktada Haşim'in dizesini mevcut duruma uyarlamak ve "Protesti anlamayan nesle aşina değiliz" demek gerekiyor. Waters ve grubunun çaldıklarına, söylediklerine içimden eşlik eden söz buydu konser boyunca. Tamam, 'Mother' şarkısında "Anne, sence hükümete güvenmeli miyim" dizesine Kuruçeşme-Arena'yı dolduranlar, topluca ve canı gönülden 'asla' yanıtını vermiştir. Ama bu, deyim yerindeyse konser ritüeli, jesti, atraksiyonu. Yoksa, To Kill The Child şarkısında ortalığın yıkılması gerekirdi, eğer dinleyicide gerçekten savaş karşıtlığı, gerçekten protesto vs, yani 'melal' durumu, duyumu varsa... Keza, Bring The Boys Back Home ve 1960'lardan günümüze uzanan görüntüler eşliğindeki 'liderler' geçidinde de öyle. Tabii benim için asıl çarpıcı ve yeni olan Waters şarkısı Leaving Beirut. Delikanlılık yıllarında Türkiye'den geçerek Beyrut'a gittiğini, orada tanıştığı Arap aileyi anlatarak, onlara ithaf ediyordu 'Beyrut'u Terketmek' şarkısını. Şarkı meçhul Arap aileye ithaf edilmişti ama asıl 'ithaf' Teksas'tan yetişme Ortadoğu ve dünya kovboyu George W. Bush'aydı. Leaving Beirut, tam anlamıyla Pink ruhundan bir Waters şarkısı. Onların rock'a getirdiği en önemli öğelerden biri, müziği görsellikle birleştirmeleri. Şimdinin hemen her türden 'müzisyen'i için olmazsa olmaz haline gelen 'klip'lerden pazar için tasarlanan şovlardan çok farklıdır sözünü ettiğim görsellik. The Wall'u anmaya gerek yok. Her neyse, 'Leaving Beirut'a çizgi roman kareleri ve konuşma-anlatım balonu mahiyetinde şarkı sözlerinin yazılı olarak ekrana taşınması eşlik ediyordu. Tam da şarkının ruhuna uygun olarak ya da kontrast biçimde. İroni diyelim isterseniz, bu çizgiroman atraksiyonuna. Çünkü ironi de 'melal'in mecburi sığınaklarındandır. Sözün burasında, dün Radikal'de keyifli konser yazısını okuduğumuz Serkan Seymen kardeşimize de küçük bir itirazım var. "Ah Corç, Teksas tipi eğitim yemiş senin beynini daha küçücükken..." demiyordu Waters. Doğrudan doğruya beyninin düzüldüğünü söylüyordu. Kibarlık gereği sözü ve şarkıyı hadım etmeye hakkımız yok bence. 'Leaving Beirut'u Sheep'in; Koyunlar'ın izlemesi rastlantı mı? Kısaca melale gark etti beni Waters ve her şey. 30 küsur yıllık 'Dark Side Of The Moon'un taptaze durmasına ne demeli peki? Melal, ezeli ve ebedidir de ondan galiba. Onu anlamayanlara...

İYİKİ DOĞDUN FREKOM

Allahın lütfu,canlar canı,dünyanın en iyi insanı,bisusunun birtanesi,pırlanta yüreklisi,sütten çıkmış ak kaşığı,hayatı,eli kolu,herbişeyi,evlat hası İYİKİ DOĞDUN...........!!!!!!!

22 Haziran 2006

herkesin efsanesi kendine serisi vol 1








Hayatta herkesin kendine göre bir veya birkaç efsanesi vardir.Bu veletlerde benim efsanelerim..Ortaokul siralarindaydim, (sene 1984-1985) o siralar divx,dvd gibi





teknolojik nimetler yok, cep telefonu falan yok, okulun karsisinda babalar gibi bir videocu kesfetmistim (betamax) babalar orda ralli goruntulerini kiraliyorlardi..ilk zehirlenmemi orda yasadim zaten rahmetli dayim otolari ezberletmis 5 yasindayken damarimiza zehri vermis, baktim olacak sey degil bu araclar..

500 kusur beygirlik, 4 ceker, turbosarjli (Grup B) ucaklariydi bunlar..
ABS'ymis,super direksiyonlar falan yok ortalarda traction control hakeza..
Azizim ralli pilotlari bu araclarla dans ediyorlardi..büyülendim..sinir uclarim egzos dumanina boguldu..bujilerin cakmasi gozlerimde isildadi..

Bu ufakliklar benim efsanelerim..internet zimbirtisi benim bu veletleri canlandirdi bilgisayarima getirdi..Tabii 500 beygirlik Grup B araclar asiri guc beslemesi ve hakimiyetten cikip ona buna cakip insanli olumlere de sebep olunca ortadan kaybolmak suretiyle tarihin sanli sayfalari arasina karistilar.

Belki ilgilenen vardir diye ekliyorum, Ari Vatanen ve onun sihirli böcegi olan 405 T16'da daha sonraki bir yazinin konusu olacaktir.ilgim ve sefkatim onu ayri bir yazi icin sakliyor acikcasi.

Efsaneler Arasında...


Herkes güzel güzel konseri izledi , pek güzel eğlenildi falan , helal olsun diyoruz ve iyi ettiniz diyerek konuya giriyoruz...

Bilindiği üzere bir çok genç ve kendini genç görmekten vazgeçmeyen topluluğun üyesi olan her kişinin bildiği güzel grup Queen den bir kez daha bahsetmek isteiği içimden geldi...

