14 Haziran 2006

Hep Böyledir Zaten

Eski ama eskimeyen bir eserimdir. Buyurunuz..

HEP BÖYLEDİR ZATEN

En yağlısından, adı peynirli olmasına rağmen içinde peynir falan barındırmayan üç tane sabah poğaçası elimde, kahvehaneye daldım, bir bardak çayı geçici kadroyla işe alıp bu üç poğaçayla birlikte çalıştırmak için. Bu peynirli poğaçalar hep böyledir zaten. İsmi peynirlidir. İçinde bir çimdik peynire rastladınız mı gurbette bir vatandaşınıza rastlamış gibi hissedersiniz kendinizi. Bunların isminin peynirli oluşu, imalâthanede bir tutam peynire karşıdan gösterilmiş olup: "Bak oğlum poğaça, bu gördüğün peynir olur, artık sen peynir görmüş bir poğaçasın, peynirli poğaçasın. Buna göre davran", denilmiş olmasından ileri gelmektedir herhalde. Yoksa içinde peynir falan bulunmayan poğaçaya neden ısrarla "peynirli poğaça" denilsin ki?

Kahvehaneye girdim. Hep böyledir zaten. Bu yazar takımı, konusuz kaldı mı ya kahveye girer ya da bir parka gidip banka oturur. Ya kendileri ya da yazının esas oğlanı yapar bu işi, onlar da anlatır. Ne hikmetse parka oturur oturmaz yanlarına güzel bir kız gelir, gözlerinin içine bakar ve: "Neden bu kadar düşüncelisin?", diye sorar. Hep böyle olur bu işler. Yahu ben yıllarca parklarda, banklarda otururum, daha bir tane cinsi lâtif yanıma gelip böyle bir soru sormamıştır. Bırakın benim derdimi anlamayı, yanımdaki banka bile ilişmemiş, ille arada bir bank bırakıp öyle oturmuştur. Ya bu memleketin bütün felsefik ve soyut bayanları bu yazarların yanına oturuyor ya da yazarlar bizi ‘kek'liyor inceden. Bilemiyorum.

Kahveye girdim... Bütün başlar bana döndü. Hep böyledir zaten. Bir mekâna girilir, bütün başlar o yöne döner. Bu noktada okuyucunun dikkati toplanır ve "dınınıııın" etkisi yaratılır. Halbuki millet efendi efendi oturmaktadır yerinde ve o kapıdan her gün yüzlerce insan girip çıkmaktadır. Kapıdan başka kimse ilgilenmez giren çıkanla haklı olarak.

Oturdum bir köşeye... Hep böyledir zaten. Hep bir köşeye oturulur. Bir kere de bir yazıda adamın birinin gelip kahvenin ortasında oturduğunu ve duygu yüklü hikâyesine orada başladığını görmedim. İlle de kıyıda köşede oturulacak, iyice gizlenilecek ve hatta mümkünse ‘tam siper' pozisyonuna geçilecek. Ulan, altı üstü bir hikâye kahramanısın, ortalıkta sobanın yanında boş masa var; adam mı yiyecekler, git otur, çayını, poğaçanı zıkkımlan, değil mi? Yok! İlle çaycıya eziyet olsun diye, nerede kenar köşe masa var, oraya gidilecek. Gerçi bu sadece hikâyelerde değil günlük hayatta da böyledir. Bir mekâna girildiği zaman mutlaka kenar ve köşeler aranır. Bir çeşit korunma güdüsü sanırım. Kişi ya çok borçlu olduğunu düşünür ya da çok ünlü olduğunu. Aman, dikkat çekilmesin de imza falan isterler, rahatsız edilmesin manitayla. Misal, ben öyle yaparım. Sağ olsunlar, hayranlarım fazla olduğu için ortalık yerlerde görünmek bazen sakıncalı olabiliyor. Hani tek başıma olsam neyse ama indirdiğimiz hatun karakter alışmış olamıyor tabi böyle şöhrete falan. Şaşırıyor yani kızcağız, ne yapsın, o da haklı...

Mis gibi poğaçalarımı açtım, tavşan kanı çayımı yanına yoldaş ederek. Hep böyle olur zaten. O çay hep tavşan kanı, o poğaçalar hep mis gibidir. Halbuki birçok kahvehanede ve cafede rastlayacağınız çaylar genelde imamın abdest suyu gibidir. Saatlerce kaynamış olduğundan ve yapımında kullanılan çay bin bir çeşit ucuz ve kaçak çaydan ibaret olduğundan, sadece renk bakımından çay rengi tutturulabilir. Üstelik yapımında kullanılan su da musluktan akan ve içilmeyen sudur ama çay yaparken içilir ne hikmetse. Poğaçaların durumu hepten vahimdir. Sabah poğaçası ya, illâ ki mis gibidir. Halbuki kimsenin aklına gelmez o poğaçanın yapıldığı yerin anti-hijyen ortamı. Satıcının tırnaklarının arasındaki bilumum bakterilerin de lafı mı olur canım? Mutlaka mis gibidir onlar. Ve o çayla o poğaça arkadaş edilir ille de. Oturup yenilmez. Yenilir de, o öyle söylenmez. Yani Ferhan Şensoy bu deyimi icat etmeden önce çayla poğaçayı ne yapıyorduk acaba, çok merak ediyorum. Ben oturup çatır çatır yiyorum valla, sizi bilmem.

