31 Ağustos 2006

Engin Baba, bu sizin için..

öncelikle kedinizin ölümünden ötürü teessürümü belirtirim, başınız sağolsun.. bizim de bir kızımız vardı, fırfır hanım, sizinkinin ezeli düşmanı türden, göğüs kanserine yakalanmıştı 4 çocuk anası ve sekiz yaşında iken, kaybettik.. iki sene eve hayvan giremedi, lakin dayanamadık, şimdi de kızımız pinky ile halefinin asaletinden prensesliğinden uzak, daha yaramaz, daha kavgalı, ısırmalı, havlamalı günler yaşıyoruz..
memlekette düzenli okuduğum tek köşe yazarısınız.. daha önce de bir postumda uzun uzun sizi ne denli sevdiğimi, beni ne kadar çok etkilediğinizi yazmıştım, emredin üç gün gözümü monitörden ellerimi klavyeden çekmeksizin tekrar yazayım..

biliyorum ki blog mecraını pek sevmiyorsunuz, ama bizi dahi takip ettiğinizden eminim.. eskiden köşenizde email adresiniz olurdu, ve artık kopuklardan bıktığınız için yayınlamıyorsunuz, beni de buna benzer satırlardan sizinle tek yönlü iletişime mecbur bırakıyorsunuz.. olsun, bana böylesi de yetiyor, sanki her gün her dakika yazdıklarımı(zı) okuyormuşunuzcasına keyifle yazıyorum..

Sevgili Engin Baba (ağabey diyesim yok, duayensiniz benim için, "baba"sınız)

affınıza sığınarak, son zamanlarda ikidir yaptığınız bir dalgınlığa işaret etmek istiyorum: ak 47 ve kalaşnikof (halk arasında keleş diye de bilinir) aynı moskof makinasıdır, her ortamda çalışmasıyla meşhur olup dünya üzerinde gerilla dedin mi ayağında terlik olmasa da omzunda bir tane muhakkak olan silahtır, 20lik şarjörleri de bantla birbirine sarılı şekilde (kolay değişsin diye) daimi üzerindedir..

diyelim ki bana inanmadınız, bu internet denen şeyi sayenizde sevdik, bari ona inanın:

http://kalashnikov.guns.ru/

bu aciz hatırlatmamı ukalalık olarak addetmediğinizi umuyor, ellerinizden öpüyorum..

saygılarımla,

frekmen rivoluşıns kardeşiniz (bir tanısanız çok seveceksiniz:)