Daha önceden de TahinPekmez arşivlerine dokunduğum konunun özellikle Roger Waters sonrasında tekrar aklıma gelerek , içimden "Birilerinin efsaneleri ülkemize geliyor , ancak benim efsanem sadece cennette çalacak..." diyebilmenin verdiği hüzünle tekrar bu yazıya devam ediyorum...

Bitiyor mu bitmiyor elbette bu yaz , konser turnesi Whitesnake ile devam edecek , akabinde şuan ki hüzün sebebiyle aklıma gelmeyen tonla grup , solist , sanatçı ülkemize akın edecek , seveni , ilgi duyanı gidecek...

Sen ne yapacan "kuturkutur" diyenlere şimdilik +1 şeklinde beni yazın demekten öteye gidemiyorum...

Show must go on...

Ben de konser :(

Konu müzik olunca dünyadaki en apatik insanlardan birisiyim. Yani delicesine sevdiğim, dinlemekten bıkmadığım grup\şarkıcı için bile eğer keyfim yerinde değilse parmağımı kıpırdatmam. Blind Guardian fanatiğiydim yaşımın başında henüz "2" rakamı yokken, yıllarca "konsere gelseler, canlı Bards Song söylesek o saatten sonra yaşamanın çok da anlamı yok" derdim, bir değil iki kere geldiler ilkinde "şimdi kim kalkıp oraya gidecek hem biletler ateş pahası otur oturduğun yerde" dedim, ikincisinde ise geldiklerinden bile haberim olmadı. Loreena Mc Kennit, ki kendisinin neredeyse tüm albümlerini dinlemişimdir, İstanbulu 2 kere şereflendirdi çeşitli bahanelerle ona da gitmedim. Starsailor artık dayanamadı(?) Ankaraya geldi sınav var kıl var diye ona da uzak kaldım (asıl neden gidecek bir insan evladı bulamayışımdı). Onu geçtim ben ömrümde kaç konsere gittim ki? Lokasyon bahane değil elbette, millet nerelerden kalkıp gidiyor, zaten konu bu değil.

Demiştim ya konu müzik olunca apatik (isteksizlik, isteksiz olma durumu) bir insanım, fakat bu kitaplar ve sinema\animasyon için geçerli değil. Benim de "celebrity"lerim bu insanlar işte. Dünya başıma yıkılırken gidip Grange ile konuşmak için onca yol teptim, yarın Miyazaki gelse koşar adım giderim hatta ayaklarına kapanırım "abim beni de götür diye". Paulo Coelho geldiğinde imza alamadım diye resmen oynatıyordum kafayı. Belki bir gün Kevin Smith ile tanışırsam "abi Chasing Amy süper filmdi eki eki" harici bir şey diyebilirim umarım. Neyse konuyu anladınız.

Kısacası şu dünyada Beatles ya da Pink Floyd gibi yukarıdaki grupların tümü daha vitaminken dünyayı sallayan (rocking the world) "uberband" hayranı olamadığım için hep üzülmüşümdür. Yani, dinledim dinlemedim değil. Ne derece büyük gruplar olduklarını, müzikal açıdan günümüzden ne derece ileride ve ayrı bir kefede olduklarını bildiğim halde kendimi misal bir "floydiyan" olarak asla göremem. Yok yani, bu bir tür uzmanlaşma getirisi. Benim gibi hem maymun iştahlı (heinlein der ki "uzmanlaşmak sineklerin işidir, insanoğlu her dalda bulunmalıdır) hem de apatik birisi olarak olabileceğim yegane şey "yea abi pink filöyd yea, yirmibeş yaş üzeri demografide kızlar hastası o vakit ben de hastasıyım" adamıdır. Frackman dedi ki "senden floydian yapalım, potansiyel var". Ben ne yazık ki kendime o kadar güvenmiyorum, bugün oturup "abi harbiden süpermiş" derim yarın garip punk rock, brit rock, emo memo ne bulsam dinlemeye devam eder mundar ederim güzelim fanatizmi.

Ha bu demek değil ki matah bir iş yapıyorum. Aksine, bir şeylere bağlı insanları ne zaman görsem ciddi bir kıskançlık dalgası kaplar içimi. Bir şeyler yapmak, bir şeylere şahit olmak için onda zahmete katlanan, konseri izleyemediği için üzülen, tellere, fenerlere tırmanan insanlardan olmak istedim hep. Ama bu sanırım ergenlik ve ilkgençlik yıllarından edinilen bir alışkanlık. Yirmibeş yaşından sonra galaksinin hakimi Baltazor gelse beni içinde bulunduğum "isteksizlik" uykusundan uyandıramayabilir. Bu bir kitapçıda şans eseri hayatının kitabını bulmak ya da sahilde(yolda, dağda. sahil benim seçimim hehe) yürüken ileride eşin olacak insanı görüp bunu "bilmek" gibi bir şey. Sonradan doldurmayla olacağını da sanmıyorum ama yıllar boyunca patlıcandan nefret edip ayıla bayıla beğendili kuşbaşı yediğimde valide hanımın "o patates püresi değil beğendiydi a benim sersem oğlum" demesi gibi olur mu acaba?

i can't explain, you'll not understand.

