28 Temmuz 2006

Madenci Çıktılar . . .



Pek sevilen ve çocukluğumuzdan bu güne kadar ki döneme sirayet etmiş olan büyük grup "MetallicA" nın aslen madenci olduğu ortaya çıktığı an be an duyurulur.

http://www.metal-res.com/

DM warm up party by Chantage..

Chantage tarafından kurtarılmaya çalışılmış organizasyonel rezaletlerden biri daha yaşandı dün gece kuruçeşmenin aslansız arenasında..
öncelikle bazı terimleri açalım:
"warm up" ile kastedilen nedir? bir kaç gün sonra gerçekleşecek bir büyük hadise için insanları gaza getirmek, yani "motoru ısıtmak" için, ya pleybek ortamlardan dicey vasıtasıyla gelecek olan vatandaş(lar)ın müzikleri çalınır, ya da canlı vaziyette tribüt grup(lar) çıkarılır sahneye, millet gaza getirilir.. genellikle konserin yapılacağı yerde değil de başka bi mekanda yapılır bu işler.. lakin eğer konserin verileceği yerde yapılıyorsa, tribütçü kişiler de esas grubun çıkacağı sahneden seslenirler millete..
"ön grup" olarak bahsi geçen "Chantage" nedir? www.chantage.info 'dan da bilgi alınabileceği üzere, zibilyon yıldır bu memlekette daha ziyade Depeche Mode coverları ile sesini duyurmuş bir güzide gruptur.. Kurucuları Tolga İnci ve Kıvanç K insanları, şu an kadroda pek sayın Burak Kurumak ve Ali Yamulthan ile çalışmakta ve Balans Music & Performance Hall, Çubuklu Hayal Kahvesi gibi klüplerde icra-i sanat etmekte, bizzat mekan sahiplerinden elde edilen bilgilere göre kendileriyle yakın zamanlarda program yapan nice sanatçıdan çok daha iyi bar hasılatı toplamaktadırlar.. bunu niye anlatıyorum? profesyonel gözler bu satırlarda "demek bu herifler milleti coşturabiliyo"yu görebilsin diye..
dün gece, gittik kuruçeşme arenasına, bir jül sezar edasıyla girdik mekana, geçtik kulise, şu bu.. kulise giderken deniz kenarına yakın küçük bi sahne gördüm, "hmmm dicey olayına ayrı sahne yapmışlar afferin, adamlar vakit kaybetmicek ama mikrofonlar ne alaka" diye düşünürken vakti keraat geldi çattı, bir de baktım o küçük sahne Chantage için kurulmuş..
arkadaşım, madem başka sahnede çıkaracaksın, niye aynı mekanda parti yapıyosun? ulaşımı tırt, bi dünya trafik, şu bu; yap taksimde bi mekanda, gelecek adam oraya da gelir.. sen böyle adamlara "sizin yeriniz bu küçük sahnedir" der gibi, niye kenara köşeye itiyorsun? sahne mi yetişmedi? bildiğim kadarıyla DM konserlerinde öyle volkanlar patlamıyor, sadece şahane ışık ve barkovizyon gösterileri oluyor, onların da sahnenin direk sathıyla bi alakası yok..
çok şükür ki, Chantage işi biliyor, milleti kah DM kah kendi şarkılarıyla iyice kıvama getirdiler de en ufak bir tribe girmeden bu işi hallettiler.. profesyonellik güzel şey.. ama, konserin gazete ilanında "ön grup" ya da "alt grup" yerine Chantage kullanılsa, belki 50 bilet daha satılırdı be organizasyon.. bu adamları belki siz bilmiyorsunuz, ama İstanbullu olup da Depeche Mode dinleyenlerin %95'i çok iyi biliyor..
değil mi ki bu memlekette, bir saat sonra Madonna'nın çıkacağı sahneye önce Yoncimik çıkmış abone çığırmıştır, o halde bu pazar günü Depeche Mode'dan önce Chantage'ın aynı sahneyi alması gerekir, öyle yan, kenar falan değil..
Ne diyor büyüklerimiz? bilmemek değil öğrenmemek ayıp..
nicelerinizle akşama Park Orman'da görüşebilmek dileğiyle,
frekman, anlarkişi..

27 Temmuz 2006

Live Performance

Hayır canım kardeşim, yeni bir konser ilanı falan değil. Başka bi mevzu..

Geçen gün freko'nun anlattığı Reina civarından geçtim dün akşam. Bilen bilir, orada karşılıklı sosyetik mekanlar vardır.Yolun deniz tarafı değil de öbür tarafında bir klüp var, yanılmıyorsam ismi plus mı back mi öyle birşey işte..neyse..Duvarda küçük sayılan bir tabela yapmışlar. üzerinde bir kadın bir adam resmi. kadın şarkıcı birşey işte..hande yener / deniz seki tipinde ..belki de onlardan biridir, tam seçemedim otobüsün içinden. Yalnız altındaki yazıya takıldı gözüm."back..live performance"..back kısmından emin değilim, yine ingilizce bir kelimeydi, klübün ismi gibi yazılmış..afişleri olan şarkıcıların da altında live performance yazmışlar..şimdiiiiii

Ulan sanki paso yurtdışında konser veriyorsun, ingiltere'den, amerikalardan bir sürü hayranın var da konser serilerinin bir tanesini de istanbul'da verdiğin için afişi böyle yapmışsın..live performance..breh breh breh..hani millet recording performance ile idare ediyor,çok özel bir gece düzenlemişsin, bütün dünya izleyeceği için live performance...sanırsın ki pink floyd 25 sene sonra bir arada sahne alacak..altı üstü üçbeş tane sosyetik bar müdavimi kro vatandaş tarafından karı kız mıncaklanırken fon müziği yapacaksın, niye abartıyorsun?

Dün Taksim metrosundan çıktım meydane. Red bul firması bir tane kule dikmiş, tepesinde bir dicey..müzik yayını yapıyor. bir yandan da haftasonu yapılacak etkinliğin anonsunu yapıyor..Tam ben çıktığım anda eline aldı mikrofonu ve anonsu yaptı: "red house party at the satırdey in haliç..oll aktivitiiz is freee...vs"... ey adam..Taksim Meydanı'nda o an Türkçe bilmeyen insanları saysan saysan en fazla on tane turist çıkar. Niye kendini heder ediyorsun? Nedeni ise gayet basit tabi..ingilizce olunca daha bir nitelikli, daha bir kaliteli olarak algılanıyor yapılan herneyse..

O an aklıma bir puştluk geldi..hükümet bir karar çıkarsa "yarından tezi yok bu ülkenin resmi dili ingilizcedir, hadi bakalım" dese bu adamlar farklı olmak için ne yapacaklar çok merak ediyorum.

zaten okullarımızda, Türkçe bile okunması çok zor fizik vs gibi dersleri "yabancı dille eğitim" adı altında insanlara ingilizce öğretmeye çalışmak gibi bir gariplik yapıyoruz. Kızmamak lazım aslında.
öpmişumdur şapadak şupadak:)

karaağaç..

playlistte denk geldi, tam oldu.. onca iblis postun üstüne gene modumuzu "içli"ye getirelim eski işler yardımıyla:

karaağaç (#7166454, 24.03.2005 01:34:29)

gecenin bir vakti snaypır etkisi gösterme kabiliyetine sahip levent yüksel şahikası.. teknenin küpeştesine çarpan kaba ve tatlı dalgalarmışcasına derinden derinden bendir ile başlayıp perdesiz gitarla beslenen ve fakat orman arasından tek tek çıkan elf ordusu misali üzerime üzerime yürüyen girişi, levent abimizin hüzünlü uzun hava misali taksimini adım adım izleyen sinsi sezen ablamızın pek de back olmayan gayet lead vokaliyle, gayetle caz öğeleri taşıyan nakaratın enseye erzurum kısır gecesi delisi modeli şaplak atasıya ince ince işler adamın içini.. bir nevi "bu gece sana bundan gayrı şarkı yok koçum, geçmişler olsun" dermişcesine haykırıverir "gurbete giden döner mi dönmez mi belli değil bilirim / ben bir karaaağaç gölgesi buldum cebimde ümitlerim" çaresizliği..

aşırı seven yüreğe etkisi çeşitlidir.. bırak gurbeti, nazlı yarin bakkala yarım ekmeğe kavurma kaşar yaptırmaya gitse de o an playlistte bu eser denk gelse, karalar bağlarsın, gelmez olur sevdicek iki adım yoldan geriye.. toplasan iki sigara içimi ayrılık olur sana odissey, buluverirsin kendini en bi godot'u bekler halde..

gidene de koyar playlistte çıkması, hele ki kazara böyle uzun, upuzun mesafelerse gidilesi yollar, en bi koyar hemi de.. sanki sen sabitsin de tüm dünya ile birlikte sevdiğini de uzaklaştırmaktadırlar senden; böylesi bir bencillik, böylesi bir kendini bilmezlik, vuku bulur bünyede de durulamazsın, sabahlar olmaz olur herodot cevdetin duaları kabul olmuşcasına..

böyleyken böyle.. gecenin bir yarısı takribi son bir buçuk saattir fonda çalan bir eserin bünyeye ettiklerinin en kısa yoldan anlatımı budur uykulu bünyeler için..

bak hala söylüyor, kime diyorum:

gurbete giden
döner mi dönmez mi
belli değil
bilirim
ben bir karaağaç
gölgesi buldum
cebimde ümitlerim..

26 Temmuz 2006

~20 yaşlarda 30+ manita sahibi olmanın artıları ve eksileri, 500. post special autoreverse edition

işte bizarre ilişkiler serisinin son halkası.. bu sefer olaya gene erkek açısından, fakat daha tıfıl bir gözlükten şahane manzaralara doğru bakarak akalım istedim..
20li yaşlarındaki erkek kişi ve 30unu aşmış kadın arasındaki ilişkiyi irdeleyeceğiz önümüzdeki benim için birkaç saat, sizler için birkaç dakika boyunca..
er kişi, daha önceden de belirttiğimiz üzere, güveç hesabı geç pişen bir yemeğe benzer.. karakterinin oturması falan bazı istisnalar harici uzun on yıllar alır, kırkına gelmiş adamların çocukça hareketleri yüzünden şirketler batar, savaşlar çıkar vesaire.. hele ki 20 civarı bir yaştaysa bu er kişi, iki onluk olmanın verdiği gazla dünyaları ben yarattım edasıyla salınır.. halbuse altı üstü liseyi bitirmiş, çok çok üniversitede okumaktadır, önünde daha dağ gibi askerlik durmakta, ne hanyadan ne de konyadan haberi olmadığını maalesef bilmemektedir..
ha artıları yok mu bu garibimin? tabi ki var.. gençtir bi kere, enerjiktir, su içse üç gün uyumadan neler neler yapar, yeter ki yol yordam göstereni olsun.. işte tam burada, bazen 30+ hatunlar devreye girer..
30+ bir manita, 20lik bir erkeğin o an için bulabileceği en büyük korsan hazinesinden daha kıymetlidir.. çünkü yaşıtı veya etrafında dolanan kızlar gibi sadece göstermek fiilinin çekimini ezberletmez, daha nice fiillerin nice tenslerini cümle içinde kullanımlarını öğretir, edebi bir kişi olması yolunda emek verir, ter akıtır, bir o yana bir bu yana savrulur, bağırır çağırır falan, bilmem anlatabiliyormuyum:)
kadınlar erkeklerden çok daha önce olgunlaştığı için, 30+ abiler hala anasının dizi dibinde mutlu mesut yaşayabiliyorken, kadın milleti genellikle 25'i fazla geçirmeden kendi yolunu çizmek ister, en çok 30'unda tek göz odam nohut sofam konseptiyle kendi özel hayatının sınırlarını belirler.. işte o sınırlar misakı milli olmasa bile, 20lik erkek için bildiğin cennetin fiziki haritasıdır.. henüz ekonomik olarak şartları el vermediğinden, kendi evi olmayan ya da otellere ayıracak bütçesi bulunmayan koçeronun cinsel hayatı annesinin babasının evi terkettiği kısıtlı sürelerde eve "atabildiği" hatunlarla sınırlıdır, ve 30+ ablanın evi onun için nirvanadır, kutsaldır, içine girince çıkılmazdır, istem içi the cube'dur bi nevi..
konunun 30+ ablalar için cinsel faydaları, tıptaki son gelişmeler sayesinde tarihe karışmıştır.. eczanelerden serbestçe alınabilen viagra, sildegra, levitra gibi ilaçlar sayesinde 30+, 40+, hatta 60+ abiler çılgın performanslar sergilemekte, attıkları sololardan senfoni yazılabilmektedir.. ama geçmişe bakıp inceleyecek olursak, 30+ hatunun kendi yaşıtı veya üzeri erkeklerden alacağı performansa kıyasla 20'lik açın performansı gözle görülür, kulakla işitilir, tırnakla cırmalattırır farklar arzeder.. "çıkarmadan üç totalde beş, o da rahat tempoda" efsanesi, her nekadar minik bir yalan içerse de (nası çıkarmadan üç arkadaşım, ispat / şahit isterim) tamamiyle uydurma değildir, o yaş erkeği için olağan bir gecedir, tabi beş gece üstüste olmamak kaydıyla..
gelelim fasulyenin zararlarına:
30+ ablalar, 20lik hemcinslerine oranla sergiledikleri rahatlık, özgüven, ekonomik özgürlük çerçeveleriyle 20'lik erkeklerin aklını uzun bir süre geri vermemek üzere alır.. eleman hatuna direk aşık olur, "hayatımın kadınını buldum" edasıyla dolaşır, ve tabi evrensel erkek mallıkları uyarınca hatuna karışmaya, eleştirmeye, şuna buna başlar fazla gecikmeden.. hatun bu durumda ne mi yapar? tabi ki klas bir voleyle ilişkiyi ayrılığın örümcek ağlarına asar, yoluna devam eder.. bu noktadan sonra 20'lik cengaverimiz için içip içip sapıtma, evin kapısına dayanma, kapıcıdan dayak yeme günleri başlar.. nekadar sağlam bir kapıcı dayağı yenirse okadar çabuk atlatılan durumlardır bunlar (ben yemedim lan, öyle bakmayın:)..
diyelim ki 20'lik gencin kulağını önceden bi abisi büktü, "lan olm böyle hatunlara karışmaya gelmez, sen sen ol bok yeme, efendi ol" şeklinden uyarısını aldı; içi içini yiyor ama gene de karışmıyor hatuna, coşuyorlar hertürlü ve ilişki uzuyor.. bu noktada da ablanın yaşamakta olduğu hayata uydurulamayan ayaklar bitirecektir delikanlımızı.. abla nupera teras senin, reina benim, şamdanı 29u çılgın atmakta, lakin gencimizin öğrenci bütçesi tüm bu gezmelerin ulaşım masraflarına dahi sığ kalmaktadır.. "yahu ne çok geziyorsun"dan çıkan arıza, topun aynı noktada hatunla buluşmasına ve aynı voleyle ilişkinin ağları yırtıp çıkmasına, bizlerin de "çalışılmış pozisyon" tepkisini vermemize neden olur..
bir başka bok durum da, 30+ bir ya da birden fazla abla ile vakitler geçirmiş ~20lik bir er kişinin, kendi yaş civarı ya da daha küçüğü hatunlar ile uzun süre herhangi bir ortak noktada buluşabilmek gibi bir şansı olmamasıdır.. önceki postlarda üstünde ısrarla durduğumuz eski tencere / gıcır teflon metaforu burada tekrar devreye girmekte, 30+ abla ile hem fiziki mekan hem de cinsel serbesti gibi gümrük birliğinde bile bulunmayan güzellikleri yaşamış kardeşimize 20lik hatunlar bunları sağlayamadığı için böyle ilişkiler uzun yıllar başlamadan bitecek, başlasa bile 30+ abla(lar) devamlı anılacak, aranacak, burunlarda tütecektir..
tüm bunların ışığında, 20'lik elemanımız pişer, koca adam olur, 30'unu geçince de maddi durumu ve kaportası uyarınca aşağıdaki iki postta anılan 30+ abilerden biri olur çıkar, böylece de devre tamamlanır, yazılar akmaya başlar:)
freko, kırk dağın otu..