parole parole

eski iş, lakin lazım oldu, basıverelim..
daha ziyade dalida - alain delon düeti paroles paroles diye bilinen şahane şarkının en bi orijinal hali.. çünküm bu 1973 mahsulü bir cover olup, anlatacağımız hikaye 1972'de geçmektedir, işte böyle de araştırmacı bir sözlük yazarıyım dostlar..
mina adlı pek bi sevilen italyan hanımın alberto lupo bey ile yaptığı düettir bu.. sözlerini leo chiosso yazmış, müziğini gianni ferrio bestelemiştir.. mina bu şarkısını ilk olarak 45lik olarak yayınlamış, aynı yıl "5043" adlı albümüne koymuş, bir yıl sonra "dal mio meglio n.2" adlı best of'unda yer vermiş, 1997'de çıkan "minantologia"sında da ekmeği yenmiş, yetmemiş "in duo"* ve "platinum collection"*da da üç beş allah ne verdiyse sömürülmüştür.. minanın böyle ticari oyunlara ihtiyacı olmadığını ve bunun prodüktörlerin işi olduğunu belirtip, böylesi çakallıkların ancak my sharona ekmeğini kırıntılarına kadar silip süpürme sevdalısı knacks gibi gruplara ait olduğunu da ekleyip sözlerine geçelim isterseniz, ya settar!
alberto lupo: cara, cosa mi succede stasera, ti guardo ed é come la prima volta (sevgilim, ne oluyor bu gece bana, sana ilk defa bakıyor gibiyim)
mina: che cosa sei, che cosa sei, che cosa sei (sen nesin be sen nesin ulan?!)
alberto lupo: non vorrei parlare (konuşasım yok)
mina: cosa sei (nesin dedim!)
alberto lupo: ma tu sei la frase d'amore cominciata e mai finita (ama sen başlamış ve hiç bitmemiş aşk cümlesisin)
mina: non cambi mai, non cambi mai, non cambi mai (hiç değişmiyosun, hiç değişmiyosun be, hiç ama hiç)
alberto lupo: tu sei il mio ieri, il mio oggi (sen benim dünüm, bugünümsün)
mina: proprio mai (hiçbir zaman)
alberto lupo: il mio sempre, inquietudine (herzamanımsın, rahatsızlığımsın)
mina: adesso ormai ci puoi provare, chiamami tormento dai, gia che ci sei (artık başlayabilirsin, işkencemi başlat, zaten buradasın)
alberto lupo: tu sei come il vento che porta i violini e le rose (sen kemanları ve gülleri getiren rüzgarsın)
mina: caramelle non ne voglio piu (artık şeker istemiyorum)
alberto lupo: certe volte non ti capisco (bazen seni anlamıyorum)
mina: le rose e violini, questa sera raccontali a un'altra, violini e rose li posso sentire, quando la cosa mi va se mi va, quando il momento, e dopo si vedra (gülü kemanı bu akşam başkasına yaz, keman ve gülleri dinleyebilirim, birşey anında ise uyarsa uyar bana, sonrasına bakarız)
alberto lupo: una parola ancora (bir kelime daha)
mina: parole, parole, parole (palavra palavra palavra)
alberto lupo: ascoltami (dinle beni)
mina: parole, parole, parole (palavra palavra palavra)
alberto lupo: ti prego (yalvarırım)
mina: parole, parole, parole (palavra palavra palavra)
alberto lupo: io ti giuro (söz veriyorum)
mina: parole, parole, parole, parole parole soltanto parole, parole tra noi (palavra palavra palavra, palavra palavra sadece palavra, hepsi palavra)
alberto lupo: ecco il mio destino, parlarti, parlarti come la prima volta (işte benim kaderim, seninle ilk kezmişcesine konuşmak)
mina: che cosa sei, che cosa sei, che cosa sei, (nesin sen be, allah belanı versin artık -kaynak olarak kıçı da kullandığımız oluyor evet:)-)
alberto lupo: no, non dire nulla, c'é la notte che parla (dur, birşey söyleme, bırak gece konuşsun)
mina: cosa sei (ah be abi)
alberto lupo: la romantica notte (romantik gece)
mina: non cambi mai, non cambi mai, non cambi mai (imkanı yok değişmeyeceksin sen)
alberto lupo: tu sei il mio sogno proibito (sen benim yasak rüyamsın)
mina: proprio mai (hiçbir zaman)
alberto lupo: vero, speranza (gerçek bu, ümit)
mina: nessuno piu ti pu fermare, chiamami passione dai, hai visto mai (artık seni kimse tutamaz, haydi bana heyecan ver, hiçbir zaman görmediğin)
alberto lupo: si spegne nei tuoi occhi la luna e si accendono i grilli (gözlerinde ay sönüyor ve ağustos böcekleri şarkı söylüyor)
mina: caramelle non ne voglio piu (şeker ne ki smiley ne ki -kaynak kullanımı had safhada:)-)
alberto lupo: se tu non ci fossi bisognerebbe inventarti (eğer olmasaydın seni yaratmak gerekirdi)
mina: la luna ed i grilli, normalmente mi tengono sveglia, mentre io voglio dormire e sognare, l'uomo che a volte c'é in te quando c'é, che parla meno, ma puo piacere a me (ay ve cırcır böcekleri normalde beni uyanık tutarlar, uyumak ve hayal kurmak isterken, adam bazen sende olur ta içinde, ama az konuşanı da olsa hoşuma gidebilir, yani hoş konuşuyosun ama boş konuşuyosun şekerim)
alberto lupo: una parola ancora (bir kelime daha)
mina: parole, parole, parole (palavra palavra palavra)
alberto lupo: ascoltami (dinle beni)
mina: parole, parole, parole (palavra palavra palavra)
alberto lupo: ti prego (yalvarıyorum)
mina: parole, parole, parole (palavra palavra palavra)
alberto lupo: io ti giuro (yemin ediyorum)
mina: parole, parole, parole, parole parole soltanto parole, parole tra noi
alberto lupo: che cosa sei
mina: parole, parole, parole
alberto lupo: che cosa sei
mina: parole, parole, parole
alberto lupo: che cosa sei
mina: parole, parole, parole
alberto lupo: che cosa sei
mina: parole, parole, parole, parole parole soltanto parole, parole tra noi (palavra palavra palavra, palavra palavra sadece palavra, hepsi palavra)
**
ezcümle, kadın milletine nekadar yazarsak yazalım onlar zerre yemez, çok çok işlerine geldiği sürece gargara yaparlar vesselaaam..

Bunlarda Videolar - Formula 1 için :-)))

Geciken 2005 için ; buraya tıklayın




Zamanında 2006 videosu. bi de buraya tıklayın

30 Ağustos 2006

ÇEyn ÇEyn ÇEyn

John Lee Hooker (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) babamızın bir dönem Carlos Santana’ya maruz kalmışlığı vardır -ki övgü maksatlı söyledim yanlış anlaşılmasın. Santana da ayrı bir baba haliyle… İkisi de gitarın yenilip yutulmadan çalındığında da insanların içini cız ettirebileceğini aslında Kurt Cobain’den önce hatırlatmış mübareklerdir.

Neyse konuya girelim: Bu birliktelikten Chill Out (Things Gonna Change) adında bir çocuk doğar. Farkındaysanız şarkı iki isimlidir, Dilanım (Baharımsın Benim) konseptiyle kardeşçesine… Neyse ayrıntıları deşmenin bokunu çıkarmayalım. İşin içinde Santana olduğu için şarkı sapına kadar bir blues şarkısı olmaktan çıkmış, tam bir Latin lokumuna dönmüştür. John Lee Hooker’dan hiç beklenmemiş olan bu hareket, milliyetçi muhafazakar blues insanları dışında herkesin ağzına bir parmak bal çalmıştır. Şarkıda iplerin tamamen Santana’da olmasının tadı daha gitarlar girer girmez belli olur. Latin kadayıfı üstadımız, yine “onaylayan gitar” üslubunu kullanmıştır burada (meraklısı için ekşi sözlük’te bkz. Santana yapmak).