Basıyorum “play” tuşuna iTunes’un, turnenin ikinci ayağından koparıp aldığım playlist başlıyor çalışmaya. “In the flesh?” çınlamaya başlıyor, ama salt çaresizlik tınlıyor kulağıma. Eşiğine yaklaşılmayacak bir oluş halini anımsıyorum tekrar. Anımsamak o oluşu kavrayabilmenin sadece ufacık bir hali. Yoksa, o ana bağımlı değildi hiçbirşey, her bir saniye tüm hayatıma yaydı kendini. Belki geçmişimdi tekrar yaratılan orada, bilemiyorum, ama yıldızlarda gördüm kendimi. Anı yaşamayı, ölmeyi, bilinmezliği. Ama anlatamadım, sadece sonuna saklayabildim “i can’t explain, you will not understand” öbeğini, mırıldandım. Belki de bağırmışımdır, farkında değilim, istemesem de “this is not how i am” diye ekleyivermişimdir sonuna öbeğin, bilemiyorum. Kim bilebilir ki o an “ben”in nerde olduğunu? Hani dememişiydi algımın kapılarını fırlatıp atan o insan “wish you were here’in ismi wish we were here olmalıydı” diye. İşte, yansıması hepimizdik “wish we were here” halinin. Orada bulunmayı koca bir galaksinin ta merkezinde bulunmaktan ayıramayan bizdik, biz evrendik, onun tınısıydık, temsilimiz o sahneydi. Binlerce yılın mahşeriydi, terazisiydi ilk gülümsemesini boğaza tanıtan o oluş, bir olup yok olurcasına parıldayan evrendi, bizdi. Biz mi kimdik? “me and you” dizesinin muhatablarıdık, “me” sahnedeki o elmastı, “you” ise biz. Bizin gözünde ise “you” sahneydi, biz özneydik. Peki neydi bir arada tutan bu ayrıklığı. Tek nefes, çığlıkların ardı sıra alınan o nefes. Breathe… bunca bekleyişin ardından ise o nefesin tayfaki karşılığı, sonsuz renk huzmesi. Any colour you like. Bu öbeğe “until it’s black” diye eklemişti ya ford efendi, o uğursuz yüze us and them’i ekleyiverince kalmadı hiç açığı tayfın, evren bütünlüğe bir dahi adım attı. Tayfın renklerinden yansıyanlar senelerce anlatılmıştı zaten, albümler dolusu, ancak petrol için dökülen kanın kırmızılığı ta kalbimize işledi hedefi vurmak için yarışan iki torpidoyla. Evren titredi, tek bir çağrıyla, özlediği yeşilin tonuyla sanki, “bring the boys back home.” Ne var ki evren çekmedi hiçbir rengi önümüzden, toplamını yerleştirdi “comfortably numb”a, perdesini öylece kapatıverdi. Biz evrendik artık, onun tınlayan sesini tutuverdik ruhumuzla, hiç ayrışmadık bir daha, hiç ayrışmayacağız, hiç ayrışmıyoruz.

roger waters'in ardından..


çok şükür ki adımız samuel soyadımız beckett değil (keşke olaydı lan düdük demeyin, okuyun), iki üç post evvel "beklerken" dediğimiz posttan sonra "ardından" yazmak nasip oluyor..