30+ yaşlarda ~20 manita sahibi olmanın artıları ve eksileri, versiyon "cep delik cepken delik!"

bir önceki postumuza orta doğu ve balkanlardan gelen tebrik, tehdit, kinaye, vesvese ve içten pazarlıkları göğüs istobu ile karşılayıp kendi eksenimde dönerek, topu başka bir mecraya doğru muz orta yapmak istedim canlar..
daha önce diskrayb ettiğimiz 30+ abi böyle kelli felli, oturaklı, işi gücü hali vakti yerinde bir abi idi.. ~20lik hatun da bildiğin çıtır çerez, üniversite öğrencisi ya da taze bitirmiş, ortalama bir aile kızı olup da etliyle sütlüyle henüz tanışmamış, feleğin çemberini henüz hulahop zannedenlerden idi..
ve fakat kazın ayağı her postala uymamakta a dostlar.. ortalıkta dolaşan 30+ abilerin mega çoğunluğu henüz rayında olmayan hayatlar yaşamaktadır.. ay sonu belki bi ihtimal şubatta gelmekte, diğerlerinde godot olup gelmemektedir.. hal böyleyken, ikinci paragrafta saydığımız hulahopçu ablalar bu abilerin hayatının ful çerçevesi olamaz.. bir seker, iki seker, sonra oturur aşşa, çünkü masraf (önceki postta belirtildiği üzere) büyüktür, kaldıramaz..
o halde ne yapıyor bu vaziyet 30+ abiler? çok basit.. günümüz iletişim araçlarının boku çıktığı için bilimum sanal komünitelerde at koşturuyor, şahane profiller, ünlü şairlerden postlarla falan sunuyor kendini ortama, veyahut arıza bir görünüm sergiliyor, artık kişinin seçimine kalmış.. ikinci paragraf içeriği ablalar da bu ortamlarda sıkça bulunmakta, ama kaldırması öyle kolay değil, ilk postun 30+larından olmak gerekiyor..
bu durumda, illa ~20 arayışındaki abiler, ya bu sanal ortamlardan, ya da birşekilde rock barlardan falan rocker tabir edilen, emo ve gotik kavramları dışında kalması tercih edilen hanım kızlara doğru akıyor.. bu hatunlar birayı abu hayattan sayıyor, kırk yılda bir ecnebi isimli içki gördüğünde kendini cennetlik hissediyor; beri yandan 2. paragraf 20liklerin bilmediği çoğu detayı ezberden biliyor, müzik olsun sanat olsun kitap olsun oturt karşına saatlerce konuş, henüz derinliği dizkapağını geçmese bile en azından 30+ abini bilmediği yenileri (hande yener - serdar ortaç yenileri değil) öğretiyor, akmasa da damlıyor ve birşeyler katıyor hayatına..
bu güzide hatunların genel kusurlarından başlıcası kılık kıyafet saç baş olarak göze çarpabiliyor, ki tatlı dille çarçabuk üstesinden gelinebilecek bir konudur, fazlaca dert etmeyin.. hoş nasılsa alıcısı değilsiniz, bırakın dağınık kalsın, doğasını değiştirmeyin.. çünkü kadın milletinin üzerindeki kıyafeti değiştirdiğin vakit davranışı da değişir, tıpkı erkek gibi, semer değişince oturma kalkma da değişir, salakça ama gerçek..
teflon tava sorunsalı bu hatunlarda da geçerli olacaktır, ama bir öncekine göre daha bi free havasında olan bu kesime cin teliyle girişmediğiniz sürece, öyle çatal sürtmüş pıçak değmiş ilk klasman kadar sorun teşkil etmeyecektir, bilesiz..
bir de bu model hatunlarda liseli fantezisi olayını rafa kaldırmak gerekir, çünkü bu rebel ruh öyle ha diyince olmaz, belli bir geçmişi olacaktır, ve o geçmiş de maalesef lise yıllarını kaplayacaktır.. çok çok zorla giyilmiş caanım pileli etekler, okulun son cumasını müteakip fırlatılır atılır, yer bezi yapılır, mundar edilir..
ez cümle, en şahanesi biraz ondan biraz bundan takılmak suretiyle bütçeyi zora sokmadan keyfi maksimize etmenin yollarını aramaktır..
son dört senem, beklemedeyim:)
freko, sıfır artniyet..

30+ yaşlarda ~20 manita sahibi olmanın artıları ve eksileri, pour homme..

"böyle bi başlık daha dünya literatüründe geçtiyse ben bu işi bırakıyorum" diyerek sözlerime başlayayım..
efem, birçokları için bu tarz ilişkiler "tü kaka" modelidir, herkes ayıplar, "oha lan kızın yaşında hatunla takılıyosun" falan gibi laflar hazırlar, ama içten içe "puşta bak gene armudun iyisini yiyo, biz gene eller hayaya (typo yok)" cinsinden ağlaşır.. tabi burada tamamiyle bir nuri alçoesk ilişki biçiminden, yani komple etken, sıfır edilgen ilişkilerden bahsediyoruz.. aşk meşk vaziyetleri kadraj dışıdır, seksenlik adamlar onbeşlik kızlaraa aşık olmuş da nice şiirler şarkılar yazılmıştır tarih boyunca, geçelim, bize gelmez..
her nekadar atalarımız "yemeğin iyisi tencerenin eskisinde pişer" deseler de, misal bir imambayıldı, ne bileyim bir oturtma, bir musakka, şu bu hem hazırlanışı hem pişmesi açısından binbir zahmetli ve uzun proseslerdir.. sunumu da bir okadar ağır, hantal, kalın masalarda olabilmekte, kenarda köşede tüketilmesi ayıp sayılmaktadır.. halbuse gıcır teflon tavaya kırılan iki göz yumurtaya banılan ekmekle de karın pekâla doyabilmektedir.. o vakit niye değerli vakitleri güveçlerde, tandırlarda harcayalım? çek siniyi önüne, gel keyfim gel, budur..
bir diğer pozitif durum ise, 30+ abinin içi hala kıpır kıpır ve kaporta da sağlam ise, ~20 hatun bitmez tükenmez enerjisiyle abiyi alemlerden alemlere aktıracak, akılan alemlerde abi çıtır hatun üzerinden "yıkılmadım ayaktayım, aslanlar gibiyim" cinsinden primini yapacak, diğer nice ~20liklere selektör yapacak, mim koyacak, bir başka gece ortama sap dönüp derecektir ekini.. harvester'dir bir şekilde ama, sorrow değil, pleasure harvester'idir kendisi..
bir diğer şahane hadise, ~20lik hatunun lise formasına hala sığıyor olabilme olasılığının çok ama çok yüksek olduğudur ki, buradan sonrasını tamamiyle hayal gücünüze emanet ediyorum:)
~20 hatun açısından da iyidir 30+ herifle dolaşmak.. böyle adamlar artık bazı kompleksleri geride bırakmış, onu giyme bununla konuşmalardan uzak, ekseriyetle hayatını birşekilde kurmuş, ertesi gün sınavı değil çok çok toplantısı olan abilerdir.. aramaktan değil aranmaktan hoşlanırlar, ve ekseriyetle "canım şu an önemli bir toplantıdayım, ben seni ararım" gibi cevaplar verirler.. böylece ~20liklerimiz gün boyu taciz edilmez, "o herif kim" gibi denyo sorulardan münezzeh leziz bir ilişki yaşarlar.. abiler usül erkan bilir, gününe göre çiçeğini çikolatasını eksik etmez, kadının gönlünü hoş edecek ne varsa tek tek yerine getirirler..
"pros" açısından şimdiye kadar herşey şahane gözüktü, bir de "cons" tarafına bakalım madem:
diyelim ki ~20 hatun yaptınız, ve kısmet bu ya, daha ilişkinin ilk başlarında doğumgünü geldi çattı hanım kızın.. tabi ki hediye sorun değil, fakat o kız bir doğumgünü partisi düzenler, arkadaşları gelir falan.. kız arkadaşları da değildir sorun olan, bilakis hepsi de ya siz ya da diğer arkadaşlarınız için potansiyel av sahasıdır, bereketiyle gelirler; ama bunların okuldan, mahalleden, çocukluktan falan gelme, at atılmaz sat satılmaz yaşıtı ya da civarı erkek cinsinden arkadaşları da vardır.. işte bu ibişler böyle ortamlarda kâh size olan saygılarından, kâh biraz kıskançlıklarından topu hep size oynar, lafı abi ile başlatıp abiyle bitirir, üç biradan sonra kıza "amcan da muhabbet adammış eheh" ibişlikleri yaparak olayı yaralamaya çalışırlar.. sallamayınız, gülünüz geçiniz.. belki siz de yaptınız buna benzer ibişlikleri gençliğinizde, erkek milletinin denyoluğu evrenseldir, çinlisi amerikalısı birdir bu işlerde, takılmayınız.. onların esas derdi gün gelip siz olabilmek, o an yaşadığınız hazzı yaşayabilmektir..
bir diğer eksi taraf, bu hatun sizin bildiğiniz birçok şeyi bilmiyor olarak gelecektir karşınıza.. müzikten girelim, az biraz hafızladığımız konu olaraktan; nadir örnekleri haricinde böyle led zeppelin, procol harum falan gibi sakın uçmayın, bekleyeceğiniz en şahane cevap "aa pink floyd dimii, biliyorum ben onu, the wall diye bi şarkıları var çok şahaneee" olmalıdır.. geçende bir arkadaşımın karşılaştığı örnek ~20, bırakın pink floyd'u robert plant'ı, michael jackson'un thriller'ini bile bilmiyordu, acılara karşı bünyeyi hazırlıklı tutun..
çıtırın enerjisi ara sıra sorun da teşkil edebilmektedir ayrıyetten.. haftanın üç ila beş gecesi reina senin, sorti emmoğlunun şeklinde gezmek, sanayici olmayan bünyeleri belli bi süre sonra kredi kartı tavan limitleriyle tanıştıracak, ardından ihtiyaç kredisi, kefil, icra, kara liste gibi terimleri de dağarcığa sokacaktır..
konuyla ilgili en can alıcı ve belki de en önemli sorun ise, bu gıcır teflon tavaların eski tencerelere göre daha bi çizilme korkusuyla yanıp tutuşmaları durumudur.. "ay öyle olmaz", "canım acıyoo", ne bileyim "hoşuma gitmiyo öyle" gibi geri bildirimler güveçe olan özlemi körükleyecektir.. bu durumda evli zamparalar şanslı kitledir, çünkü evde o familyadan bir tencere belki de çocuklarının anası sıfatıyla her sinir oluşta hizmete hazır beklemektedir.. lakin evde karısı beklerken dışarda çıtırla, fahişeyle, dişi sinekle vakit geçiren bizden değildir diyerek konuyu tatlıya bağlayayım, gazozumdan son bir fırt çekerek publişeyim postumu..
freko, ne biliyosa aktarmaya and içmiş toplum gönüllüsü..

aşk acısı

gecenin bu saati böyle arabesk bir başlıkla arabesk bir yazı yazmak da varmış.. varmıymış? yokmuş..sevmem böyle "kitsch" şeyleri.
ne dersen de yine daanngghh diye geliyor işte bu tanımsız acı.
sevgi, aşk, güven, mutluluk, sevişme....diyoruz da böyle bakınca ne hoş, içine girince ne bok oluyor. bakarsın etrafına; millet mutlu mesut. sanırsın ki bir tek senin ilişkin tuhaf. ama ne fark eder ki bir tek seninki tuhaf ve kötü olsa. sen aynı şeyi yaşar edersin, diğerleri naparsa yapsın çok da fifi.
"seviyoruz ama anlaşamıyoruz".
sevmek güzel, mühim tabi. ilişki neye dayanır? sevgi ve saygıya? ortak nokta gereklimidir? belki değil. ama varsa bazı şeyler, nefis hale gelebilir bazı anlar. e ama insanız. herkesin kafasından bir sürü şey geçer. bir sürü ve farklı şey heyecanlandırır, bir sürü farklı şey üzer, kırar..
falan filan...(arabeskleşmiicez ya;uzatmayalım)
e noldu şimdi? bir ilişki daha bitti. bir olabilirite daha olamaz oldu. olmadı, olmuyormuş, olamazmış..
şimdi nedir sonuç? freko'nun dediği gibi..salağız işte..