Şarkının sözlerini irdeleyecek olursak, bence irdelemeyelim. Zira bi tek “things gonna change” kısmındadır bütün vitamin. Orda da zaten ne dediği malum. Değişmeyeni Nuri Alço kapar değil mi sevgili okurlar… Çeyn çeyn çeyn diyor John Lee baba ve mesele zaten orda çözülüyor.

Bu şarkının Türkiye barları için de önemi tartışılmazdır. Rock barda da, blues barda da, Serdar Ortaç ile söz konusu şarkımızı arka arkaya çalabilen barlarda da en gözde seçimlerden biridir. Ben bunun nedenini, ritmindeki çok çok hafif kalça sallatıcılığa bağlıyorum izninizle. Oohh sosyo-biyolojik çıkarım da yaptım, plazada oda isterim.

Şarkının en sonunda yine Santana’dan beklenen gevreklikte bir solo vardır. Santana tonu diyebileceğimiz, kaç kilometre öteden duyulursa duyulsun kime ait olduğu anlaşılan bu ton, soloya esas tadını veren şeydir burada. Ondan sonra yine çeyn çeyn çeyn faslı girer ve şarkı tatlı biter.

Neticede, John Lee Hooker’dan beklenmeyen bir hareket, Santana’dan her zaman beklenen hareketlerle birleşince ortaya ölümsüz bir “mekan şarkısı” çıkmıştır. Daha kimbilir kaç kere gittiğiniz yerde çalacaktır ve daha kim bilir kaç kere “o sırada ne haltlar peşinde” olacaksınızdır bilinmez…

29 Ağustos 2006

torun geldi: masstival!


gözümüzün nuru organizasyon prodüksiyon her türlü aktivite şirketimiz Echoes, nihayet beklenen atağı osasuna'ya nazire yaparcasına gayet seri bir şekilde yaptı ve çocuğun adını koydu:

MASSTIVAL!

2007 yılını bir şekilde sallayacak aktiviteler zinciri için şimdiden kemerleri bağlayalım, tahinpekmezcek kıyakları bekleyelim..
şimdiden Red Hot Chili Peppers'sız bir Masstival mastivalmidir diyerek veriyorum gazı, rabbim daha kırallarını da eklemeyi nasip etsin,
amin..

Bu da benden dedeme tribute olsun...

Yurdumuzun gerçeğidir doğan görünümlü şahin, üzerine az espri yapılmamıştır. Fakat sıkı durun böylesini ne ben ne de siz duydunuz ( o değilde iyi ayara gelmişim sanki mal satıyorum) evet tünink olayında bir devrim diyerekten tahinpekmezdeki tüninkçilere de ince bir selam yolluyorum ve mustang görünümlü Renault 12 ile sizleri başbaşa bırakıyorum.


PS: İyide neden dedeye tribute, işin bu kısmını ben anlamadım diye soracak olursanız kendisi araba kullanmayı Hz. İsa döneminde bu arabayla öğrenmiştir, tabi burdaki "bu" kastım büyük resmin hemen sağ üst tarafındaki araba oluyor. Neyse ben kelle koltukta kaçıyorum. Arabanın yanındaki olayda istanbul menkul kıymetler borsası 2. seans çizelgesidir burdan borsacılarada selam ederim.

TamamAbi.org

Mahkeme kararı ile ya da başka bir şekilde engellenmiş sitelere erişmenin kolay ve ağrısız yolu.

Tüm işletim sistemlerinin kullanmakta olduğu hosts dosyası üzerinden, DNS'i aradan çıkartıp, direkt site adresini (domain) sitenin ip adresine yönlendirerek erişim sağlanmakta.

Sürekli güncellenen hosts dosyası ile gönüllere taht kurmaya aday! :)

http://www.tamamabi.org

Candır bi' yerde...

28 Ağustos 2006

Her sene olan tavaf...


Bir site sahibi düşünün , dünyanın dört bir yanında ki konserlere , etkinliklere gidebilen , gücü kuvveti yerinde dağ gibi bir adam , bir site sahibi düşünün sadece ve sadece varlığı ile bize huzur , rahatlık , eğlence ve kaliteyi aynı anda sunan...

Bu ve bunun gibi en bi güzel , en bi şahane ortamların adamı , büyük insan Freko iki sene üst üste gelemez mi yahu bir Formula 1 organizasyonuna...

Çok Yakında Film ile katılım olacak...

26 Ağustos 2006

cell - cep

onbirinci gününü idrak ettiğimiz mecburi horizontal takılma maratonumuzda, gün geçmiyor ki yeni bir kültür fizik aktivitesine girmeyeyim sayın tahinpekmezciler.. stephen king abimiz, fenalıklar geçirttiği karakule serisine nazire yaparmışcasına, dakika bir gol bir misali ilk sayfasından aksiyona geçen şahane bir kitap yazmış sene başı.. melyche hanımın katkılarıyla elimize geçti, okuduk, tavsiye etmek istedik..
içeriği anlatmayacağım, lakin teknik bir detay vermek isterim: bu kitapla karşılaştırılınca, dan brown'un kitapları kafka romanı gibi kalıyor, o radde.. bundan önce bir de babanın medyum - shining adlı eseri aynı etkiyi yapmıştı, sayfalar rüzgar yapıyordu çevirmekten..
tanışıyormuyuz bilmiyorum, ama çevirmen canan kim bir de güzellik yapmış, kitapta önemli ölçüde freko abinize yer vermiş.. nasıl mı? alın okuyun, ayıptır, emeğe saygı:)
altın kitaplar - 432 sayfa - 17.10 ytl (ideefixe fiyatı)
frekman rivoluşıns kültür fizik hizmetleri sundu..