yani şu an "yazıyorum" sanıyorum, ama büyük ihtimalle sadece saçmalayacağım, okudum çocuklar ne güzel anlatmışlar okeania'da, sözlük'te, daha nice yerde, bir de bana ne oluyor aslında, ama kurtluyum, duramıyorum, çok bekledik be, 35 sene, dile kolay..
***
"einse! swei, drei, alle!"
yıllar sonra roger, evet, yolda, gelecek, aha geliyo, yok tel aviv önce mi, sonra mı derken, gayet floydian bir trick ile 20.06.2006 tarihinde geleceğini açıkladı, geldi, iksv'ye sorduk neyle gelecek, domuz şeklinde uçan balon yaptıralım mı, hangi otelde kalacak, komple yanıtsız sorular, tabi eşşeklik bizde, ben bilsem şu dünya üzerinde floydianlığından kendim kadar emin olduğum üç beş adam hariç kimseye söylemeyeceğim bilgiler iken, adamlar bir de organizatör, söyler mi, tabi ki söylemez.. hoş hayırlısı oldu tabi, kafayı çizmedik konser öncesinde babayı görerek, şimdi düşünüyorum da, böylesi daha iyi belki, züğürt tesellisi değil, gerçek hissiyatımdır.. yoksa ben babayı alıp benim beyaz şahine, sırf belki yeni bi şarkıya ışık olur deyu şöyle der saadet'in varoşlarından iki tur attırıp ogs'den de kaçak geçmek suretiyle çamlıca tepesine çıkarıp şehrin silüetine baka baka "dady's flown, across the ocean" dedirtemeyecek olduktan, akşamına masaya oturtup iki duble rakının yanına gâvurdağını çatallatamadıktan sonra, tanışmışım da merhaba ben freko demişim, o da afferin ne iyi demiş, ne kıymeti var..
tüm bu haleti ruhiye içinde, bir yandan da tişörtleri yaptırıyorum ki tamı tamına 24 saatlik bir mesai almıştır bu iş, hamburg ekürim likeinme hanım ile uykusuz bir gece daha geçirmemek adına bilerek kendimizi sarhoş ederekten uyuduk, uyandık, cenk tişörtlerimizi giyip diğer cemaat-i tahinpekmezin'e giydirmek üzere yola çıktık da saat beş üzre mekana vasıl oluverdik ki o da ne? hamburg'da tanıştığımız ve görüp görebileceğimiz en floydian 55e asansör yaslamış Kevin efendi, aha da istanbul'da! "hacım ben senin telefonu kaybettim de arayamadım, ama burada olacağından emindim ehi ehi" dedi, yani tam böyle demedi ama türkçesi buna tekabül eder; bu arada okeania beliriverdi yanımızda, "aha birader" dedim, "işte hamburg şahidi, pink floyd mütehassısı, bizim gibi kolpa değil".. baba bizi inceden 12 temmuz 2006 tarihinde italya'nın luca derler bir güzide kentinde olacak roger waters konserine davet etti, 55. yaş günüymüş de tam denk gelecekmiş 55. roger waters konseri olacakmış bilmemne.. böyle adamlarla yiyoruz içiyoruz azizim tabi ki kanserden olacak sonumuz, dalak kanseri, için içini yeme kanseri, hertürlüsünden.. netekim kevin efendi diğer fanlarla muhabbete gitti de biz de bir şekilde etraftaki farsi floydianlarla (şahane oldu lan bu terim) inceden muhabbet, yoldan gelenleri sıraya kaynatma, etraftaki görevlilerle ve bira satıcılarıyla ve bilet simsarlarıyla akraba olma bazında vakit geçirdik, arada içerden "briiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiing dı boooys bek hooom!" nidaları yükseliyor, valdenin teyzenin önünde olmaz bazında içe akıtılan üç beş yaş tersine akıyor falan, böyle böyle tiktaklıyor saat, ama geçmek bilmiyor..
nihayet girdik konser alanının kapısından, biletçi çocuğa "usturuplu yırt kardeş" dedim, yeminle milim milim ayırdı kendisine kalacak olan parçayı, bu satırlardan selam ederim.. bir eniştemiz var sevdiğimiz, godless commie, kendisi suşi ahçısı, araba modcusu, bilgisayar anlarcısı, ama bu konser için en baba özelliğini devreye soktuk, kendisi ayrıyetten ses mühendisi, geldi, "babacım aha burası quadronun kalbi, buradan ayrılmak yok" dedi ve ışık kulesinin önünü işaret etti.. bu sırada cümle tahinpekmez elemanı geliyor, tişörtünü giyiyor, etrafa caka satıyor falan (mug yaptırmak farz oldu, ama çok para, du bakalım ucuzunu da bulucaz), radio eksen güzel güzel çalıyor eskilerden, "disco still sucks" rozetleri dağıtılıyor beri yandan (bu noktada da hem rozet takıcısı hem su sakası can kardeşimi anmadan geçemeyeceğim), o geliyor, bu gidiyor, resimler çekiliyor kare kare, heyecan saniye saniye artıyor, gelen "yau niye öne gitmiyoruz" diyor, gerek abilik, gerek arkadaşlık, gerekse floydianlık nosyonlarımla "burası iyi arkadaşım" deyip safı sıklaştırıyorum, tekneler geliyor yanaşıyor, konsere adam taşıyanlar harici tek bir tanker dahi geçmiyor boğazdan, ya da bana öyle geliyor, "ulan" diyorum "ne mektup yazarmışım, istermisin vali hazretleri gelsin burada beraber höykürelim.." keza gerek oldu şimdi, güzide valimiz Muammer Güler'e bizi ciddiye aldığı için tekrar teşekkürü bir borç biliyoruz, mailini söylesin o dakika admin cinsinden tahinpekmez üyesi yapmazsam ben de freko değilim..
dakikalar geçiyor geçmesine, ama uranüs saatiyle işliyor biraz, yani bizim orbite oranla hayli ağır gidiyor, ya da bize öyle geliyor, neyse ne, fazla bayt yemeyelim de giriverelim olaya:
radyo eksen kesiliyor, hava kararıyor, bir anda ışıklar parlıyor, babalar sahnede! in the flesh, ardından mother, set the controls, shine on, have a cigar, wish you were here, southampton dock, fletcher memorial, perfect sense, leaving beyrut, sheep derken pat diye bitiveriyor birinci bölüm! lan biz yıllardır bekledik, bumudur çala çala, hepsi desen toplam beş dakika! ne ara başladın da nerde bitirdin, bu nasıl bir hız, biraz yavaş!
"hadi arkadaşım biz bi su dökelim gelelim, malum yaş kemale erdi" diyor baba, gene jüpiter ölçeğinden bir 20 dakika salıyor bizi, oraya bak buna sarıl şunu öp geçmiyor lan vakit! hayır birilerini döveyim vakit geçsin diyecem herkes floydian, kimi döveceksin?? bu arada, konserin çeşitli vakitlerinde bizi yara yara gidenler oldu, merak ediyorum acaba evleri mi yandı, babaları mı öldü, tavuklarına kışt mı dendi? lan dingil, madem hoşuna gidecek mi gitmeyecek mi emin değilsin, niye işgal ediyorsun ortamı? keşke bunlardan bulsak bir iki tane de dövsek, bir işe yarasalar diyorum tüm memeli floydian cemaati adına, biliyorum artık saçmalıyorum, ama demiştim birader..
her nasılsa bitiyor o 20 dakika, bir önceki sette sheep'te selektör yapan quadro allahına kadar enişteyi haklı çıkarıyor: fır dönüyor müzik etrafımızda, roger karşımızda, çılgın atıyor, deli ediyor, insanlar duygu seli, hep bir ağızdan bütün dark side söyleniyor, tribe giriliyor, ağlanıyor, haykırılıyor, sanırsın ortam öyle büyük bir aşiret düğünü, herkes dost / akraba, sahnede gelin damat dans ediyor!
"tenk yu veri maç" deyip bir güzel selam edip gidiyorlar sahneden, ki yapmasalar olmaz sanki, babacım beşikteki çocuk dahi biliyor comfortably numb söylenmeden sahneyi terkedenin iki cihanda yakasının biraraya gelmeyeceğini..