25 Temmuz 2006

kırkbeşini görmeden uçak kazasında ölen latin amerika starları

böyle bi klasman var sevgili tahinpekmezciler.. bunlar 27 yaşında intihar ya da sair yollarla ölen daha ziyade siyetıllı meslektaşlarından farklı olarak, şöhretlerinin artık "daha ne yapalım ulan ne yapalım söyleyin" mertebesindeyken uçak kazasında can veren modellerdir.. genç yaşlarından itibaren acayip ünlü olmuş bu elemanların ekseriyeti, eli çüküne işemek harici değmemiş şanslı azınlık mensubudur.. (days biraderime selam ederim:)

şahsi sıralamama göre geçelim tane tane:

numero uno - Carlos Gardel (1890 - 1935)

bu abi ile ilgili ful detay dünyanın pek çok kaynağında bulunabilir.. benim buraya geçeceğim az ve öz bilgileri sıralayayım:

bu abi, Arjantin milli marşının bestekarıdır, bu bir..

ayrıyetten, paris'te son tango, kadın kokusu, shindler'in listesi, gerçek yalanlar ve daha bir dolu filmde tango sahnesi deyince çalmaya başlayan Por Una Cabeza adlı eser de bu abinindir..
en nihayetinde, Arjantin babayı öylesine sevmiş ki, internet omurgasına babanın soyadını isim etmişler, o yüzden salt "GARDEL" olarak aratmak nice acılara neden olabilir:)

velhasılı frank sinatra'dan sonra en çok plak dolduran adam olma ünvanına sahip bu güzel abi, kariyerinin zirvesinde bir turne sırasında uçağı düşüvermiştir, toprağı bol olsun..

numero dos - Pedro Infante (1917 - 1957)

bu abimiz de Meksika'nın bağrından koparak kadife sesiyle bizlere unutulmaz bir Historia de Un Amor kazandırmıştır.. sadece bu değil tabi, daha 350 kadar şarkı seslendirmiş, 60 küsür filmde oynamıştır bizzat..

Meksika'nın Ayhan Işık'ı sayılan sombrerolu kral, uçak kullanmayı çok sever.. 1947 senesinde bir kaza yapmış, ucuz kurtulmuş ama akıllanmayarak 1957 senesinde gene bir uçak kazasıyla hayata gözlerini yummuştur, rabbim taksiratını affetsin, mekanı cennet olsun..

numero tres - ritchie valens (1941 - 1959)

gerçek adı Richard Steven Valenzuela olan bu şahıs, her ne kadar California doğumlu da olsa, Meksika asıllı olması nedeniyle listemize girmiştir.. hayatının ennnn baharında, daha 18 yaşında gene bir uçak kazasında vefat eden bu abimizi de kitleler La Bamba ile tanımış bilmiş, bir daha da unutamamıştır..

öylesine meşhurdur ki, hayatını anlatan bissürü film çekilmiştir, en meşhuru da Lou Diamond Philips'in başrolü oynadığı La Bamba'dır..

daha rüştüne ermeden ölen bu güzel insanı gayrimüslim kategorisine sokamadım ben şimdi, o yüzden rabbim gani gani rahmet eylesin diyorum..
**
halihazırda aklıma gelenler bunlar, dahasını bilen varsa komente şeedebilir.. rabbim önce baht açıklığı vericek, gerisi boş iş yalan dolan şan şöhret falan.. böyle de bi acayip oldum bunları yazarken, bildiğin tribe girdim be, hadi hayırlısı..

alageyik destanı

gecenin bi vakti dinleyende içimden aktı gitti, eski işe bakalım dedim bir, hey gidi:
alageyik (#5874657, 28.09.2004 00:11:22)
moğollar'ın putlara tapan, dolayısıyla taptığı putlara kobrayı salasım geldiği şarkısı! böylesi bir kinliyim bu esere, böylesi doluyum.. ziya gökalp mi yazdı, yoksa abilerin albümünde dediği gibi anonim bir esermidir, köroğlumudur, sağırkızımıdır bilemem; lakin bir bildiğim var ise, bir yaylı tamburun yayının ol alet yerine bizzat ciğerimizi, yüreğimizi gıygıylıyor olduğudur her çaldığında.. kimi geceler loopa alınır da sabahlar edilir eşliğinde, akın akın gözyaşı sel olur da gider hiç anlamazsın bile.. bir çaresiz aşk şiiridir bu belki, bir geyiğe yüklenmiş dram fazlasıdır, kadevesidir, ötevesidir belki.. yeni nesil klavyelerin jan mişel jar keşfi koro seslerine patadanak ekleştirilmiş akustik aletler mucisesiyle anlatılmış bir hastalıktır bu, vazgeçemediğimiz sevdalanmak manyaklığının türkçesidir, hatta arabına, japonuna dermandır bu, yeter ki dinlemeyi bilsin!
sen kendini bil diyor babalar, ava giden avlanır diyor, aşık edeyim derken aşık olursun da oturursun şapa diyor bi yerde.. iyidir tabi aşık olmak, öyle yüce duygular içinde dolanmak, kafayı kaldıramamak hüzünden, buhar buhar gözlerinin ucu her daim, aksın mı akmasın mı bilemeyen damlalar hazır kıta, tek bir ses beklemekte koyvermek için kendilerini pınarlardan aşağı..
her insan bir şeye niyet ettiği vakit, hadise uzaktan kendi şartlarına uygunmuş gibi görünür de bir anda değişiverir çevre, tüm pozisyonlar tersine döner de çıkamazsın işin içinden, bir gurub vakti erir gider karşındaki dağın karı da akan çağlayanların altında nefes dahi alamazsın, cansız bedenin vurur elbet bir yerlerde karaya..
ol kim ki ben başkayım desin de sillesini yemesin hayatın, feleğin, kaderin, ezcümlesinin..

siz gidin kardaşlar kaldım kaya başında
ah aman amman
kayalar başında..

***

o değil de, bakıyorum bi zamanlar baya içli adammışım, gönül adamı misali; artık köreldik mi nedir, böyle misal the lawyer - i wanna mmm adlı eserine post edesim geliyor falan.. iyimidir kötümüdür bu odunluk bilemedim a dostlar, tatil lazım bedene, yenilenmek lazım, belki yeni bir aşk lazım, ya da daha çok para lazım kaynağı belirsiz, ömür boyu tatil için, insanlık için, yeniden kurmak için, batsın bu dünya:)

freko, vitamini kabuğunda..

24 Temmuz 2006

ağlamak istiyorum sayın seyirciler..

bugün linkten linke dolaşırkene, birdenbire nereye geleyim: www.citibank.com.tr

hadi üşenirsiniz diye bi de skrinşat aldım, sol üst köşedeki bannerda yazan isme dikkatinizi çekerim:

(tıklayın ki irisini görün)

bundan takribi bir sene öncemiydi neydi, bir ibiş dostumuz "alo" dedi, "yeni şirketimiz hayırlı olmak üzere, isim babası sen olasın istedim", bizim de bağrımızdan bu floydian isim kopuverdiydi, hey gidi..

bir nevi godfather'i olduğum echoes production'un reunion konserleri düzenlemesi en büyük dileğimdir, ondan sonra da başka iş yapmasalar da olur zaten, orgazmı 50 sene kadar sürecektir:)

frekman rivoluşıns, bi kedisi eksik..

Ara Isınma - White Snake

Dream Tv de bu gece 22:00 de başlayacak olan ara ısınmadır. İşte Cuma gecesi , Park Orman da ki mükemmel aktivite için bir ısınma turu , ne ile karşılaşacağımızın göstergesi. Böyle bir organizasyona evsahipliğini yapan ve geçmişte de mükemmel organizasyonlar yapan Echoes ile çoşulacağının ilk canlı sinyali tvlerde karşımıza çıkacaktır.

Şimdiden tüm organizasyon çalışanlarının kollarına He - Man gücü , ayaklarına Voltran aslanları gelsin diyerek postumu sonlandırıyorum.

Koynunda fotoğraf makinesi ile hem şarkılara eşlik edip hem denklanşöre basan kişi ben olacağım evet yaklaşınız konuşunuz benimle.

reina! raise your hands in the air!

evet sayın tahinpekmez sakinleri, takribi üç beş gündür aranızda yoktum, nerede bu freko, ne yer ne içer diyeniniz de olmadı, keyifler gıcır olduğu hissiyatındayım:)
işyerimizin yılda bir düzenlediği bir güzide organizasyonun peşinde telef olduğum bu günler içinde, anadolunun çeşitli bağırlarından kopup gelmiş güzide iş arkadaşlarımızın, gala gecesi aldıkları alkol ve gaz sonrası "freko bizi raynaya götüüüür" serzenişlerini beşinci ya da altıncı yakarış sonrası atlatamadım, "ben ordan hiç hazzetmem, gideni de sevmem" sözlerim havada asılı kaldı, hâlâ taksim civarlarında kulak kabartanlar duyabilir, neticede kendimi taksi içinde kuruçeşme trafiğinde, sonrasında güzel insanlar mekanı reina kapısında kız / erkek oranı 1/5 seviyelerinde olan insan kalabalığını güzellikle içeri sokmak çabasında buluverdim.. tabi ki tatlı dil yılanları deliğe sokmayı başardı -en kral mekana acemi asker sürüsü sokarım, o radde bağlamacı bir kimseyim, bilen bilir-, içeri girildi, aman allahım! o nasıl bir kalabalık, nasıl bir hengâme, bir yecüc mecüc tayfası dolce gabbana etiketli elbiseler giymiş, kimi duruyor ortalığı kesiyor, kimi yanındaki ticari sarışının kulağına birşeyler söylerken tek gözle arka masadaki hatunu kesiyor, bir deli insan kalabalığı da ortalığı kabe tavafıymışcasına saatin ters yönünde katediyor, durmuyor, duramıyor!
yıllık olağan reina ziyaretimiz sırasında, içeride bulunan ben diyeyim bin, siz deyin ikibin kişi, hande yener şarkısının tam orasında dicey potansı sıfırlayanda "sana kırmızı çok yakışıyor!" diye haykırıyor, adını bilmediğim şarkıları ezberden söylüyor, kızı erkeği bir coşku, bir eğlence, ulan sanırsın dünya marslı istilasından kurtuldu da ele geçen teknolojiyle kâinatı keşfettik, öyle dert üstü murad üstü bir curcuna!
bir şekilde duyuyorum söylediklerinizi, "ulan ibiş türkiye cumhuriyetinde yaşıyosun, hande yener de bu vatanın evladı" sözlerinize cevap veriyorum: arkadaşım, türkçe poptan, bizatihi hande yenerden, serdar ortaçtan, hele hele yıldız tilbeden, mahsun kırmızıgülden, en basit anlatımı ile nefret ediyorum, dayanamıyorum.. hele ki dünyanın en üst mekanlarından biri olan boğaza sıfır bir mekanda cırtlak yıldız tilbe haykırışına eşlik eden insanların her biri soyadı "ova" ile biten ırka benzese bile gözümde o anda ork oluyor, mordor evladı oluyor da anduril'i savurup kellelerini ayırasım geliyor vücudlarından.. ha bi de götten uydurma bi cıngıl yapmışlar, başlıkta yazıyor, beş şarkıda bir onu giriyorlar.. sanırsın studio 54'teyiz, ama zamanının newyorker 54'ünden bahsediyorum, bizim nispetiye caddesi girişindeki nuri alço filmi dekoru mekandan değil..
tüm bu insanlar bütün gün kral tv ya da herhangi bir türkçe pop fm kanalı açık mı yaşıyorlar acep? nesinden hoşlanıyorlar herbiri diğerinin aynı ritimlere aynı enstrümanlara sahip sadece nakarattaki inlemeleri farklı ekseri tarkan ya da serdar ortaç filhakika sezen aksu ve türevi şarkıların?
ekürim de ortamdan bencileyin sıtk sıyrılması geçirdi, ve fakat yanımızdaki hatun / erkek insanlar çılgın atmaya devam etmekteydi, dayanamadım, "birader, hadi" dedim, onay aldım da dar attık kendimizi güzel orklar diyarı reinadan..
hayatımın hiçbir döneminde luzır durmadım -bak "olmadım" demedim, ince bişi bu, galewolf öğren bunları-, hep kazananı oynadımsa da bu mekanlar beni hiçbir türlü açmadı a dostlar.. eksiklik bendemidir çok sorguladım, ama gittiğim diğer mekanlar itibariyle problem gözükmüyor.. hoş, artık o güzel mekanlar da o güzel işletmecileri, diceyleri ve cümle müşterileri ile tarihte yerini aldı, önümüzdeki bir gelecekte de yeniden ortaya çıkacaklarına dair herhangi bir işaret bulunmamakta..
hal böyleyken, her nekadar nefret de etsem, bir punk rock konserine gelen converse giymiş karalar içindeki yirmiliği bu dolce gabbanalı yirmiliklere tercih etmek durumundayım, en azından aynı taddan devam etme ihtimalimiz var bir noktaya kadar, reinacı ticari sarışınla horizontal düzlem haricinde hiçbir ortak noktamız çıkmaz, çıkamaz sanıyorum, "istisnalarımızı bitti mi sandın" diyerek el sallıyorum "aaaa freko ayıp etmişsin amaaa" diyecek nice güzel insana doğru:)
freko, alemin kralı:)