Köşede bir amca dikkatimi çekti. Üstü başı dökük, kirli sakallarını elleriyle ovuşturan, derin düşüncelere dalmış, düşünceleri sigarasının dumanıyla uçuşan bir amca... Hep böyle olur zaten. Bu memlekette her kahvenin köşesinde bir Diyojen oturur. Genellikle yaşlı, üstü başı dökük, filozof amcalardır bunlar. Cepte para yok, üstte yok, başta yok ama pek sallamazlar. Derin derin düşünüp ufka bakarlar. Bu durumdan anlaşılır ki düşünmek pek gelir getiren bir iş değildir. Ne kadar düşünen adam varsa, bu kahve köşelerinde sürünmektedir çünkü... Hayatın gerçeğini falan yalayıp yutmuşlardır ama üç beş kuruş dünyalık yapma olayını çözememişlerdir. Şimdi de onu düşünmektedirler aslında. Dışarıdan bakıldığında "acaba biz matrix'in neresindeyiz" sorunsalını düşünüyormuş gibi görünen bu amcalar, muhtemelen: "Ah benim eşek kafam, vaktiyle bakkalın yanına çırak verdiler de gitmedikti, şimdi sürünüyoruz", diye düşünmektedirler. Ama hikâyelerde falan böyle yazmaz. Hep felsefe yapar bu Diyojen amcalar. Karizmayı çizdirmezler. Bunların bir de parklarda dolaşan türleri vardır. Hep esas karakterin karşı cinsi olurlar ve oturduğunuz banka patavatsızca gelip oturup size hayattan beklentilerinizi, hayata yüklediğiniz anlamı sorarlar. Yukarıda anlatmıştık.

Birden yaşlı amca bana döndü, beni baştan aşağı süzdü ve sonra bakışları gözlerime kilitlendi... Hep böyle olur zaten. Diyojen amcayla esas oğlan, hikâyenin bir yerinde mutlaka kesişeceklerdir. İki hayat hikâyesi birleşecek, birinden birine düşünce, fikir ve tecrübe akışı olacaktır mutlaka. Genç olan deneyimsizdir, bir sürü sorunu vardır. Oysa ki Diyojen amca bütün bunların geçici ve boş şeyler olduğunu bilmektedir. Gencin günlerdir düşünüp yanıtını bulamadığı sorunun yanıtını zart diye tek kelimeyle verecektir. Üstelik tek bir soru sorarak... Ne hikmetse bu insanlar adamın gözünün içine bakar ve bütün sorunları çözecek tek bir soru sorar esas oğlana. Esas oğlan tam sorunun yanıtını düşünmeye başlarken bir de bakar ki "Anaaa!" Meğer kendi sorunlarının yanıtını bulmuş... Hep böyle olur bu işler...

Kimbilir yaşlı adam neler görmüştü gözlerimde. Dumanlı bakışlarından çözmeye çalışıyordum sorunumu ve çözümünü. Yanıtları orada, gözlerinin içindeydi ve/fakat bulamıyordum. Yaşlı amca ise kendinden emin, bakmayı sürdürüyordu. Hep böyle olur zaten. İki karakter deli gibi bakışır. Filmlerde falan da olur böyle sahneler. Özellikle bakanlardan biri Türkan Şoray veya Fatma Girik ise o bakışma iyice uzatılır. Gözlere yakın plan girilir. Gözleri güzel ya, onun vurgusu yapılır seyirciye...

Bizim yaşlı amcanın gözleri o kadar güzel değil ama ben yakın plan yapmaktayım. Ne de olsa, bütün dertlerimin çözümü o gözlerin sessizce söylediği cümlede gizli.

Amcaya iyice konsantre olmuşken, uzamış ve kırlaşmış sakallarının kapladığı çenesi açıldı ve konuşma pozisyonu aldı. Ağır bir ses tonuyla verecekti arayıp bulamadığım sorularımın yanıtını... Çayımı elimden bıraktım, dikkatimi iyice ona verdim. Bir an tereddüt etti, sonra derin bir nefes aldı ve şu cümle döküldü ağzından: "Evlât, fermuarın açık kalmış!"

Hep böyle olur bu işler. Fermuarı çekip kahvaltıya devam ettim...

3 yorum:

  1. daha sık beklioz böyle eskimemişlerden:)

    YanıtlaSil
  2. klavyenden operim. hakikaten guzel olmus.

    YanıtlaSil
  3. davranis standizasyonu ve katogorizasyonlardan kacarak bu yaziyi tekrar yazarsaniz daha ilginc olabilir.
    sevgiler

    YanıtlaSil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.