"hoyt!" diye geliyor sahneye baba tekrardan, çakıyor flaşı gözümüze, bağırıyor bir yandan:
"you! yes you! stand still laddy!"
tüm cemaat üstüne alıyor bu çağrıyı, hazrola geçiyor, komutan karşıda! ve beklenen an geliyor, bilen bilmeyen herkesin sevdiği "vi dont nid no eccukeyşın" patlıyor alışıldığı üzere, ardından canımız ciğerimiz ve babaların konser kayıtlarında duyma şansına -the wall live hariç- hiç erişemediğimiz vera'yı patlatıyor, ve arkasından bir bring the boys back home geliyor ama ne gelmek! orkestrasyon abartılmış, arası uzatılmış, vokal desen sahne artı 17.000 vokalistle coştukça coşuyor, uzuyor da uzuyor bring the boys back home, sanki hiç bitmiyor, ki şu an şu saatte bile nefesliler haykırıyor kulaklarımda, tüylere tutkal sürsem yatmayacak raddede; ama her güzel şeyin sona erdiği gibi bu da bitiyor ve bir büyük ironi olarak kitlelerin en sevdiği pink floyd eseri comfortably numb'a geçiliyor, bitiyor, baba tekrar teşekkür edip gidiyor, biz bir bis daha beklerken bir tekne hızla alanı terkediyor, makus talihimizle başbaşayız..
***
gelelim işin türevine, integraline..
bir aciz floydian olarak, aynı takvim yılında hem david gilmour + rick wright, hem de roger waters izlemiş bir insan olarak, farizamın %75'lik bölümünü tamamlamış oluyorum, çok şükür.. ve fakat diyeceğim şudur ki, dave roger'sız, roger dave'siz olamıyor! sanki böyle suyun var sonsuz, ama koyacak şişen kovan yok, boşa akıyor, engel olamıyorsun gibi.. halbuse onları alsan bi yere koysan, iç iç dur, biriktir dur, zemzem hesabı, bozulmaz etmez..
aralarında ne fark var? belki hiç, belki de çok.. ama en göze batanı, david gilmour gitarda gerekli perdeyi bulduğu gibi, sahnede de durulacak yeri bulmuş sanki, yerinden kıpırdamıyor, "kralını çalıyoruz arkadaşım dinleyin işte, bi de sizin için elde gitar volta mı atıcaz" dercesine, çıktığı yerden terk ediyor sahneyi.. ama roger öyle mi, hani salsalar iggy pop gibi dalacak seyircinin arasına nerdeyse, alacak milleti birlikte söyleyecek falan, tek tek seyirciyle göz teması kurmak ister gibi, bir o yana gidip coşturuyor bir bu yana, sanki o gelmese coşmayacakmışız gibi.. bu ikisini ayrı ayrı düşünmek yanlışın kralıdır, bu ikisi bir bütündür, bölünemez, bölünmüş gibi dursalar da gerçek floydian kafada onları birleştirir diyorum daha da birşey demiyorum, şirke girer allah muhafaza..
diğer elemanlara gelelim inceden:
in the flesh konserlerinde arzı endam gösteren doyle bramhal ii'nin yerine ikame edilen dave kilminster yardı geçti.. doyle'un aksine dave abi, adaşının yerine gayet güzel çaldı, gözardı edilebilecek derece az sıçtı, ayrıca ne ciklet çiğnedi ne de artis artis kolyeler falan taktı, böyle pırıl pırıl bir adam, ayakta alkışlıyoruz..
snowy white abimize zaten laf yok, yüzbin dolar saydığı gitarıyla başından beri harikalar yaratıyor, yeri bakidir, tek olur..
carol kenyon başta olmak üzere, diğer iki vokal abla da önceki roger waters konserlerine göre gayet iyilerdi.. sanırım daha önceki gereksiz uluyan ablalar tepki almış, bu ablalar her vokali yerinde yaptı.. hele carol abla öyle bi great gig in the sky patlattı ki, sanırsın clare torry açtığı gereksiz davadan vazgeçti de geldi roger'a vokalist oldu tekrardan, o radde iyiydi, direk ağladım, hiç kasmadım..
andy fairwather (basık) abimiz de gene gerilerde durdu, ama tek bir nota şaşmadan sanatını icra etti.. keşke sahnede gene yükselti olaydı da roger ile tek sıra takılmalarını izleyebilseydik dedim sadece..
graham broad abimiz ekseriyetle iyiydi, lakin en iyi olması gereken yerde sanırım asidi az geldi, tam havaya giremedi, ve time'ın introsunu %60 performansla çıkarabildi.. lan bak hayatımda elime baget almışlığım yok, ama tahtaya vurarak ya da göbeğimde dümbelek şeklinde icra edeyim o introyu, tek bi vuruş şaşarsam kurşunlara geleyim! ulan sen bu adamlarla senelerdir çalıyorsun, kilminster ya da snowy hiç "yemişim david gilmour'u, ben kendi yorumumu çalarım" tribine giriyomu arkadaş? kendisini seviyoruz, ama nick mason'u tabi ki daha çok seviyoruz..
ian ritchie bir dick parry olmaktan daha yüzyıllarca uzak, ama o da olacak birgün diye düşünüyorum.. fazla şey yazamıyorum, ama en azından şu örneği vereyim: hamburg'da, dick parry shine on'da sahneye sırtında üç saksafonla geldi, gereği neyse tek nota değiştirmeden aynen icra etti.. gene tekrar ediyorum: bu adamların müziği kutsal kitap gibidir, zaten olması gereken en iyi haldedir, kendi artistiklerini sokuşturmanın alemi yoktur, roger ile sahne aldık diye havaya girmeyin öte tarafta bunun kesin bir cezası vardır:)
harry waters acep emmioğlumudur, torun torbamıdır bilemedim (edit: bizzat oğluymuş, respect!), ama soyad benzerliğinden yırtıyor, kendisini sadece alkışlıyoruz..
ammaaaaaa, bilerek en sona bıraktığım bir abi var ki adı jon carin, o sahnede roger'dan sonra en önemli adamdır nazarımda.. değil mi ki roger da david de her canlı performansında bu adamı illa sahneye alıyor, o zaman bu adam ululardan bir uludur, floydian öğretiyi, notayı, soloyu yalamış yutmuştur diyor, kendisine en ufak yanlışın sülaleme sövülmesine eşdeğer kabul edileceğini tüm dünyaya ilan ediyorum.. bu adam tek bir nota şaşmıyor, en zor saykedelik yerleri kral gibi çalıyor, dave yokluğunda roger'a slide desteğini en babasından veriyor, bir eli klavyede, öbürü penada, beri yandan vokal de yapıyor, daha ne olsun arkadaş.. tabi ki helal olsun!
***
işte böyle a dostlar.. bu güzide aktivitede beni yalnız bırakmayan (in order of appearance) başta annem, teyzem ve likeinme hanımefendi olmak üzere, okeania, kevin, dolphingirl, nosuprises, beşinci göz, cedilla, godless commie (malum enişte), lovehippi (bir özge candır), manoverboard, kardeş insanı melyche ve enişte jujuman efendi, felina the badcat, merlin (a.k.a. apollo01), days kusmazcan kişisi ve aton karimca yenge hazretleri, bilahare justy the çükübik ve artık nikah temizler cinsinden (amin) yengemiz limonumsu, manoverboard, serol, can, rosengela, zaknafein, ve daha niceleri.. adını / nickini sayamadıklarımdan peşinen özür dilerim.. ama böyle bir gecede ölmediysek, artık biz de highlander ırkından sayılırız arkadaş; daha da öldürmek isteyen, başımızı gövdemizden ayırmak zorundadır, böyle biline..
freko, ölmezotu..
foto courtesy of days herankusabilircan, yanımda çektiği için kullanmakta beis görmedim, ama gene de all rights reserved, yanlış olmasın:)