Seçme Delilikler vol 6: University of Pointless Studies profesörü Galewolf kürsüsü sunar: Dövüş sanatları 101

Uzakdoğu dövüş sporları: Kabul edin hepiniz hayatınızın bir döneminde çeşitli nedenlerle gaza geldiniz bu konuda. Bazen sağdan soldan aldığınız gazla (misal ben arkadaşlarım her iki yılda bir topluca bir dövüş sanatına gönül verelim diye birbirlerini gazlamazlarsa rahat uyuyamazlar), bazen fazlasıyla uzakdoğu kültürü ile haşırneşir olmak sonucu (çoğunlukla haddinden fazla anime izlemekle meydana gelen bir hastalıktır. üçüncü antreman sonunda hala "aduket" atamadığını farkedip surat asan her uzun saçlı stereotipik post modern rocker\hippi ya da aşırı kilolu sakallı "wiseguy" gibilerini beş kilometreden tanıma konusunda bir uzman oldum artık) ve dahi çeşitli sebeplerden dolayı bir şekilde "martial arts" ortamlarına ucundan kıyısından bulaşmış ya da bulaşmaya niyetlenmiş insanlarla dolu ülkemiz.

Hatırlıyorum da benim dövüş sanatları maceram oldukça ilginç bir şekilde başlamıştı. Daha 13 yaşında dizleri yaralı, kapkara (o zamanlar güneş görüyorduk, bilgisayar falan hak getire) bir velet olarak düzenli olarak mahallemizde (ki Ankaranın zamanının en izbe mahallelerinden olan Etlik civarında oturmaktaydık, her gün bir Fight Club mirim) kopan kavgalarda dayak yiyen taraf olmamın sonucu (yani, söbülükten değil elbette sonuçta 1 e 5 gibi rakamlar sözkonusuyken efendi gibi dayağınızı yersiniz çok itiraz etmezsiniz) bu gidişe bir demek için karşı komşum Yasin'in gittiği adını hatırlamadığım ama tahminen dönemin modasına uygun olarak "Kanlı Yumruk Spor Salonu" tarzı bir adı olan Karate Salonuna yazıldım. Elbette daha sonra salonun milliyetçi lunatikler tarafından işletildiğini ve "kominik" avlamak üzere cevval yiğitler yetiştirdiğini o yaşımda farkedemeyeceğim (daha doğrusu farketsem bile anlayamayacağım) için bu işi benim yerime pek sevgili validem yapmış ve beni hızla oradan almıştır.

Ahh evet, karate salonları. Seksenler ortası ve doksanların başının favori "rekreasyon" alanları. Nemli duvarları, ancak askeri güç üniteleri ile çalışan bir havalandırma cihazının götürebileceği kesif ayak kokuları ve ev yapımı (!) mumçıkaları (itiraf ediyorum benim de vardı, sonra çok yüksek bir ağaca takılı kalmıştı) ile dojo harici herşeyi andıran mezbeleliklerde apçaki, upçaki diye kendini bitiren bir nesil var, yok değil. Hatta az bildiğini sandığım bir sırrı ifşa etmek gibi olmasın ama Freko paşamız da zamanında bir axe kick olsun ne bileyim ölüm vuruşu olsun öğrenmiş fakat sonra anlatmadığı nedenlerden dolayı bırakmış bir kişidir.

Herneyse, sonuçta yaptığınız herhangi bir "spor" ile sizin o spora yaklaşımınız tamamen kişisel tercihlere bağlıdır. Kimisi zen, buda , bedensel ve ruhsal disiplin falan diye kendisini motive eder kimisi kavgada adam döverim, hiç olmadı sağda solda laf arasında söylerim de insanlar arıza çıkarırken biraz olsun düşünür şeklinde bir amacı vardır. Nasıl sonraki öncekinden yeğ değilse ilki de tamamen dürüst bir yaklaşım sayılmaz. Evet dövüş sanatları madden ve manen insana çok şey katar ama eninde sonunda başka insanları "savunma" amaçlı da olsa incitmek hatta öldürmek üzerine kurulu çok eski disiplinlerdir. Yani şakaya gelir yanları olmadığı gibi bu bilgileri başkaları üzerinde bilinçli olarak kullanmak hem benim hem de kanunların gözünde silah kullanıp birilerinin canına kast etmek ile aynı şeydir. Kısacası, hali hazırda benim yazı "tarzıma" alışkın olmayıp düzenli yaptığı dövüş sporu hakkında "eğlence" amaçlı yazılmış bir yazı yüzünden "alınacak" insanlar çıkarsa onlara diyeceğim tek şey şudur: Sanki çok umurumdaydı, çenenizi kapayın ve okumaya devam edin!

Aşağıda bazılarını bizzat yaptığım ya da hakkında az çok bilgi sahibi olduğum (ya da internetten okuyup size sattığım) dövüş sporlarına "benim" tarzımda bir bakış bulacaksınız, iyi eğlenceler efendim(bu arada bu blogları okuyup "ahı ahı serdar aşk hayatında pembe fontlarla yazı yazıyormuş lan diyen terbiyesizler var, kınıyorum onları hehe).



Karate: Karate, hepimizin sandığı gibi sadece tamirci çıraklarının, çirkin kadınların ya da Azerilerin yaptığı bir dövüş sporu değil öncelikle bunu açıklığa kavuşturmak lazım. Oldukça eski tarihlere dayanan ve artık Çin mi Japonya mı her ne çekik göz cehenneminde "ya işimiz gücümüz yok hadi insanların suratlarına döner tekme nasıl atılır onu bulalım" icat edilmiş Karate-do temelde yumruklar ve tekmeler ile "uygulanmaktadır". "İleri" teknikler 360 derece dönerek tekme atma, boğaza uçan tekme, sağ ayağa tekme atıp yere düşen rakibin suratına yumruk atma olarak ifade edebileceğim izbeliklerden oluşur.

Artıları: Karate piyasada bulabileceğiniz en "düz" mantıklı dövüş sanatlarından birisidir. Aikido gibi karmaşık Japon mumbo jumbosu yerine rakibin suratına en okkalı yumruğu\tekmeyi atmaktan ibaret felsefesiyle Türk gençlerinin favorisidir. Yüzlerce farklı disiplini olduğu halde ülkemizde en yaygın olarak yapılanı, tabiri caizse en "amele" versiyonu olan Kyokoshin karatedir sanırım.

Eksileri: Az çok Türk usülü kavgalara karışmış ya da şahit olmuş herkesin farkedebileceği gibi karate sokaklar için pek uygun bir sistem sayılmaz. Gerçi artık diz altı pileli okul eteğinin biraz yukarısını görebilmek için saçma sapan heriflerle kıyasıya kavga ettiğiniz günler geride kalmış olduğundan pratik yapmanız zor olabilir ama genel olarak itiş kakış içeren "indir o eli" muharebelerinde dar alanda ne derece "uçan tekme" ile başarı sağlayabilirsiniz emin değilim. Erkek değilseniz ve kendinizi "savunmak" istiyorsanız neden gidip bir sprey ya da tazer almıyorsunuz ki? 1.90 boyunda fırıncı küreği gibi eli olan bir adamdan komitede yumruk yediğiniz zaman inanın bana o morluğu kapatacak fondoten bulmakta zorluk çekersiniz.

Kişisel Maceram: Yukarıda anlattığım başlangıç macerası haricinde bir daha karate ile gerçekten ilgilenmedim. Sonuçta evet bir şeyler öğrenmek disiplin kıl yün vs de en azında biraz da güzel gözüksün ne bileyim genç kızlar beğensin vs istedim. Sarı kuşak sınavında karnıma tekme yediğim anda zaten o işin bana göre olmadığını anlamıştım. Lanet olsun ben birilerini dövmek için yazılıyorum üstüne bonus olarak "şekilli" dayak yiyorum, gerçekten harika...


Aikido: İşte dünyanın dört bir yanındaki diğer "sert" sporları yapamayacak kadar "nerd" olanların favorisi, Aikido. İnce telli saçlı kadınların ve D&D oyuncularının birilerine vurmadan daha da önemlisi birileri tarafından derdest edilmeden huzur içinde yapabileceği ve kendilerinin "dövüşçü" sayabilecekleri, herkesin yumuşacık zeminler içinde sessiz sakin birbirini yerden yere savurduğu bir "dövüş" sanatı ile karşı karşıyayız. Resimde ise Aikido'nun kurucusu (bu arada bir dövüş sanatını, ne kadar söbü de olsa kuran bir kişi olmak ne fenaymış be kardeşim) Morihei Ueshiba "ne vardı evladım, Buda ile astral boyutta konuşuyorum ne diyeceksen çabuk de" ifadesiyle bizim gibi ruhsuz "gaijin"leri süzerken görülmektedir.

Artıları: Eğer sizin de benim gibi canınız tatlı ise ve daha da önemlisi yaptığınız sporun deve güreşinden biraz daha estetik gözükmesini istiyorsanız işte ilacınız! Bol atmalı, tutmalı ve savurmalı Aikido teoride rakibinizi kendi enerjisi ile alt ettiğiniz ideal bir dövüş sanatı. Üstelik minimum fiziksel güç ve çaba gerektirdiğinden kaç yıldır FRP oynadığınızın ya da ne kadar tahta göğüslü olduğunuzun kesinlikle önemi yok! Tek ihtiyacınız bir dojoda eğitim görmek ve sizi dövmek\soymak isteyen insanların size yavaşça ellerini uzattığı ve bu sayede onları havada 360 derece döndürüp yere çaldıktan sonra ayağa kalkıp size selam verecek alternatif bir gerçeklikte yaşıyor olmak, gerisi gördüğünüz gibi gayet kolay.

Eksileri: Temelde oldukça sağlam temelleri ve tekniği olan bir dövüş sanatı olan Aikido'nun en kötü yanı Aikido yapanlardır. Çoğu bir şekilde Japon\Uzakdoğu olayına fazla kaptırmış ama suratının ortasına bir tekme yemekten hazetmediği için daha "barışçıl" ve felsefesi olan bir dalda devam etmek isteyen zibidilerin favorisidir Aikido. Hatta diyebilirim ki "ben de dövüş sporu yapıyorum, aikido" diyen fason new age taklitçisi birisini gördüğünüzde bilin ki hemen ardından aikidonun nasıl diğer "vahşi" sporlardan farklı olduğu, bir nehrin akışı gibi rahat ve doğal hareket etmek gerektiği hakkında uzun ve sıkıcı bir martavallar serisi peşisıra gelecektir. Bütün bu "nerd" havası yetmezmiş gibi Aikido kendi içinde bir kılıç disiplini de barındırır ki hem dövüş sporu yapıyorum hem kılıç kullanıyorum kasışı için idealdir.

Kişisel Maceram: Üniversitenin ilk yılında gittiğim gençlik kampında hasbelkader aldığım 5 derste öğrendiklerimi sabah en sağlam karate kid ifademi takınıp denize karşı çalıştım. Aslında evrende kara delik yaratabilecek oranda "ezik" göründüğümü farkedişim ise iki yıl sonra Ankara North Shield'da bir doğum günü sırasında oldu. Sırf o günlerdeki görüntümden dolayı kendimi çok ciddi biçimde yaralamak istedim inanın bana.

Muay Thai: Açıkcası bu "spor" hakkında çok detaylı bilgiye sahip değilim. Uzakdoğunun nispeten daha uğursuz bir köşesinde 45 kiloluk çekik gözlü kas yığınları (evet 45 kiloluk kas yığını) tarafından enseme topuk indirilmesi suretiyle dövülmediğim için kendimi açıkcası şanslı hissediyorum. Fakat izlediğim\okuduğum kadarıyla yeryüzünde bir insana yumruk ve tekmeleriniz ile en fazla acıyı aktarabileceğiniz tekniklerden birisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Resimdeki Mirko "Crocop" Filipoviç adlı hayvan yavrusunu görmektesiniz. Kendi bacaklarını böyle açabildiğine bakmayın, Van Damme denen hanımevladı da aynısını yapabiliyor ama bu adam sizin de bacaklarınızı bu şekilde açabilir ki bir maçı sırasında 300 kiloluk ensesi tuğlalardan meydana gelen bir zenciyi tek yumrukla ağlatarak
nakavt ettiğini gördükten sonra siz de bu adamın izbeliğine saygı duyarsınız.