Cumartesi günü mesaisi.

Taa ilkokul sıralarında öğretilen bir şey vardır bize. P.tesi, salı, çarşamba,perşembe, cuma hafta içi günleri, cumartesi, pazar ise hafta sonu günleridir. Hafta sonu demek ise "tatil" demektir. bu kısmını ilkokulda öğretmemiş olsalar da tecrübelerle sabittir ki kimsenin karşı cıkacağını da sanmıyorum, tatil demek ise sabah en az 10.00'da kalkmak, kahvaltıda domatesi biberi reçeli balıyla sefa sürmek, gazetemizin ilk kısmını yatakta okurken ikinci kısmını klozetin huzur veren serinliğinde okumak, yetiştirmem gereken iş var mı yok mu diye düşünmemek demektir.

İşte bu gerçeği gözardı eden bir çok işverenin dayatması sonucu (bakınız hepsi demiyorum) cumartesi günleri de hafta içi günlerle karışmış, haftanın en sevilen günü olma özelliğini, sempatisini birazcık kaybetmiştir. cumartesi mesaileri son bulmadığı sürece de kazanamayacaktır nezdimde. gerçi bu gün mesaisi için, her ne kadar "iyi bari öğlene kadar çalışıyorsun" gibi tepkilerle karşılaşılsa da unutulmaması gereken bir şey vardır. sorun işe gitmek gelmek değil, sabahın 07.00'sinde uyuyor olmamız yerine yüzümüzü gözümüzü yıkamış, tıraşımızı olmuş şekilde servis beklemektir. zaten bundan sonra yarım gün tam gün çalışsan cok da bir şey farkettirmemektedir.

"peki çalışan için durum nedir?" derseniz cevabım kısa ve net olacaktır. cumartesi işe gelen adam oturur iş yapmaz, açar tahinpekmez'i oturur kendince bir şeyler karalar..

24 Ağustos 2006

gece ve müzik..

yamuluyorsam düzeltin, ama trt radyolarında sebla özveren ve ekibinin hazırladığı bir programdı bu, bizi bizden alır, bildiğimiz bilmediğimiz nice sanatçının envai çeşit eserini enteresan bir kompozisyonla saatler boyu belleğe kitler, uykumuzdan feragat etsek de müzik kültürümüzün kısıtlı akarsularından biri olarak ertesi güne yepyeni tadlar almış bir birey olarak başlamamızı sağlardı..

lakin, uzun yıllardır, en azından mp3 icad olalı beri, gece ve müzik deyince freko biraderinizin konudan anladığı, aynı şarkıyı repeate alıp saatlerce allah ne verdiyse dinlemekten ibarettir.. ekseriyetle gecenin bir yarısı hüzün çöker bedene, sigaralar arası çakmak / kibrit aranmaz, takribi 5000 eser arasından şafıl modda forward tuşu çok çalışır ve o haleti ruhiyeye en cuk oturan, en tailor made eser ile çoğunlukla günün ilk ışıklarına kavuşulur, iki saat uyunur da işe gidilir falan.. bu eser bazen manowar'dan today is a good day to die olur, bazen müslüm baba'dan usta olur, bir bakmışsın hey you olur, hatta is there anybody out there olur, ace of base'den wheel of fortune bile olmuşluğu vardır, bilemeyiz neyin tam uyacağını..

aha bu gece de jujuman enişte kıyağı pet shop boys - rent'in enstrümental versiyonu denk geldi, an itibariyle 18. tura girmiş, bu yazı ve devrisinde daha nice çalacağı belirsiz bir adette ve eskime kaygısı olmaksızın dönüyor da dönüyor.. sözleri aklıma geldiğince eşlik ediyorum, ucubik klibi gözlerimin önünde, ve daha bir sürü düşünceler akıp gidiyor kulak burun boğaz nahiyesinde..

i love you, you pay my rent..

bu kadar basite mi indi hayat, ilişkiler, herbişeyler? insan evladı karşısındaki ile olan ilişkisini maddi çıkarları doğrultusunda şekillendiriyor, çıkar bitti mi eject oluyor hayattan, kaldı ki eject'in türkçe meali de çıkar't oluyor, ne de güzel uyuyor konuya.. çıkar derken, ya da maddi derken tam diyemedim belki: bu sadece bir ödeme olmayabilir, sadece iyi de hissettiriyor olabilir kendimizi, o sene üzerimizden çıkarmadığımız kazak misali; ama yıllardır hurçta duruyor artık, ne giyesin geliyor ne de kimseye vermeye kıyabiliyorsun..
ilişkiler de buna benziyor çoğunlukla, sadece kadın erkek değil, iş ilişkisi, arkadaş ilişkisi, hepsi böyle.. bir dönem acayip gülmüşün eğlenmişin adamla / madamla, veyahut her allahın günü işte / okulda omuz omuza kimi güçlüklerin üstesinden gelmişsin; ama bir şekilde aradaki katalizör ortadan kalkmış, ve herkes kendi yolunda devam etmiş.. bazen bayramda seyranda akla gelmiş bir mesaj atmışsın, ya da en olmadık bir ortak nokta karşına çıkıvermiş de samimiyetin verdiği güvenle gecenin üçünde arayıvermişsin, ama hepsi bu işte, ertesi gün gene aklına gelmez o insan.. erkekler açısından bunun en acı örneği, belki aylarca her ama her gün gördüğün, birlikte acayip şişirilmiş bir boşluğun havasını almak için canla başla çalıştığın, birlikte geçen her anını saniyesi saniyesine hatırladığın asker arkadaşlarıdır.. vatani görev biter, herkes yurdun bir yanına dağılır, ve o ölümüne kankalık, gene bahsi geçen smslerde, yolda kelalaka karşılaşmalarda, "lan olm bak aramazsan topsun"larda kalır, dağılır gider metazori ayrılık içtimaları..