21 Haziran 2006

Hüsnü Şenlendirici - Ferhat Göçer

atv'de yeni bir program başlıyor; "sarı sıcak".. son 1 haftadır şirkette yatıp kalkmama neden olan tanıtımlarına rastlamışsınızdır belki.. hüsnü şenlendirici ve ferhat göçer'in sunuculuğunu yapacağı programın ilk bölümünde herhangi bir konuk olmayacak ve programın tamamı ikilinin canlı performansına ayrılacak.. 28 haziran çarşamba günü saat 20:30 da başlayacak olan programa katılmak isteyen varsa mubysh@hotmail.com dan bana ulaşabilir.. yeterli katılım sağlanırsa taksim akm önünden servis ile ulaşım sağlanacaktır bilginize..

RW - Who Was!

mutluluğumun resmini paylaşmak istedim.zira konser sonrası hissedilenler kelimelere indirgenemez.fracko ve diğer herkes ,iyi ki varsınız ve oradadaydınız.Gecenin sonunda içimde eksik kalan yeri eve gelip gözlerimi kapatıp dogs,atom
heart mother , echoes ve hey you dinleyerek kapattım:=)


Image Hosted by ImageShack.us

Roger Waters Konseri

Birçok insanın hayran olduğu Pink Floyd adında bir grup vardır, hiçbir zaman sevemedim, ısınamadım. Lakin büyüklüğünü kabul ederim, adamlar iyi müzisyendir. Bir saykedelik rak düşkünlüğüdür yürür gider bu herifler yüzünden, uzak duramazsınız, kayıtsız kalamazsınız.

Neyse, elime beleş bir konser bileti geçti, atladım gittim Roger Waters konserine....
Şahane bir Haziran gecesi, Boğaziçi harika, hafif bir meltem var, insanı boğan sıcağı alıp götürüyor. Lafı uzatmayalım, başladı konser. Tabii ben muazzam bir müzik ziyafeti bekliyorum, coşku bekliyorum... Ama ne yalan söyleyeyim, aradığımı bulamadım arkadaş. Mıy mıy mıy geçti saatler. Ha şimdi coşacak, ha şimdi patlayacak derken konser bitmiş. O manzaraya karşı iki dilim beyaz peynir ile bir ufak rakı devirsem daha iyi olurdu.