Artıları: Yeryüzünde izleyicisi en çok olan dövüş sporu etkinliklerinden K1, UFC ve diğerlerinde mutlaka ama mutlaka başa oynayanlar bu teknik "orijinli" olmaktadır. Remy Bonjasky, Crocop gibi yokedici herifler tarafından sopalanmış insanların çoğu maçlardan sonra hastanede gözlerini açmaktadır. Kısacası bu adamlar siz öyle bir döver ki doğmamış çocuklarınız efendi ve terbiyeli çıkar. Eğer ömrünüzü adayacak kadar kendinisi verirseniz dirsek ve dizleriniz ile cidden adam öldürebilirsiniz, eğer siz o arada ağzınıza giren bir topuk yüzünden hayatınızı sonuna kadar yemeklerinizi pipetle yemek zorunda kalmazsanız.

Eksileri: Açıkcası bu adamların hız ve vahşiliğini gördükten sonra olayın teknikle çok da alakası olmadığına inanmaya başladım. Sonuçta bacak kasları benim bacağım kadar olan adamların 5 metre öteden uçan diz atması ile Türk usulü kafa atması arasında çok fark göremiyorum. Dip not olarak ülkemizde gittikçe yaygınlaşan Wing Tsung da aynı soruna sahip. Neymiş efendim yerdeki adama 3 saniyede 318 yumruk atlabilirmiş. İyi de zaten yerde olan bir adama dilini kıvırıp "mına kodumun evladı" sesleri eşliğinde tekmeyle girmek gibi bir opsiyon varken ne gereği var? Birisini yere düşürebilecek birisiysem zaten gerisini bir şekilde ben hallederim, lütfen.

Kişisel Maceram: Şaka mı yapıyorsunuz? Ben karate yapamadım zırlak bir velet olduğum için buna hiç bulaşma ihtimalim yok, nokta.


Capoera: Tek bir film; iyi bile olmasına gerek yok b,r ülkede bu "sporun" popülerleşmesinden tek başına sorumluysa gerçekten oturup düşünmek lazım. Hepi topu Marc Dacascos'un "Only Strong Survive" isimli filminin Star Tv'de yayınlanması ile başladı sanırım. Bir anda ortalık parandeler atan ve beyaz bol şalvarımsı şeyler ile hepbir ağızdan "Bandaneva" şarkısını söyleyen kıllı yünlü adamlarla doldu. Brezilya kökenli bu spor için gülmeden söyleyebileceğim çok bir şey yok açıkcası ama devam edelim

Artıları: Şimdi benim gebeş bir arkadaşım var, İstanbulda bu işe kendini verdi bayadır. İki üç yıl oldu sanırım, bir sürü İspanyolca zırvalık anlattı ama dinlediğimi söyleyemem. Yine de bola tlamalı zıplamalı hareketli bir iş olduğundan "süper kas yapılıyor, yunucuklar hayran kalıyor" gibi bir iddia var (kızmayın bana be, onun sözleri). Tabi bir de "işte bedensel ve zihinsel disiplin" falan geveledi ama biz yemedik tabi. Kısacası "sporcu" kası denen zımbırtıları yapmak için iyiymiş, öyle diyorlar.

Eksileri: Eğer bir kere bile olsa Capoera gösterilerine denk geldiyseniz hareketlerin zarifliği ve akıcılığına dikkat etmişsinizidir. Ah, evet ne de güzel bir çift parande ve onu takip eden geniş bir tekme. Oh, şu yerden süpüren tekme ve onu takip eden ters yumruk! Aman tanrım, ne kadar etkileyici. Fakat o da nesi, yakanızdan tutup "ehamua kodumun bebesi" diye kafa atan taksici karşısında ters takla atamadınız mı? Neyse kısmet siz hastaneden çıkınca dümdüz bir zeminde aranızda ciddi bir mesafe varken müzik eşliğinde dövüşeceğiniz tinerciye artık...

Kişisel Maceram: Bahsi geçen filmde Marc Dacascos değil de kendisini yumurta topuklu racon ayakkabıları ile döven diğer capoeracıyı daha çok tutmaktayım onun haricinde direk pas geçiyorum bu acaip işi. Resmi ise google da "capoera" yazıp aratınca buldum, ironik bir şekilde gerekli mesajı verdiğini düşünüyorum.


Kendo : İşte son iki yıldır beni tanıma şanssızlığına düşen her insanın üst limiti olmaksızın en az bir kere duymuş olduğu kelime: Kendo. Açıkcası hayatta hiçbir şey "laf arasında" kendo yaptığımı "ağzımdan kaçırıp" insanların gözlerindeki o "o ne lan" bakışına "ya işte kılıcın yolu, böyle ne havaya benziyor ne buluta" gibi havalı cevaplar vermek kadar eğlenceli değil. Ah o az ve öz topluluğa ait olma duygusu yok mu, yemin ediyorum değişilmez. Hele Freko abim ve narin Gif hanım, ah onların çilesi biter mi? Her konuştuğumuzda "masumane" bir şekilde "ay ben kendoya gidicem, off canım da hiç istemiyor ama işte kılıcın yolu naparsın" diyişlerimden eminim sonsuz bir zevk alıyorlar (!?). Sonuçta ben sizin "average white guy into japanese swords because he thinks its cool" (türkçesi, kılıcın hastası samurayın ustasıyım) adamınız olduğumdan 2 yıldır bambu sopaları (hayır onun adı spoa değil, shinai efendim) salladığımdan fazla bu konuda konuşmuş olmalıyım bu yüzden sizi azlediyorum. Resimdeki amcamın surat ifadesine özellikle dikkat ederken kendocu bayanlara da "dikiz" diyorum.

Artıları: Arkadaşlar, dojoya gelen her Kenshin hayranına dediğim birkaç şeyi size de tekrarlamak istiyorum. Hayır gerçek kılıç kullanmıyoruz, hayır samuray değiliz ve hayır gerçek hayatta kılıç kullanmanızı sağlamıyoruz. Yani lanet olsun eğer bir tane daha hödük dojonun kapısından girip "ya abi iki antreman oldu hala aynı hareketleri yapıyoruz, ne zaman aksiyon başlicak" diye yakınmaya başlarsa yemin ediyorum kelleler uçmaya başlayacak! Konuyla ilgili olarak başka bir şerefsize de burdan saydırmak istiyorum. Arkadaşlar, alçağın birisi yıllar önce Ankara meclis parkında yolu "punklar" tarafında kesilip kendisine sustalı gösterilince trençkotunun cebinden katanasını çıkaran adamın hikayesini uydurup piyasaya salmış. Hangi şerefsiz bilmiyorum ama bu hikayeyi en az on kere farklı insanlardan duydum. Bakın, öncelikle Türkiye "random encounter" tablosunda "punk soyguncu" diye bir entry yok. Burası İngiltere değil. Ha tinercisi var, elinde elektirikli testeresiyle "gardaş bilmemnereden geldik memlekete dönemiyoruz bir çorba parası" herifleri var ama "hey dostum Manic street preachers plağı cidden çok pahalı biliyormusun, uçlar yeşilleri" diyen bir mohawk saçlı zibidi yok.


Hah neydi, artıları. İşte disiplin, ruh falan inanıyorsanız ne ala yok sırf şeklindeyseniz işin hayal kırıklığına hazırlıklı olun. Aylarca aynı hareketi binlerce kez yapıp aslında bir o kadar daha çalışmanız gerektiğini farkedip bir köşede sessizce ağlayabilirsiniz en fazla.

Eksileri: Bilmiyorum, belki ben şanslıydım dünyadaki en nefis insanlardan birisi Sensei'imdi ve benim gibi uyumsuz bir sosyopat piçkurusuna bile sabretmeyi, çalışmayı ve "dinginliği" öğretebildi. Elbette her seferinde kendo nedir ne değildir açıklaması yapmak zorunda kalmak insanı tahriş etmeye başlasa da sanırım her sporda bu tür şeyler mevcut. Bir de çok hain bir spor, iki hafta uğramayın gelecek iki ayı dağlara taşlara vurarak geçireceğiniz garanti hele ben,im gibi 23 yaşından sonra heves ettiyseniz.

Kişisel maceram: İki yıldır bir iki ara haricinde gayet düzenli bir şekilde devam etmekteyim. Açıkcası ben iki yıl "loser" bile kalamayacak kadar maymuş iştahlı olduğumdan nasıl oldu cidden bilmiyorum ama ömrüm elverdikçe bu sporu yapacak gibiyim. Eğleniyormuyum: evet. Gerisi fasa fiso sanırım. Ayrıca sizi ilk defa tanıyan insanlara anlatacak bir şeyiniz oluyor, fena mı?


İşte bu kadar sevgili dostlar. Hep gay komşu hep çizgi film de bir yere kadar değil mi...

21 Temmuz 2006

Beklerken...

Tatil dönüşü sonrasında insanın çalıştığı yerde yaşayabileceği şok miktarının çok üstünde hatta dayanma sınırlarını zorlayan değişiklikler , abukluklar , yeni uygulamalarla nasıl şaşırtabileceğini kanlı canlı gören kardeşiniz kuturkutur , cuma günü itibari ile aklına gelen beklentilerini siz "TahinPekmezci" lerle paylaşmak istemiştir.

Bir çoğumuzun gün boyu servis , otobüs , telefon hatta hava alanında Airbus beklediği bu sıcak yaz günlerinde içimizdeki özlemlere değinmek istemişimdir.

Bir çoğumuzun "Ahh keşke gelse , ahh şimdi burada olsa kesin .... yapardık" temalı başlangıçlarla özlenilene duyulan hasreti dile getiririz. İsteriz ki dileğimiz o an oradan geçmekte olan bir dilek perisi , bir cincüce , lamba cini veyahut ulularda ulu bir zat tarafından duyulsun ve "Madem ki özlediğin budur ve gerçekten istediğin ortada öyleyse dileğin gerçek olsun" diyerek özlediğimizi yanıbaşımıza , ayağımızın altına , 4 Metre Dev Perdeye , konser alanı Big Stage Area kısmına koyuverse , ama gerçekten özlenen gelse , bizi biz yapanı getirse , dileğimiz gerçek olurken , yanımızdaki arıza çıkarmasa , ayağımızın altına gelen bozulmasa , 4 metre dev perde tam bir açılsa , tozu silkinse yada konser alanında ki biralar soğuk , cam şişede ve hattasında cuzi bir miktara satılsa...

Tabii özlenen hattasında özleneni beklerken ne bir cin , ne bir mucize ne de ak sakallı bir dede yamacımıza yanaşır ama biz bunlar olmasa da beklemeyi biliriz.

Bekledikçe kıymetlenecek , özledikçe değerlenecek kişi , alet , topluluk geldiğinde gözlerimizden akan yaşlar görüldüğünde hiç bir soruya yer bırakmadan sevinç gözyaşları olduğu bilinecek...

Bir çoğumuz ömür diye adlandırılan bu gezegendeki bekleyiş süresine kısmi sevinçler , üzüntüler , vakitsiz ayrılıklar ve benim dahi bilmediğim duyguları ekledi. Oysa "artık yetmiyor mu?" diye isyan ederken bir çokları bıyık altından yada kaplama dişlerinin altından "Daha bu ne ki" gülüşü ile canımızı sıkmakta , türlü bahaneleri daha en başından ileri sürdüklerinden içimizdeki bekleyiş için gerekli sabrı , bekleyiş için gerekli enerjiyi emip götürmektedir.

Ancak pek sevgili dostlarımız burada devreye girerler. Beklerken kapıldığınız umutsuzluk denizindeki dalgalarda bekleyiş teknenizin alabora olmaması için kah yandan yekeyi tutarlar , kah yelkeni katlarlar , kah içerden ellerimizi kesen halatlar için bez keserler , işte iyi ki var dediğimiz bu dostlar , bir telefonla sizin karanlık sulardaki umutsuz ışık arayışınıza güneş misali doğarak , "haftasonu gel bizimle tamam 4 haftadır bizimlesin ama olsun anasını satayım alıştık biz sana" telefonu ile , "olm haftaya falanca yerdeyiz , akıyorsun kırarım bak kafanı gözünü" yada " kuzen ya ben çok kötüyüm olm , ben daraldım , olm yalnızlıktan duvarları yalamak üzereyim" serzenişinize gecenin bir yarısı süper bir şekilde bak böyle böyle yaparsan kaybedecen hem tekneni hem de özlemle beklediğini diyerek geceyi sakinlikle geçirmenizi sağlarlar...

İyi ki varsınız ve hattasında burayı yaparken bile aslında çok kafa ütüleyip sizi yıpratacağım gün gibi açıkken genede olm sensiz olmuyor diyerekten çağırdınığınızdan pek bir hoşnutum...

------------------------------- Real Life------------------------------------------

Yer:Bir holdingin It departmanı.
Durum:Ekip Çalışma halinde.
Zaman: Cuma mesai bitimine 2 saat kala...

- Kutur , çıkmadan bir Excahnge Server` ıda update edelim...
- Elbette efendim.
- Remote ile bağlanalım bakalım sağlam mı??
- Derhal efendim.

Telefon Sesi.

- Alo Cenaze İşleri iyi günler.
- Vay ..netor kutur napıyon hiç sesin soluğun çıkmıyor , az .bne değilsin...
- Kanka sorma bildiğin gibi değil çılgın çalışıyorum tatilden geldiğimden beri motor takmışlar gibi koşuyorum...
- .iktir ordan. "Satiş"faction favori bir Roling Stones şarkısıdır.
- Yahu valla değil iş güç hedö böde...
- İyi tamam , napıyon yarın ?
- Sevdicek geliyor yarın onunlayım ağbi...
- Heh tamam kutur `u son görüşümüz artık , haydi gözün aydın , kurtulduk en sonunda senden , bizde kendi kız arkadaşımıza vakit ayıralım , senin yüzünden 3 erkek İstiklal `de dolaşıp piyasa yaptık Saray Muhallebicilerine girdik...
- Haklısın ağbi...
- Yapıştırırsın artık kendini sevdiceğine cerrahi müdahale ile
- Hastaneden aldık randevuyu ağbi...
- Olm bişey demiyorum sana...
- Olsun de ağbi sen...
- .bnesin olm kutur sen...
- Yarın araşırız...
- Arama beni kutur belli bir mühlet...