but look at my hopes, look at my dreams, the currency we've spent, i love you, you pay my rent..

laf açılalı dört tur daha dönmüş parça, ve bizim akıl hangi viyadüklerden ne u'lar dönüyor, nerelere sapıyor, laf lafı açıyor, ve fakat bir türlü kapanmayanlarından ötürü cereyan yapıyor, iki laf arasında kalan kafayı üşütüyor, fizik kuralları geyikte de işliyor evelallah..

bir de insan ilişkilerinin belirleyici bir tarafı daha var ki, o da sınıflama, sınıflanma, bok püsür olayı.. insanın hayatında ailesi, arkadaşları, tanıdıkları, tanıyacakları ve belki hiç görmeyecekleri bir çevre var ve bunların bir kısmı default, bazısı çoktan seçmeli, bir çoğu true / false tadında, doğru insan(lar)ı bulasıya bir de bakıyorsun yaş olmuş 45, belki 50, ama hâlâ da doğru insanlarla olduğun ne belli..

aileyi seçemiyorsun, doğar doğmaz kitliyorlar, artık bahtına ne çıkarsa.. arkadaşları seçmek elinde gözükse de çevre şartlarınla kısıtlı: çocuklukta belli bir mahallede, öğrencilikte okul ve civarında, sonrasında iş ve çevresinde bir kitle oluşuyor.. gidip de cibutiden dostlar edinip çılgın atamıyorsun kolay kolay.. bu konuda örnek alınmaması gereken insanlardan biri de ben olabilirim, geneli konuşuyorum.. de ki kırdın zincirini, cibutiden amasyaya kadar bir spektrumda yaşayan dostlar edindin; bu sefer de bu insanların dost kalmasını sağlamak önem arzediyor, çünkü hepsiyle her an birarada olamıyorsun, oldukça da "ya işte şöyle oldu böyle oldu"larla kısıtlı zaman buhar olup uçuyor, yeni birşey eklenemiyor..
bir de sevgililik boku var misal.. eskiden ne güzelmiş, vakti gelince anan baban sana uygun birini buluyor, küt gidiveriyosun kaderinin kısmetinin yuvarladığı yere doğru.. şimdi öyle mi? "kimmiş lan beni yönlendirecek" efelenmesiyle arkana baktığında birçok hata, kimi senin kimi onların, ama sonuçta hata işte, bir yaşayan ölüler şehitliği şeklinde, kırk yılda bir karşılaştıkça çoğundan gözlerini kaçırıyor, pek azına selam veriyor, nadiren oturup muhabbet ediyorsun bu sınıf insan kitlesiyle..

bir de efem, şöyle bir durum var: karşı cinsten bir insan, bir süredir hayatında oluyor, ve o insan sen ve tüm toplum için hadise öyle başladığından ötürü, senin "arkadaşın".. ve fakat ortada belki aylar, belki yıllardır adı konulamamış, söylenmeye çekinilmiş, samimiyete ibnelik olmasın kabilinden çomaklanmamış bir elektrik var; ve sen sırf "ulan millet ne der" ya da "yau şimdi bunun bilmemnesine ayıp olmasın" dangalaklıklarından görmezden geliyorsun voltu, amperi.. iki ucundan tutsanız uçak motoru çevirecek, köprüyü aydınlatacak enerji var ortamda, ve boşa akıtıveriyosun binlerce wattı toplumsal görünmez baskının "ne der"cileri yüzünden.. sonuç, gereksiz hüsran, içine atma, içine akıtma, ve bunların içte kuruması nedeniyle daha zor kırılabilir duvarlar, kaleler, burçlar.. "tear down the wall" ama, hadi buyur, sıkıyosa..

işte bir güzide postun daha sonuna geliyoruz istemeden, çünkü imam efendi minareden işaret ediyor, imana davet ediyor.. evet, iman ediyorum, kendi gücüme, aklıma, toplumun yargılarına kulak asmamaya.. birçok boş işlerle hayat tüketilmiş olabilir belki, ama hala son nefes çıkmadı ağızdan..

ne diyor abiler şarkının sonunda:

it's easy, it's so easy..