Niçin coşamadık peki? Çünkü bu Roger Waters çağın gerisinde bir adam. Zaten beyaz saçları, fasulye sırığı yapısı ve tatar yüzüyle aynı rahmetli dedeme benziyor, en baştan insanı ortama yabancılaştırıyor. Yıllardır bas gitar çalan adamsın, orada tıngır mıngır mütevaziliğin ne anlamı var? Konser bu, elbette şovunu yapacaksın, insanlar bunu bekler senden. O gitarlara biraz distörşın filan verin ne bileyim, hiç şov göremedim ben. Lordi grubu bile daha profesyoneldir benim nezdimde. Tarihe geçtim, efsane oldum diye bu kadar aymazlık yapmak doğru değil. İnsanların büyük beklentisi vardı, yazık oldu. Pink Floyd grubu ile daha iyi müzik yapıyorlardı bence. David Gilmour 'dan ayrılması çok kötü olmuş Waters'ın. Zira Gilmour gaydir maydir ama iyi gitaristtir, içindeki coşkuyu müziğe yansıtabilen bir kimsedir. Ben bu konserden sonra anladım ki Pink Floyd demek Gilmour demekmiş. Roger Waters ne doğru düzgün bas çalabiliyor, ne beste yapabiliyor, ne grubuna hakim olabiliyor... Zaten sesi de bet bir ses. Bence gitsin Pretty Woman 2'de oynasın, daha başarılı olur.

Tamamen hayalkırıklığıydı bu konser. Üzgünüm.

20 Haziran 2006

Olup bitene dair.

"biri, birinin postuna hakaret yazdigi zaman her seferinde postu yazan da atilacak mi?"

cevap by freko: kimse kimseye hakaret yazmayacak, kazara yazarsa gereği düşünülecek.. sebeplerine sadece benim vakıf olduğum konularla ilgili uzun uzun yazmak abesle iştigaldir, çünkü neyin neden olduğunu tam olarak bilen sadece konunun muhataplarıdır..

böyle mübarek bir günde, reca ediyorum başka şeylerle uğraşınız, geziniz misal, biletiniz olmasa bile gelebiliyorsanız kuruçeşme civarlarına geliniz, bu elektriğe şahit olunuz, tövbe istiğfar ediniz..

böyleyken böyle

sevgiler,

freko, the unforgiven

19 Haziran 2006

things that make you go, hmmmmm

böyle bi şarkı vardı fi tarihi nerdeyse, c&c music factory söyleridi, eski toprakların pioneer teyp aciko ekolayzer ikilisiyle az buz öttürmüşlüğü yoktur ben dahil olmak üzere (di mi lan eliksir eheh)..
ama malesef ki konumuz bu şarkının getirdiği götürdüğü değil, bi saattir başlık kasıyorum, ne desem ne desem bulamadım.. ama ilk günden beri yapmamak için üzerine kafa patlattığım şeyi yaptım, ve iki güzide üyemizi yönetim kurulu kararıyla üyelikten azlettim.. sebep tabi ki aidatlarını geciktirmeleri değil, çünkü öyle bişey yok, olmayacak, tek katlanmak zorunda olduğunuz şey gariban google reklamları.. lafı dolaştırıyorum farkettim, ama kolay birşey değil bu..
felina ve satine, her ikisi de ayrı ayrı çok sevdiğim insanlar olup bu gruba ilk üye olan insanlardandırlar.. postlarıyla, kommentleriyle kimi zaman neşe, kimi zaman düşünce kattılar ortama, güldürürken düşündürdüler ve viceversa falan..
ve fakat her ne olduysa oldu, bir husumet çıktı, ve bu ilk başından beri tek kuralımız olan herkes bi şekilde bi yerden connected olayına ters düştü.. ne oldu ne bitti detayına girecek değilim, ama şunun bilinmesini isterim:
bu gariban, günde üç beş kişinin girip çıktığı ve tamamiyle bir keyif ortamı olan tahinpekmez'de, kişiler gülmek ve güldürmek amaçlı birbirine her daim girişebilir, bunun örnekleri zaten hergün her dakika görülmektedir, ve hatta burada bukadar çok insanın olma sebebi de budur bi yerde..
amma, bir kişinin bir diğer kişiye doğrudan ya da dolaylı imalarla saldırması durumunda sadece bir kere sözlü olarak uyarılacak, bir takım yaptırımlar uygulanacak, uygulama sonuçsuz kalırsa üyelik kaydı silinecektir.. buranın çılgın moderatif fasiliteleri yoktur, çaylak maylak da edemiyoruz, direk siliyoruz.. ikinci bir nesil hadisemiz de olamayacağı için, kişilerin tövbe istiğfar edip belli bir süre oruç tuttuktan sonra tekrar aramızda bulunabilmeleri olasıdır, olmayacak şey değildir, orasını bilemiyorum, henüz test ettiğimiz birşey değil..
sözün özü, kötü niyetle laf sokmak yasaktır canlar, kardeş kardeş oynayın:)

ucuza uçuşu hayale sokan tekelci türk zihniyeti

Hep böyle olmadi mi bu memlekette a dostlar..
Yurtdisina cikmak icin bile devlete üstüne para verdik..ki hala 75 ytl'dir o çikis bedeli..
simdi ucuz bilet hadiseleri koptu bu yil..mart ayinda soyle ucundan gorebildik ucuz ucak biletini..dandirik otobusle 12 saat tutan 135 YTL'lik otobus bileti yerine yari parasina ucabildi insanlar..
simdi easyjet diye bi zihniyet vardi, kellekoltukta ikramsiz ucak..
100 YTL civarina vergi dahil londra'ya ucabilecektik..donuste 200 kagit falandi sanirim..vergi dahil..
beyler begenmemis..istemezük olmuslar..
nolcak bu bizim halimiz 2006 yilinda..
herseyin 2 kati maliyetiyle yasiyoruz ev,araba,yemek..zehir zikkim oldu be..
cep telefonu desen dunyanin en pahalisi ama hepimiz gevezeyiz..
benzin desen oyle..
hic kimse protesto yapamiyo..kacimiz telefonunu 1 gun kapayabilir biraktim 2 saat kapama eylemi yapabilir..
kacimiz benzin almadan 1 gun araba kullanmadan otobus'e bineriz (binenlere demiyom)

eyvallah..