Tahin Pekmez üzerine..

Abilerim, ablalarım..

Öncelikle maalesef şu komünitenin en fazla üç-dört üyesiyle yüzyüze görüşme şerefine nail olabilmiş bahtsız bir kimse olduğum için, şu güzel ortamın sıcaklığına eşdeğer samimiyet düzeyini yakalayamadım bir türlü, mazur görünüz..

Freko abimin torpiliylen en başında bi giriverdiydim bu ortama (Tahin Pekmez'de ben eskilerdenim tribi :p) lakin, gerek vakit darlığı ve çalkantılı yaşam eziyeti, gerekse yazdığım herhangi bir yazının şu blog dahilindeki yazılara kıyasla değersiz olmaya mahkum olması sebebiylen pek bi varlık gösteremedim..

En nihayetinde yarım aklımın erebildiği bir mevzu buldum ki, parmak basasım geldi..

Yazının bu kısmında durup, "ben bu Tahin Pekmez sitesine niçin giriyorum?" sorusunu kendinize sormanızı rica ediyorum.. Misal ben, bu ortamdaki pek çok kişiyi tanımamama rağmen, yine bu ortamdaki pek çok kişiye ister istemez gıcık oluyorum.. Neden peki, neden neden?? Çünkü, habire konserlere felan gidiyonuz, resimleri çekiniyonuz, her Allah'ın günü bi eğlence, bi gırgır şamata.. Peki ya ben? Zavallı ben?? Issızlığın ortasında, bir başıma, renksiz yaşantımın getirdiği saçma zorunluluklara değersiz varlığımla boyun eğmek mecburiyetindeyim.. 25 yaşında, daha bir canlı performans aktivitesine şöyle ağız tadıyla, gönülden eşlik edememiş bir fakir.. İşte o sebepten, Tahin Pekmez olayının neredeyse yarısını oluşturan konser haberleri/duyuruları içerikli yazıları mümkünse okumak istemiyorum, katmerlenerek artıyor acım..

Oysa, pek sayın Galewolf kişisinin envai çeşit tematik çalışmaları, gündelik hayatından kesitler öyle mi ya?? Bence yeri geldiğinde çok komük, yeri geldiğinde çok derin mevzular, takdir edilesi, Douglas Adams aromalı bir üsluplan ortaya konulmuş ki, pek keyifli oluyor okuması..

Demek ki, Tahin Pekmez sitesi dahilinde gönderilen her yazıyı okumuyoruz, bir kısmı hiçbi şekilde ilgimizi çekmiyo, ki bu da çok doğal, en nihayetinde başka başka şeylerden hazzeden bir grup insanız..

Ol vakit, buradan Freko abime sesleniyorum: Bu böyle gitmez aga!! Yıkılacak bu sömürü düzeni!! (işte birden havaya girince insan, böyle oluyo, çok ilginç..)

Bugün için 1 senelik yazı arşivini hiçbir kategori/kriter olmadan idame ettiriyor olabilirsin ama biz bu Tahin Pekmez'i senelik değil, ömürlük sevdik!! (hah bi de çoğul konuştum, tam oldu) Öyle bir Tahin Pekmez istiyoruz ki, yazılara birbirinden link verilsin, alakalı başlıklar birbirini takip etsin, bir yazarın buraya gönderdiği tüm yazılar diğerleri arasından filtrelenip cart diye çıksın karşımıza..

Neyse, iblisliğe burada noktayı koyuyorum.. Biliyorum ki, Freko kişisinin aklında bunların hepsi zaten hali hazırda var ancak korkarım ki kendisine bunları hayata geçirmesini sağlayacak motivasyondan yoksun.. Ve fekat bilmez mi ki, bu kadar Tahin Pekmez emekçisi işi gücü bırakıp anında yardımına koşmaya hazır? İsterim ki daha sağlam temeller üzerine icabında sıfırdan inşa edip, mutlu yarınlara taşıyalım komünitemizi...

Oh be..

Neurovit - Sessiz çoğunluğun sesi..

Blues Brothers Band Konseri



Evet Dostlar geldik günün son ve harika konser haberine. Bu grubu anlatmama gerek yok zira hepinizi kim olduklarını gayet iyi biliyorsunuz asıl önemli olan şu, gruptan önce memleketimizin güzide grupları, bluesaint, moonshine ve soul stuff'da aynı gecede yer alacaklar.

Şimdi gelelim bilgilere;

1980 yılında sinema dünyasına damgasını vuran ve 27 yıldır dünya gündemindeki yeri doldurulamayan THE BLUES BROTHERS (Cazcı Kardeşler), orjinal kadrosuyla bu yıl çıktıkları dünya turnesinin İstanbul durağında, 9 Eylül Cumartesi akşamı Parkorman’da müzikseverlere unutulmaz bir gece yaşatacak. 8 saat sürecek müzik maratonu için gözlüklerinizi takın ve eğlenmeye hazırlanın!!!

The Blues Brothers Band’in bitmek bilmeyen sahne enerjisinin yanısıra, Türkiye’den de grupların katılım göstereceği gecede kendinizi Cazcı Kardeşleri’nin film setinde hissedeceksiniz.Bizden söylemesi; gelmeden önce dinlenmeye dikkat edin !!!

BLUES BROTHERS BANDBLUES BROTHERS BAND yaşıyor ve gayet iyi durumda! JOHN BELUSHI ve DAN AYKROYD ile birlikte filmde rol almış olan ve BLUES BROTHERS BAND projesinin yaratıcıları olan dört orijinal üye, dünyanın en seçkin ‘rhythm & blues’ müzisyenlerini ekibe dahil ederek efsaneyi 27 yıldır yaşatıyor.Universal Pictures’ın “The Blues Brothers” ve “Blues Brothers 2000” filmleriyle tanınan THE BLUES BROTHERS BAND, Atlantic Records’dan çıkarttıkları “Briefcase Full of Blues” albümüyle üç kere platin plak ödülü aldı.STEVE CROPPER, Stax Records için ilk hit parçasını, (Markees - “Last Night”) 1961’de Memphis’de henüz bir lise öğrencisiyken kaydetti. Bir sonraki sene, BOOKER T. AND THE MGs grubuna katıldı.

Kendi adlarına “Green Onions”, “Hip Hug Her” ve “Time is Tight” gibi hitlerin yanısıra, Stax Records’ın stüdyo grubu olarak OTIS REDDING ile “I’ve Been Loving You Too Long”, “Respect” ve “Dock of the Bay”; WILSON PICKETT ile “In The Midnight Hour”; ve SAM and DAVE ile “You Don’t Know Like I Know”, “Hold On I’m Comin’” ve “Soul Man” gibi parçalarda yer aldılar.John Belushi grubu bir araya getirmeye çalışırken konuyu blues bestecisi DOC POMUS’a danıştı. Doc, MATT “GUITAR” MURPHY’yi yaşayan en iyi blues gitaristi olarak tanımladı. John, Matt’i arayarak hemen gruba dahil etti.

Matt “Guitar” Murphy, Sunflower County, Mississippi’de doğup büyüdü. Profesyonel kariyerine genç yaşta başlayan virtüöz, MEMPHIS SLIM, CHUCK BERRY, JAMES COTTON, HOWLIN’ WOLF, SONNY BOY WILLIAMSON, WILLIE DIXON ve ETTA JAMES gibi blues efsaneleriyle beraber çaldı.1975’de LOU “BLUE LOU” MARINI ve ALAN “MR FABULOUS” RUBIN, televizyon komedi programı “Saturday Night Live”ın nefesli seksiyonuna katıldılar. JOE COCKER, THE METERS, RAY CHARLES, JAMES BROWN, ARETHA FRANKLIN, JIMMY CLIFF, THE BAND ve DR JOHN gibi sanatçıların müziklerindeki nefeslileri çok seven John Belushi, Lou ve Alan’ı Blues Brothers grubuna dahil etti.

1988’de tekrar bir araya geldikten sonra Grup her sene küçüklü büyüklü birçok uluslar arası mekanda sahneye çıktı. Paris’te Olympia Tiyatrosu’nda üç gece kapalı gişe konser veren Grup’un seyirciyle olan iletişimini engellemek istemeyen Olympia, tarihinde ilk defa koltukları söktü. Avrupa’da Nimes Fair, North Sea Jazz Festival, Pistoia Blues Festival ve Montreux Jazz Festival gibi birçok blues ve caz festivalinde ana grup olarak yer aldılar ve tek konserde 60.000 kişi büyüklüğünde bir seyirciye kadar ulaştılar.

THE BLUES BROTHERS BAND, eşsiz kadrosu ve unutulmaz parçalarıyla 9 Eylül Cumartesi gecesi Citibank sponsorluğunda Parkorman’da !

Vaya Con Dios Konseri

Bugün hep konser duyurusu yaptım, bari devam edeyim. Geçen yıl soğuk hava ve yağmurda tam da ne tesadüfse doğumgünümde izlemiştik bu grubu:)))

Şimdi yeniden geliyorlar, biraz bilgi vereyim.


Belçika’nın ülkemizde de çok sevilen dünyaca ünlü grubu Vaya Con Dios 13 ağustos Pazar akşamı Alfa Romeo'nun sponsorluğunda, özel bir konser için Parkorman’da..İspanyolca “Tanrılarla Birlikte Git” anlamına gelen Vaya Con Dios grubunun hikayesi 1986 yılında başladı. Daha önce çeşitli gruplarda yer alan Dani Klein (vokal), Dirk Schoufs (bas gitar) ve Willy Lambregt (gitar) tarafından kurulan Vaya Con Dios’un ilk single çalışması "Just a friend of mine" Avrupa’da büyük başarı kazandı. İspanyol ezgilerini temel alan ve akustik çalgıları kullanan Vaya Con Dios, Willy Will ayrıldıktan sonra çıkardığı "Puerto Rico" ve "Don't cry for Louie" single’larıyla ününü dünya çapına taşıdı. İkinci albümlerinde yer alan "What's a woman" ve özellikle "Nah neh nah" şarkılarıyla tarihi bir başarı yakalayan grubun elemanlarından Dirk Schoufs 1991 yılında ayrıldı. Dani Klein’ın tek başına hazırladığı "Time Flies" ile devam eden istikrar, grubun aslında muhteşem bir kadın solistten oluştuğunu gösterdi. 1993 yılında çok başarılı bir dünya turnesi gerçekleştiren Vaya Con Dios; Almanya, Fransa ve İskandinav ülkeleri başta olmak üzere dünya çapında geniş bir dinleyici kitlesine sahip. 1995 yılında yayımlanan ve 7 milyonun üzerinde satış rakamı yakalayan "Roots and Wings" albümünün ardından 1996’da “The Best of Vaya Con Dios” albümü satışa sunuldu. 1998’de What’s a Woman albümünü piyasaya çıkaran Dani Klein, 1999’da kurduğu diğer grup Purple Prose ile birlikte aynı adlı bir albüm çıkardı. Vaya Con Dios uzun bir ara sonrasında 2004’ün Ekim ayında yayımladığı The Promise albümüyle müzik dünyasına geri döndü.

Whitesnake geri sayımı sürüyor


Yıllardır Türkiye'ye gelmesi beklenen rock müzik tarihinin kaliteli ve istikrarlı ismi David Coverdale ve ekibinin Türkiye buluşması 28 Temmuz 2006 tarihinde Parkormanda. In the still of the night dünya turnesi kapsamında ülkemizi ilk kez ziyaret edecek olan Whitesnake, David Coverdale, Doug Aldrich, Reb Beach, Uriah Duffy, Timothy Drury ve Tommy Aldridge'den oluşan müthiş bir ekiple istanbula gelip hem işitsel hem de görsel bir müzik ziyafeti gerçekleştirecekler dedik. Beklemeye koyulduk.


İşte şimdi bu heyecanla beklenen konserin girdik son 7 gününe, tam 7 gün sonra bugün bu saatlerde kısmetse kapıda olacağız. Beni bilen bilir boş konuşmam. Size şöyle birşey söylüyorum, bu konser gerek eğlence gerekse coşku, gerekse şarkılara eşlik edilme bakımından yılın konseridir. Roger Waters'ı hiç karıştırmayalım, o apayrı bir olay.

Dünyanın sayılı vokallerinden biri diye bir geyik vardır, ben dünyanın sayılı vokallerinden biri demiyorum David Coverdale için, belki de en iyisi diyorum.