23 Ağustos 2006

Cumartesi Sinemaya Gitmek Benim İsyanımdı

Güzelce denilen sayfiye yerine "dağbaşı la oralar, sizi kurtlar yer" denildiği yıllarda yani ben çocukkene..Lazlar toplanmış bir yazlık site yapmış. Sekiz evden birindeyiz. Evlerin anne babaları henüz 40'lı yaşların başlarında..Heyecanlı..Bir akşam toplanmışlar, Kumburgaz'a yazlık sinemaya gidiyorlar. Hernedense pek küçük olan ben, kundakta oğlunu uyutmaya çalışan teyzem ve haliyle kundaktaki oğlunun sitede kalmasını uyğun görmüşler. Bu insanları bir kamyona doldurup sinemaya götüren ve beni almayan kim? Babam.. Ağlama huyu olmayan, içine atan bir çocuktum..Aklımda kalan iki sahne vardır o geceyle ilgili..birisi çocuğunu dizlerinde uyutmaya çalışan teyzem, ikincisi de tam gün batımı vaktı, ortalık kızıllaşmışken doç kamyonun arkasından dolu ama akmayan gözyaşlarıyla baktığım görüntü..ve çok iyi hatırlıyorum ki o an şöyle fısıldadım:büyüyünce ben de sinemaya gidicem ve kimseyi götürmiycem...aynen böyle mırıldandım, çocuk hırsıyla.

Ortaokul yıllarının başları..belki de ortası..TRT iki kanallı olmuş, televizyon üzerindeki kanal düğmeleri anlam kazanmış. İkinci kanalda bilim kurgusal bir dizi var..onu izlemek istiyorum ev halkı serzenişlerimize değer vermiyor, "hadi ordan" diyor..Garip bir gurur ve inadım var.."izlemiycem lan bi daha televizyon" diyorum ve izlemiyorum. 1,5 yıl..yazıyla rakamla..reklamları bile izlemiyorum, yemek yerken televizyona sırtım dönük oturuyorum, hiçbir karesini görmüyorum..üç katlı evin bir köşesine sonradan da sahip olduğum odama çekiliyorum, birşeyleri bozuyor tamir ediyor boğuşuyorum..ama asla televizyonlu odaya inmiyorum. insem bile sırtım dönük..fare dağa küsmüş dağın haberi olmamış misali, kimse de gelip "noolur seyret şunu" demiyor..

(Bu arada fondan da "hasretinle yandı gönlüm" çalmaya başladı radyodan, edip akbayram,bu adamın yaptığı bence en nefis şarkıdır. televizyon kapalı)

Lise yıllarımın başları. Bir gün durup dururken "tamam artık büyüdüm" dedim ve sözümü tutmaya başladım. Her cumartesi günü dükkana gidiyor, babamdan haftalığı alıyorum. Doğruca Taksim'e, sinemaya. Hangi film mi? Farketmiyor. İstiklâl'de iki tur atıyor, vizyondaki filmlere bakıyor ve kafama uyan bir filme dalıyorum.Bu işi o kadar sistemli yapıyorum ki bazı zamanlar vizyonu komple bitirmiş oluyorum. Bir iki hafta dinlenmeye çekiliyorum. Sadece Taksim değil tabi, Şişli, Osmanbey de dahil. Ve kimseyle gitmiyorum sinemaya. Tek başıma gidiyor, izliyor çıkıyorum. Bir de ritüel haline getirmişim herşeyi..Dükkan'dan çıkıyor, yürüyerek eski Galata Köprüsü üzerinden geçiyor, oradaki üçkağıtçılara hiç yanaşmadan Karaköy Tünel'ine biniyorum. 580 metrenin sonunda inip bir de O eski Beyoğlu'nu arıyorum. Ortasından araba yolu geçen Beyoğlu'nun son demlerine yetişmişliğim vardır bu anlamda.. Sonra da sinema..

Peki ne oldu sonunda..O televizyon küskünlüğü deneyiminin şöyle bir sonucu oldu. Televizyon bağımlılığı ortadan kalktı. Oradan artan zamanlar, birşeyler okumaya ama daha çok tamir etme ve icat etmeye yöneldi. Halen de sürmektedir. Televizyon, evde aradığım şeylerin çook sonrasında gelir. Dizi film falan asla seyret/ede/mem. Haberleri başlıklarıyla dinlerim bir iki dakika..Takip edebildiğim tek dizi x files..o derece.. diğer programları izlersem de o izlemeler hep kısa kısa..on dakikalık periyotlar

Asıl ilginci sinemada oldu. Bu "her cumartesi sinema" manyaklığı yaklaşık dört yıl kadar sürdü. Fakat bu dört yıl, aralıksız bir dört yıl. Yani yaz günleri dahil.. Yaz ve kış asla sektirmeden. Çok ölümcül birşey olmazsa. Hesaplayın bakalım hesaplayan adamlar, kaç tane film olmuş. Bir işi arka arkaya çok sık yaptığınız zaman şu oluyor: İşler arasındaki ortak noktalar, gözünüze batmaya başlıyor. Artık bir süre sonra filmler hep aynı rotada ilerliyor gibi geliyor. Olası sahneleri tahmin etmeye başlıyorsunuz.Filimin neresi mutlu başlayacak,neresinde işler sarpa saracak, kahraman ne zaman üzülecek, bomba ne zaman durdurulacak, ....ilerleyen safhalarda replikler de tahmin edilmeye başlandı..-ceysın...sert bir dönüş, soran bakış...- dikkat et!..hı hı..sen burada kal denilir küçük çocuğa ve o velet asla orada durmaz, başına iş açar..o kodumun bombası illa ki bir saniye kala durur ve daha bir sürü ibişlik..