Hotbird uydusunu vuracak delikanli araniyor.

Hayatta her gun email aliyoruz,sudur budur,hatta yigit ozgur'un super karikaturleri vs..
gel gelelim bugun bir mail aldim ki eger yamulmuyorsam gerzeklik rekoru bu mailin sahiplerine ait..
kiyamadim silmeye..yerlerde sürünüyorum gülmekten..imla hatalari,gramerleri falan tam varoş/taşra karisimi olsun..nasi boyle seyleri kurup bide inanabiliyolar sasirtici..

Gönderen:Turkish Digital Anti Terror Team (hehehehe)
Maili:
Bilindiği üzere pkk domuzunun semirme sebeplerinden en büyüðü uydu üzerinden yapýlan özgür terör propagandasıdır. Bunu yaparkende teröristi maðdur gösterdiði ,devleti ve Türk milletini vahþi katilller olarak gösterdiði. Milleyetçilik yaklaþýmýyla ve kürtçe diliyle kürtleri tesir altýna aldýðý su götürmez bir gerçektir. Eðer uydu yayýný büyük büyük koltuklarda oturan küçük küçük idarecilerimiz tarafýndan yýllar öncesinden engelleyebilseydi bu durumlar belki de hiç yaþanmayacaktý. Askeriyenin ve hükümetlerin birinci vazifesi olan halkýn emniyetini saðlama iþi sadece terörist yakalamak ve öldürmekle sýnýrlý deðildir. Asýl önemli olan terörün kaynaklarýndan olan ve yayýlmasýnda en önemli faktör olan uydu yayýnýdýr. O kadar uyarýlara raðmen pkk gibi kanlý para sahibi bir müþteriyi kaybetmek istemeyen ve her þeyden önemlisi pkk yı ve yaptýðý katliamlarý sevinçle izleyen Türk ve insanlýk düþmanlarýnýn bizim gördüðümüz zarara ortak olmalarý gerekmektedir.Biz kurtuluþ savaþýnda vermediðimiz þehidi teröre verdik ama insanlýk düþmanlarý bir türlü pkk yý uydularýndan kovamadýlar ;O ZAMAN BÝZ UYDULARINI BAÞLARINA YIKALIM. EÐER 1 TANE UYDUYU VURUSAK VEYA HACKLEYEBÝLÝRSEK KÝMSE BUNDAN SONRA PKK YA UYDU VERMEYECEKTÝR.

Þu anda pkk ya hizmet veren ve illegal ahlaksýz kanallara ev sahipliði ile bilinen hotbird adlý uydu lazer ile vurulmayý çoktan haketmektedir. Yerden yhavaya veya havadan yere çok güçlü lazer demetleri gönderilebildiði bir gerçektir. Veya hotbird firmasýnýn veya uydusunun her hangi bir þekilde yüksek zarara uðratýlmasý þarttýr. Nasýl hackerlar web sayfasý veya e-mail hackleyebiliyorsa ,nasýl izinsiz olarak bazý yerlere eriþim saðlayabiliyorsa bu uydular içinde aynen geçerlidir. Mesela bir kiþi serveri ele geçirse bu server hackerdan geri alýnabiliyor çünkü fiziki olarak müdahale edilebiliyor. Ama uyduyu ele geçiren bir hackerin elinden uyduyu geri almak hiçte kolay olmayacaktýr. Çünkü uyduya fiziki müdahale þansý yoktur. Buradaki kýymetli arkadaþlara bu mesajý yazmamým sebebi bu konu üzerinde ufuklarýný açmak içindir. Uydular konusunda elektronikçiler fizikçiler astrofizikçiler ve bilgisayar proðramcýlarý ortak olarak çalýþýyorlar. Uzay ve havacýlýk ayrý bir kategori olabiliyor ancak yörüngeye oturtulmuþ bir uyduya zarar vermek tahmin ettiðinizden zor deðil. Belki bu devletin iþi belki bu askeriyenin iþi ama bizimde Elimizden gelen bir þey varsa mutlaka yapmalýyýz. Benim düþüncem þudur ki hotbird uydusu etkisiz hale getirilmelidir. Bazýlarý bana tepki göstererek koskoca uydu bir kanal için vurulurmu düþürülürmü tarzý benden çok uyduyu destekler ifadeler kullandýlar ,Arkadaþlar tohumuna paramý verdik? Düþürebilsem 1 dakika beklemem. Bize Kurtuluþ savaþýndan fazla þehit verdiren pkk nýn günahý büyüktür uydu bunu taþýyamaz. Eðer böyle suçlu bir terör örgütüne uyduda kanal tahsis edilebiliyorsa o uydu ben vururum ,ÝMKANI OLUPTA VURMAYAN ÞEREFSÝZDÝR.
..........................
Hotbird satalite was given support pkk armenian terrorist which have killed more than 50000 people in Turkiye.
We have to sabotage hotbird satalite and hack it or destroy.
hotbird boss are real bitch son because illegal all tv channels and illegal porn in it.
Digital Anti Terror Team
Best Regards