Tarihe tanıklık etmek için gerçekten orada olun!

deUS Türkiye Turnesi


Belçikanın Dünyaca sevilen rock grubu deUS, Echoes productions organizasyonuyla Türkiye turnesinde. Ülkemizde katıldıkları bir festival ile hayran kitlesini daha da arttıran deUS 14-15-16 Eylül 2006 tarihlerinde Eskişehir, Ankara ve İstanbullu müzikseverlerle buluşacak.Belçikalı rock grubu deUS şu sıralar 4. stüdyo albümleri Pocket revolution’un tanıtımı için avrupayı turlamakta. Müzik dünyasına 1994 senesinde çıkardıkları debut albüm Worst case scenerio ile atılan grup, ülkemizde de bu albümden çıkardıkları ilk single olan Suds n soda ile tanındı. ilk albümü takiben 1996 senesinde piyasaya çıkan In a bar under the sea isimli albümleri müzik eleştirmenlerinden tam not aldı. Roses, Serpentine, Little arithmetics gibi deUS klasikleri bu albümde yer almakta.1999 senesinde çıkardıkları Ideal crash sonrası uzun bir sessizliğe bürünen grup , dağıldı, söylentileriyle geçen 6 yıl sonrası, 2005 senesinde 4. stüdyo albümleri Pocket revolution’u çıkardı. 6 yılın birikimini bu albüme taşıyan deUS, yaşadıkları tüm aksiliklere rağmen coşkularından birşey kaybetmediklerini bu albümle göstermekteler.Grubun kurucusu ve vokalisti Tom Barman, çekirdek kadrodan Klaas Janzoons, Soulwax’ın eski davulcusu Stephane Misseghers, gruba 2004 senesinde dahil olan alan Gavaert ve Evil Superstars grubunun kurucusu Mauro Pawlowski ile bu yaz aralarında Southside, Roskilde, Hurricane, Rock Werchter, Benicassim ve Montreal Jazz festivali gibi dünyanın en önemli festivallerinde sahne alıyorlar.

Bu adamlar gelmeden önce albümleri ezberlene.. çok güzel müzik yapıyorlar bilginize..
http://www.echoesproduction.com/site/AnaSayfa.asp?

telefon defteri...

Telefon Defteri

Severim kendi kendime rakı içmeyi...Tıpkı bu akşam olduğu gibi...Bir bardak rakım, beyaz peynirim, yeşil eriğim bir de güzel müziğim...

Kimi yalnızlık diyor buna ama ben "kendimlik" diyorum...Kimseyi misafir etmemek bir süre..."Tadilat nedeniyle kapalıyız" yazmak kapıya...Uzaklaşmak...

Az önce eski telefon defterlerim geçti elime...Kimbilir belki isimlere bakarken geldi burnuma anason kokusu...Belki anılar, belki de rakının sarhoşlugu sızlattı burnumu...

Artık cep telefonları yüzünden pek kullanılmayan telefon defterleri bir hayat barındırdı eskiden içinde...İşte, yaşantımın bir dönemi gözümün önünde duruyor...

Kimi okuldan sınıf arkadaşım, kimi yüreğimi yerinden çıkaracak sandığım....Kimi çabucak unutuverdiğim bir sevgili, kimi sabahlara kadar herşeyimi paylaştığım...

Kimi var ki, acaba onca zaman sonra son bir kez arasam, sesini duysam...Ona desem...Ama hatırlar mı ki beni?

İşte şu, ihanet etmişti bana...Ah bu, ne güzel öperdi...Onunla ne sevdik birbirimizi...Bu muydu sabaha kadar içip uğrunda ağladığım...Oradaki değil miydi en yakın dostum, nerededir ki şimdi?

Bir defter olmuş önümde duruyor çocukluğum, gençliğim, toylugum, doğrularım, hatalarım, tutkularım, korkularım...

Siz siz olun iyi bakın telefon defterlerinize...

Ne dövünmek için yitip giden yılların ardından, ne telafi ummak için önümüzdeki yıllardan...Hep hatırlamak için, daha değerlisi olmadığını yaşanan "andan"...

isyan ediyorum...

Isyan ediyorum...

Bu manyakliga isyan ediyorum...

Eskiden cocuklari havaya firlatir "hoppaaa" yaparlardi, simdi cocuklari havaya ucurmak icin "bomba" yapiyorlar...Bu neyin mucadelesi, kimin hakki?

Neyin nefreti bu? Hangi dagda bayirda yitirdiler bunlar insanliklarini?...Ac kalinca birbirlerinin yureklerini yiyip, yerine camurdan bir kalp mi koydular boslugu kapatmak icin bu "insanlar"...

Yureksiz korkaklar "sozde" mucadelerini her yerde, her zaman masumlar uzerinden yurutuyorlar...

Delik desik olmus bebegi unutabiliyor musunuz? Ya da bombalardan kacmak icin cirilciplak kosan cocuklarin resmini?

Yureklerinizden silinebilecek mi tecavuze ugrayip butun ailesiyle oldurulen Irakli gencecik kiz? Huzur icinde sarilabilecek misiniz sevdiginize?

Turk bayragina sarili tabuta akan gozyaslari bulusabilecek mi tuttugunuz takim kaybettiginde doktuklerinizle, yer etmeyecek mi icinizde?

Bombanin ustune "israilden sevgilerle" yazan cocuk yazabilse keske ana babasinin yuregine "merhamet".

Bilemiyorum...Bizden daha mi cesurdu dusen helikopteri terligiyle doven Irakli cocuk? Biz niye suskunuz, niye terliklerimizi firlatmiyoruz kimsenin kafasina? "Durdurun su manyaklığı, inecek var" demiyoruz...

"Din" mucadelesini bahane ederek ibadet eden insanlara pusu kuranlara, "demokrasi" adi altinda masumlara bomba yagdiranlara, "ozgurluk" icin savasiyoruz diyip nicelerini omur boyu aciya "mahkum" edenlere...

Isyan ediyorum...

Seçme delilikler vol 5: Cool kavramı, Sezen Aksu ve envai çeşit delilik.

Eminim ki beni hayatta güzel olan herşeyi özlediğiniz kadar özlediniz sevgili TP ahalisi. Kim kara vebanın yeniden "moda" olmasını istemez ya da veli toplantılarını sevinçle beklememiş kaç kişi vardır aramızda? İşte tıpkı yeni sevgiliniz ile belki de iki hafta sonra ayrılacak olduğunuzu bilmeden 12 saat telefonda konuşup aysonunda gelen faturadaki az basamaklı olanın telefon numaranız olduğunu farkettiğiniz anda yüzünüzü aldığı ifadeye benzer bir sevinç ifadesi görür gibiyim...

Herneyse. Bu sefer tarih, çizgi filmler ya da kadınlar hakkında bulabileceğiniz en "biased" yorumlar yerine tamamen keyfe keder seçtiğim konular hakkında gevelememi okuyacaksınız. Lütfen misafirim olun:

-Dün otobüsle Ankara şehir merkezine Mordor kadar mesafede olan evime doğru yol alırken Bahçelievler durağından binen bir genç hanım dikkatimi celbetti. İşte alışıldık hafif (hafif?) kilolu, peynir gibi beyaz tenli ve pileli dantelli fason gotik üniforması üstünde; kısacası bira diye satılan işlenmemiş motorin servis edilen metal barlarda sıklıkla görebileceğiniz ve tahminen aşırı alkollü\depresif\abazan bir konumdayken yattığınız devlet üniversitesi menşeili bir bireydi kendisi. Genelde gotik "outfit" altından asla insanı memnun edecek görüntüler çıkmayacağını bilecek kadar dibe düşmüş birisi olarak dikkatimi çeken şey genç hanımın birisini dövmek için rahatlıkla kullanabileceğiniz kalınlıkta kolları değil üzerine geçirdiği t-shirt oldu. Evet, gün oldu biz de Cradle of Filth-Holy Masturbation t-shirt'lerini çekip karanfil pasajında efendi gibi dayağımızı yedik. Cayur cuyur gürültüler dinleyerek kendimizi az kişinin dahil olduğu elit bir kliğin üyeleri gibi hissettik vs. Fakat asla ve asla gerçek bir pozer'ın düşebileceği bu poziyona düşmedik: 2006 yılında METALLİCA t-shirt'ü giymek!

Öncelikle kötü sub-genre köpeği hardcore, emocore kıl yün dinleyen günümüz uzun saçlı zibidilerine ve gotik hanımlarına Metallica nedir anlatmamız lazım. Sevgili dostlar, Metallica milattan önce çeşitli kulaklara güzel gelebilecek bir hadi bilemeden birbuçuk albüm çıkarmış bir gruptur. Fakat gel gör ki kendilerinin kulaklarınıza birer kalem sokarak kendinizi sağır etmek istemeyeceğiniz bir albüm yaptığı yıllar çok geride kalmış, SOAD gibi leş kargasına benzeyen solistleri ve anırınca "protest" müzik yaptığını iddia eden yardımcı yardakçıları olan gruplardan "esinlenerek" hali hazırda kaybettikleri ruha bir de fatiha okutmuştur. Kısacası 1993 yılından bu yana Metallica t-shirt'ü giymek herhangi bir şekilde birileri tarafından "vaooov çok kuul" olarak anılmanıza ya da birileri ile yatmanıza imkan tanımamaktadır. Hatta baskılı t-shirt bile artık "modası" iyice geçmiş, kötü bir kavramdır.

Hemen "yıa o kız kendisini böyle ifade ediyor, hem sen de iki boyutlu sayılmazsın Serdar efendi" diye çıkışacak olanlar olabilir. Onun kendisini ifade edişine beeep. Arkadaşlar, iddialı konuşuyorum 2006 yılında Metallica tshirt'ü giymek "cool" kelimesinin anlamından kesinlikle bir haber olmakla eşdeğerdir. Kısacası olmak istediğiniz insandan sizi o derece uzak bir noktaya atar ki geri döndüğünüzde Morrisey bütün dünyayı bedbaht şarkıları ile karanlığa sürüklemiş olabilir.


-Sezen Aksu; nefret ediyorum! Hem de bütün benliğim, hücrelerim ve ruhum ile. Yatığı her şarkıdan iğreniyorum, dinleyen herkesten bir çıkarım yoksa nefret ediyor, çıkarım olsa bile neftre etmiyormuş gibi yaparken dişlerimi o derece sert sıkıyorum ki çatlıyorlar. Zamanında Kayahan diye bir herif vardı hatırlıyormusunuz. Kötü, yavan ve kafa ütüleyen iğrenç şarkılarla yıllarca "sevgide yolu geçen" tatavasıyla ekmek yedi. Koca kafalı karısı ve Çelik denen suntanın gıdısı ile birleşince dünyayı ele geçireceğinden korktuğum gıdısı ile zaten itici bir profilken bir anda bu ülkedeki insanlar aslında Kayahan'ın ne derece madrabaz, düzenbaz ve can sıkıcı bir adam olduğunu anladılar. Tanrım sana şükürler olsun!

İşte istiyorum ki bu "uyanış" yılların, alkolün ve bilinen her türlü kokonun eskitemediği, yüzünden botox iğneleri kırılan Sezen Aksu'yu da alıp götürsün hayatımdan. O bayık gülüşü, o sahte "duyarlılığı" ve şarkıları! Tanrım, sadece kendisi yetmiyormuş gibi başımıza Sertap Erener'i salmış, gelecek elli yıl boyunca sahte sarışın türk sekreterleri haricinde hiçbir canlının dinleyemeyeceği kötülükte şarkıları ile "aşk kavramını en iyi anlatan şarkıcı" olmayı başarmış bir kişidir. Biliyorum, çok geç bazı şeyler için. Örneğin: Behzat-Süheyl kardeşlerin kanser olacağı falan yok, normal yaşam süreleri bitene ya da birileri kalplerine kazık çakıp ağızlarına sarımsak doldurduktan sonra kafalarını kesip daha sonra bulundukları bölgeyi taktik nükleer füze ile havaya uçurmadıkça bu adamlar evliyaların kemiklerinden yapılmış tabutlarından çıkıp duracaklar.

Aynısı Sezen Aksu için de geçerli, ne zaman Güzin Ablaya (allah rahmet eylesin, ülkemizdeki geri zekalı nüfusuna bu derece uzun katlanmış olması bile mucizedir) "sevgilim beni kandırıp hamile bıraktı, şimdi de mozambikte otantik gergedan derisinden davul işine girmiş, sizce döner mi?" şeklinde mektup yazıp cevap alamamış bir kıt zekalı en az kendisi kadar şapşal olacağı kesin kızına "aşk" kavramını anlatmaya çalışacağı zaman bu lanet kadının lanet olası şarkılarına söz dönüp dolaşıp gelecek, lanet olsun...Bazen cidden dünyadan ümidimi kesiyorum.

-Türk bürokrasisinden o derece nefret ediyorum ki bu yazıyı okuyan herkesi gerekirse köle tüccarlarına satıp kendime burası hariç herhangi bir ülkede yer bulmayı isteyecek kadar doldum. Don Freko detayları biliyor, yeniden anlatacak değilim (abimden sağlam Sezara sinsi tavsiye veren köle çıkar, Gif hanım da her türlü Suudi Arabistan ya da cetvelle sınırları çizilmiş deve cumhuriyetlerinden birisinin "emirinin" hareminde göbek dansçısı olur, pek de güzel olur ayrıca) ama çok, cidden çok sinirliyim.

-Ruhumu sattım (fiziki olarak beş kuruş etmiyorum üzgünüm) ve Inoune Takehiko imzalı 3 Vagabond cildi aldım. Bu nefret silsilesini birbirini amansızca kesen samuraylar hakkında bir graphic novel okuyarak bitireceğim. Savaş mavaş çıkana kadar da beni uyandırmayın lütfen.

Gale.

20 Temmuz 2006

atesboceklerine...

yeni katılmış biri olarak herkese selam ederim.

asagida bir bir yazım var...

ırakta ölen bir ateşböceği için yazmıştım...onların ışığına duyduğumuz ihtiyaç her geçen gün artıyor...umarım hiç vazgeçmezler ve biz de uma uma muma dönmekten vazgeceriz...