Dört yılın sonunda oluşan değişiklik ise televizyondakinden daha acı: Bir sinema filmini baştan sona tam izleyememe. İlk on dakikadan sonra filmde işler karışınca sanki elalemin derdi beni geriyormuş gibi bir hal..sonra da "banane lan" isyanı. Artık sadece birileri kolumdan tutup çekerse sinemaya gidebiliyorum. Beni şaşırtan veya eğlenceli zaman geçirten filmlerin sayısı, son on yılda bir elin , hadi hatırınız için iki elin parmaklarını geçmez. Onların da bir eli, övünerek söylüyorum yerli yapımlar. "dar alanda kısa paslaşmalar" , "selamsız bandosu" , "muhsin bey" vs. Belki de 4 metrede the wall izlemekten o yüzden o kadar keyif almışımdır. Sinema perdesinde farklı birşey görebildiğim için

Neticede, çocukken verdiğim sözü , bokunu çıkarırcasına tuttum..sinemaya gittim ve kimseyi götürmedim. Televizyonu da erkenden boşadım, pişman değilim. Hayatımda yaptığım en akıllı iştir. Holywood'un da ...............afbuyur. Hakikaten kitap okuyun veya birşeyle meşgul olun, enstrüman falan çalın..Hayat daha güzel geçiyor..öpmişumdur:)

22 Ağustos 2006

donnie darko

istemsizce yatakta geçirdiğim şu acayip günler içinde seyretmekle kaybettiğim iki saat daha.. bu sırada spider solitaire oynayabilir, msnden muhabbet edebilir, kitap okuyabilir, ya da çeşitli gazlar çıkara çıkara uyuyabilirdim, ama yapmadım.. çünkü sevgili torunumuz somurcan'ın bir ricası var idi, "dedeciğim sağda solda kült demişler bu filme, bir de sen bişi desen" dediydi, mecbur kaldık bir yerde..
neymiş, kurguymuş, senaryoymuş, amanmış, en iyi ilk 3 - 5 - 15 - 250 film arasına girermişmiş, geçiniz..
arkadaşım, düşüneyim bulayım kendi kendimi bulandırayım istiyorsan, alacaksın eline herhangi bir kitap, okuyacaksın, bir yandan da hayal gücün filmini çekecek bambaşka atmosferler ve oyuncularla.. ben niye kasacakmışım elalemin amerikalısının kendi kendine ettiği hezeyanı göt kadar bilgisayar monitöründe?
ha, film tabi böyle seni senden alacak, o ekran dışında diğer yerleri göremez hale getirecek, bittiğinde kah osurtacak, kah "vay babayın kemiğine" dedirtecek, hatta rüyana girecek, devrisi vakitlerde olur olmaz yerlerde kelalaka objeler aklına getirecek, işte ben ozaman buna "helal olsun!" diyeceğim.. böyle bir helali ettiğim en son film "an eternal sunshine of a spotless mind" ve öncesinde de "requiem of a dream" olmuş idi (daha bi sürü var tabi).. puzzle ise puzzle, göndermeyse gönderme, felsefeyse felsefe.. hele ki ikincisi, bildiğin manyak etti, tüyleri diken etti, filmi seyretmezden önce yıllardır dinlemekte olduğum tema parçasını kabus etti, ve bunlar da totali 2 saati ya bulur ya bulmaz, yani sonlu filmlerdi.. ve hatta şahsım adına konuşayım, böyle filmler için mühim olan bir filmi ikinci üçüncü yüzellinci kere seyrettirmek değil ikinciyi seyretmeyi imkansız kılmaktır bir yönetmen için.. meşrubat mı ki bu alalım bir daha izleyelim beğendik diye? bir daha girmemizin görece imkansız olduğu bir yüksek ortamda sunulmuş bin yıllık bir şarap olsun bizim için, anılarda yaşasın, tadı damağımızdan gitmesin..
ha, filmin verdiği mesaj hiç mi olmadı, oldu tabi.. spoiler olur mu olmaz mı bilmem amma, şizofren kılıklı veletin psikiyatrda hipnoz altındayken ilk yaptığı olayın elini skine götürmesi, ergenlik çağındaki gençlerimize böyle hipnotizma cart curt olaylarına "işe iyice doymadan" girmemeleri yönünde bir sellektör olmuştur.. yurdum insanı açısından bu sellektör yediden yetmişe kadar yakılabilir, ve hatta viagra gibi ilaçların bakkalda bile bulunabilmesi ile o yetmiş baremini daha da yukarı çekebiliriz..
bir de, elemanın manita lisedeki bi hatunu hatırlattı bana, ama o araba altında kalmadıydı çok şükür, yaşandı bitti gayet saygılı bi şekilde, eğer bi şekilde buralara uğrarsa selam olsun kendisine, daha evlenmediyse mail atsın, beraber birer hamburger yeriz belki kızılkayalarda (fonda coşkun sabah - anılar)..
bu "ehh" film kaça malolmuş bilmiyorum amma, sanırım paranın %90dan fazlası telife gitmiştir, çünkü filmin tartışmaya mahal bırakmayan tek pozitif tarafı soundtrack'idir, yiğidi öldürüp cebinden çıkanı sezara vermeyi bir görev bilirim..
ha, "ayyy şöyle film, böyle film, beşyüz kere daha seyredeyim, dividisini edinmeyen toptur" diyenlere akıl fikir ve ergenlik sivilcesi giderme kremi tavsiye ediyorum, bir de bol bol okusunlar, çok okusunlar, daha da okusunlar..
freko, kitabın en iyi arkadaş olduğundan zerrece şüphesi olmayan adam..