Ateşböcekleri ve Karanlık

Bir haber okumuştum...28 yaşında Amerikalı bir kız Bağdat’ta “sözde” direnişçiler tarafından öldürülmüştü...“Bağdat Meleğine Ağıt” yazıyordu başlık olarak...Ne işi vardı o kızın orda? Amacı neydi? Suçu neydi? Yazılana göre savaşta zarar gören sivil halka yardım etmek için oradaydı iki yıldır...Daha önce de Afganistan’a gitmişti...

Bu kendi ufacık yüreği kocaman kız kendi ülkesinin açtığı yaraları bir parça olsun sarmayı amaç edinmişti kendine...Hiç aklı yoktu yani...Bu dünyada hiçbir iyiliğin karşılıksız kalmayacağını öğretmemişlerdi ona...Kendisine dokunmayan yılanların bin yaşaması gerektiğini bir türlü almamıştı küçük aklı...Çok lazımmış gibi “insan” sevgisiyle doluydu yüreği...Dili, dini, ırkı değil “insanı” seviyor, mücadele ediyor, kafa tutuyordu...

Bilmezdi ki koca koca kötülükler küçücük bir iyilikten bile korkar...Bilmezdi ki karanlıklar ateş böceklerini sevmez...Çünkü onlar, karanlığa rağmen çıkar ve ışığıyla kafa tutar...Senden korkmuyorum, gizlenmiyorum der...Bütün evreni kaplayan koskoca karanlık acizdir küçücük bir ateşböceği karşısında...Çünkü ateşböcekleri çoğaldıkça, aydınlık artar...

Önyargılara doğrularla, baskılara cesaretle, nefrete hoşgörüyle, sindirmeye dirençle, sevgisizliğe sevgiyle, kavgaya dostlukla karşı çıkar ateş böcekleri...Savaşla, terörle masum insanları öldürürken, kadınları ezerken, hayvanlara işkence ederken, çocukları ağlatırken hep bir avuç ateş böceği çıkar...Işığı olur yeryüzünün, kabusu olur karanlığın...Başedemez karanlık onunla, ne zaman bütün ihtişamıyla ortalığı kaplasa, ateşböcekleri dikilir karşısına...Korkar onlardan, yoketmek ister...Bilir ki, arttıkça ateşböcekleri, gücü azalır kendinin, aydınlanır dünya...Bilir ki, ne kadar yok ederse etsin, hep bir ateş böceği çıkacaktır karşısına...

Ama zordur ateş böceği olmak...Yürek gerektirir...Cesaret gerektirir...Mücadele gerektirir... “Neden ben” diyerek zaman kaybetmemeyi, onun yerine “şimdi ne yapmalı” demeyi gerektirir...Sevgi gerektirir...Yalnız kendini değil insanı, doğayı sevmeyi gerektirir...İnanç gerektirir...Hoşgörü gerektirir...Saygı gerektirir...

Gerçekleri bilmeyi de gerektirir, hayal kurmayı da...Gözyaşı da gerektirir, kahkaha da...Akıl da gerektirir, çılgınlık da…Dinlemeyi de gerektirir, gereksiz seslere kulağa kapamayı da...Yetişkin olmayı da gerektirir, çocuk olmayı da...

Çok zor değil mi? Acaba bundan mı bu kadar az, bu kadar parlak ateş böcekleri?..Yoksa sandığımız kadar az olmadıkları için mi karanlığın bu paniği?...

17 Temmuz 2006

aranan domain bulundu!

hatırlayacaksınız, geçende şirin ege şehrimiz izmir'den bir domain'i yakalamış idik gecenin bir vakti, yorumsuz başlığı ile post edivermiştik, gözatmak isteyen buraya tıklayabilir..
çok şükür ki, dünya üzerinde herşeyin bir karşılığı bulunuyor, domain de domainine göre denk düşüyor.. gene yorumsuz kabilinden post etmeyi görev bilirim, 3 numero:


frekman rivoluşıns, bir nevi domain server:)

16 Temmuz 2006

finally free

eski işler serisi no: bilemedim.. likeinme hanıma ithafen olsun bu bi şekil..
finally free (#4112952, 22.04.2004 09:49:10)
dream theater şaheseri.. diğer tüm eserlerinden bağımsız olarak ele alınası, tek geçilesi, vaka olarak ele alınası, vaka-i hayriye.. tüm zamanların en psikoza bağlatan, onbir dakika yirmi saniye dahilinde komple bir hikayeyi anlatabilen, sonrasını karanlığa bağlayıp nasıl yani derdirten bir müzikal totaliter rejim.. “budur” diyor insana, bir cuma akşamı yola çıkan nicholas kardeşimize gelen eleştirileri tek bir bünyeye doğrultulmuş bir silahın gölgesinden piyanonun akorlarına basan on parmak.. ardından takip eden gitarlar, davullar şahadet ediyor, “öyledir” diyor, “kalıbımızı basarız!”..
ve hikayesi başlıyor binlerce defa dinleyen kişinin, notaların birinin bir perdesinde; sol anahtarı açıveriyor hayallerin kapısını, üşüşen anıların arasından en acıtanları tek tek gösteriyor kendini, ağır akan bir jeneriğin kareleriymişcesine.. kavgalar, gürültüler, isteyerek ya da istemeden kırılan kalpler, alınan beddualar, edilen küfürler çınlıyor o jenerikte..
one last time
we’ll lay down today..
sanırsın nicholas bizzat kendin, hipnoza girmişsin de dünya bir başka, kafanın içi olmuş bambaşka, pırıl gözler parlıyor kapalı kapıların ardından, kendi içini kendin okuyorsun bir başkasının gözünden, “hadi canım” diyorsun, “yapmam ben öyle şey” diyorsun, alter ego ister istemez korumaya çalışsa da kendini, başkasının gözünden sen kendine “vay puşt vay” diyorsun, “nasıl yaparsın bunları, nasıl incitirsin” diyorsun.. hem sen haklısın, hem kendin; stereo olmuş bir bünye, bir öyle söylüyor bir böyle..
no longer torn in two
i learned about my life by living through you..
tek bir bedende birleşiyor bir sen bir de kendin, beynin allak bullak oluyor, açamıyorsun gözlerini, hayaller, hayaletler oturuyor göz kapaklarında; kaskatı vücudunda magma püskürecek delik arıyor, gözeneklerini zorluyor.. çığlıklar kopup geliyor ciğerinden, kenetlenmiş dişlerinin arasında ıslık, kapalı dudaklarında yankısız bir yakarış oluyor, seni kendinden başkası duymuyor artık..
this feeling inside me
finally found my life, i'm finally free..
kırık bir kafa, feri kaçmış gözlerle dönüyorsun present continuous tense hayatına.. allak bullak, anlık metamorfozlarla iyice model kayıyor, günden güne karayı görme hayalini yitiren kayıp denizciye dönüyor.. ve maalesef süregelen gaileler çıkarıyor seni kabuğundan, yalandan kaynaşmalar, yitik hayatına elektroşoklarla bir gün daha, bir gün daha hayat sürüyor son patlağın geleceği anın korkusuyla.. gün geliyor, kapılar tam olarak kapanıyor ve sen kendin oluyorsun.. zihninin kapısını kitliyorsun, anahtar hiç ses çıkarmıyor içine akıttığın gözyaşlarınla dolu kuyuya düştüğü an.. algılar tam, duyular net; ama ne bir ses, ne bir hareket..
uyanıyorsun, son bir sigara yakıp, son nefesini alıyorsun.. bir gün daha başlamış, insanlar sokakta.. sen de karışıyorsun aralarına, kendinle birlikte, el ele, bir gün daha, bir gün daha, bir gün daha..

tahinpekmez altı aylık..

bugün itibariyle ilk "coming soon" postumuzun üzerine altı ay devrilmiş de ezilmemiş, krallar gibi ayakta duruyor tahinpekmezimiz..
bu altı aylık süre zarfında siteyi site yapan toplam 163 kontribütörü (az kontribüt eden candan çok kontribüt eden nerden bilemedim), zaman zaman coşan sayılarda okurları ile, bugün reklam gelirleri günde 6 (yazıyla altı) cent seviyelerine gelmiş, türkiye cumhuriyetinin en çok okunan / kazanan blogdan bozma sitesi olmuştur, hepimize mübarek olsun..
ilk günlerden beri ağzımıza sakız ettiğimiz "aha akşama siteyi açıyoz, işte şöyle olcak böyle olcak" söylemlerimiz hala devam ediyor, ama bize güveniniz, desteğinizi esirgemeyiniz.. bu sefer çok ciddi iki adam gayet ciddi bi şekilde taahhüt altına girdi, 2006-2007 sezonunda internet aleminde ilk bin parolasıyla hazırlıklarımızı sürdürüyoruz..
bu altı aylık süre zarfında boğazdaki tanker trafiğini bile durdurmayı başarmış bir sitenin üyesi olarak, nice toplumsal olaylara imza atacağımız günleri iple çekiyor, saygılarımı sunuyorum..
ne diyorduk biz tr-caf günlerimizde (hala bir eksiğiz burda o ayrı):
hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!
en derin hissiyatımla (sincerely yours oluyo bu)
frackman revolutions

Gittim - Gördüm - Geldim


Pek sevdiğiniz ve eksikliğini hissettiğiniz kardeşiniz yıllık izininden dönmüş bulunmakta.

Pek ala boğaz kıyısında içilecek soğuk bir biranın elbette hiç bir yerde olmayacağını bilerek dönen ve haklı mutluluğunu sizinle paylaşacağını , yanında getirdiği 200 kare fotoğraf , bir kaç video (Adult Ratings Are :Mature) ile de bu mutluluğu sizinle perçinleyeceğini bildirir...

15 Temmuz 2006

yet another movie - round and around..

tüm post roger waters pink floyd soundundan hazzetmeyen bünyelere david gilmour'un kapağıdır bu eser.. gayet psikopat bir girişle "hoşgeldin" diyor kasedin/plağın ikinci yüzünü çeviren floydian bünyeye.. rick wright sanki ilk günlerdeymişcesine bir saykedeli içinde, klasik fonda konuşma tripleri, ve tabi ki babamızın ağlayan gitarı.. alemlere nur olarak yollanmış bu adam, "iş alette değil, çalan elde" dercesine, ver portakal kasasını, bir oltalık da misina, baba sana fenderin kralını yapsın iki dakikada, manyak etsin slaydlarla, öööyle bir adam..
sanki syd barrett (rip) saklandığı yerden çıkmış da yazıvermiş sözleri, alın arkadaşım bunun üzerine çalışın demiş, öylesine farklı, ama bir okadar tanıdık pink floyd tadı, tandansı.. belki çok naif kalmış bir parça bu amlor'da, ama adamlar b1 yapıyorlarsa bir bildikleri olmalı dedik de yıllar yılı kırdık kafayı kendisine..
bir kadın geliyor gözümüzün önüne: gözünde bir damla yaş, puslu havada şeytan uçurmasının peşinden koşturan bir velete takılmış bakışları, hem ağlıyor, hem çocuğu takip ediyor, çocuk ufukta yitip gidiyor uçurtmasıyla birlikte; o noktada uçuruyor kadın kafayı, üzerinde deli saraylı kıyafetleriyle yollara vuruyor kendini.. sağda solda patlayan bombalar, seken şarapnel parçaları kâh elbisesini yırtıyor, kâh bir deri bir kemik vücudunu saran cılız et parçalarını.. minik kırmızı damlalar akıyor ayak topuklarından, gene de durmuyor, belki ufukta yiten çocuğu, belki bir başka dramda akmış gitmiş sevgilisinin hayalini arıyor, gözlerde çılgın bir parıltı, dudakta boş bir öpücük..
alışılageldik gilmour soloları, kısa kısa geçiyor kadının bir kulağından öbürüne doğru, tam bitmesine yakın tıkıyor kulaklarını, solo içerde kalıyor, sonsuza kadar delay anasını satayım, ne gam kalıyor ne kasavet.. yerin çamur olduğuna aldırış etmeksizin çöküyor olduğu yere, avuçlarını kulaklarına bastırmış, başı bacaklarının arasında, gilmour asıldıkça delaya o daha da hıçkırıklara boğuluyor, çünkü bu ses ona sevgilisinin son kez söylediği şeyi hatırlatıyor:
"bir gün tekrar karşılaşacağız, ne zaman ve nerede olacağını bilmiyorum, ama güneşli bir günde olacak bu.."
delay sürüyor, güneş doğmuyor, kadın ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor..
**
yıllar sonra bir adam, kimsesizler mezarlığında bir taşın üzerine bir demet çiçek ve kağıdı solmuş, kuyruğu parçalanmış bir şeytan uçurtması bırakıyor; gözünde bir damla yaş, hava hala açmamış.. sonra uzaklarda bir kız çocuğu görüyor, fırfırlı elbisesi, örülü saçlarıyla şarkılar söyleyerek küçük köpeğiyle oynuyor.. biten savaşın yıkıntıları arasına dalıyor köpek, kız da ardından, adam bir anda fırlıyor ikisinin peşinden, koşuyor, koşuyor, gözünden düşen yaşların peşinde bıraktığı minicik izlere bir "o" aldırıyor yattığı yerden..
**
rahmetli syd barrett'in yedisini idrak ettiğimiz bu gün ve gecede, kâh elimize geçen pulse dvdsi ile, kâh arşivden bitmez tükenmez eserleriyle, bir mevlüt niyetine bu geceyi pink floyd'a, floydian trip'e, slip'e, aklınıza ne gelirse ona ayırdım, ayıran bünyelere de selam ettim, daha da ederim..
freko, müstakbel vegetable..