Somurcan'dan Süper Amme Hizmetleri-Part I

Evet artık memlekete faideli bir insan olma vakti gelmiştir de çatmıştır. Sadece siz tahinpekmez kullanıcılarının faydalanacağı bu süper hizmet bakın sizlere neler sağlıyor.
günlük falınıza burcunuzu yazarak ulaşabileceksiniz, yapacağınız tek şey msn listinize bu adresi eklemek. adresi ben göremiyorum nerde demeyin önce ziraat bankası kavaklıdere şubesi 007112 hesabına ufak bir meblağ (1000$) yatırmanız gerekiyor. arkadaşlar paylaşım serisine başlıyorum artık terazi rep ne varsa görmek istiyorum.

eklenmesi gereken adres : astroloji@roboturka.com (1000$ hesabıma gelmezse aşk hayatınız hakkında pek iyi bir şey söylemeyecektir)

kullanımı:

SoMuRcAn says:
merhaba
Roboturka Astroloji says:
Hoşgeldin SoMuRcAn, seni gördüğüme sevindim.
Roboturka Astroloji says:
Selamlarim, burcunuzu girerek hemen bugünkü falinizi okuyabilirsiniz.
SoMuRcAn says:
kova
Roboturka Astroloji says:
KOVA
(20 OCAK - 18 SUBAT)
Beraber oldugunuz insanin çevresinden iliskiniz hakkinda olumsuz elestiriler alabilirsiniz ve bu da sizi üzebilir. Insanlarin sizi yanlis tanimalarina firsat vermeyin. Is yerinde çikabilecek olaylar karsisinda, disaridan tarafsiz bir izleyici gibi davranin. Daha yüksek idealler belirlemeli ve onlari yönlendirmelisiniz. Basariya ulasmaniz, içinizdeki gerginligi yok edecek. Gönlünüzün zenginligi size bir yarar saglamiyor. Keyif ve eglenceye kendinizi kaptirirsaniz sagliginiz olumsuz etkilenebilir.
SoMuRcAn says:
iyi aferin
Roboturka Astroloji says:
Üzgünüm ne dediğiniz anlayamadım. Eğer bu beklediğiniz bir cevap değilse yardım almak için 'Yardım' yazınız.

demekki fazla muhabbete girilmeyecekmiş, neyse hayırlı olsun. Diğer amme hizmetlerini dört gözle bekleyin.

Somurcan, kendini topluma adamış insan.

21 Ağustos 2006

v for vendetta

aylardır "lan bu filme gitmedik, heryerde de tuğla tuğla şeyler yazıyolar, oha lan bana" diyip duruyodum.. nihayet geçende aklıma geldi ve emule biraderin yardımıyla ikinci denememde (birincisinde film yerine transseksüel pornosu çıktı, hem de 1.6 gb, yazıklar olsun diyorum) indirdim, pür neşe geçtim karşısına.. eeee? hügo abi şahane konuşuyo, gerisi yüzbin yerden arak, tırttan da tırt bir film..

onca insana okadar yazıyı (hepsini okudum be) yazdıran nedir, anlayamadım.. ne felsefi gerilikte bir insanmışım meğer..

yani demem o ki, ne indirin bi şekilde, ne dvdsini alın, yazık günah.. beş seneye falan starda "televizyonda ilk defa" kaydıyla bir pazar akşamı yayınlarlar, afiyetle izlersiniz..

bi fandam filmi olaydı, bari saçma olduğunu bile bile yaptıklarından kızmaz, eğlenirdik.. ama bi de felsefe yapıyo adamlar..

olmadı sayın vaçovski bros diyor 2 puanla sezonun rüküşü seçiyoruz..

altta, filmde beni benden alan tek sahnenin bir resmini koyuyorum.. oldum olası haberlerde falan da bu domino hadiseleri çıktığında keyifle izlerim..

20 Ağustos 2006

ev yapımı air conditioner

eski işlerden, sıcaklar nedeniyle, afiyetle uygulayınız..
ev yapımı air conditioner (#7961413, 04.08.2005 00:01:07)
bu sıcak günlerde çoluğun çocuğun beyin kanamasından ölmesini önlemek için birebir alet.. bir öğrencilik icadı olup telifi benim değildir, lakin kimse sahiplenmedi bugüne kadar sahibi yoktur benimdir (ehehe)..
şindi, önce bi vantilatör, en iyisi ayaksız olanlarından bi vantilatör lazım.. sonra bi karton kutu, mümkünse mukavva olsun, şöyle 17 inch monitör büyüklüğünde bi kutu.. sonra da bi torba dolusu buz.. torbanın ebadı, az sonra okuyacağınız tariften sonra keyfinize kalmış.. buz dolu torbayı kutuya koyun, kutuyu ağzı yere dikey açı yapacak şekilde vantilatörün arkasına koyun, vantilatörü çalıştırın.. işte en ucuza serinlemenin yolu yordamı budur sayın seyirciler..
torbanın ebadı ve içindeki buzun hacmi gecenizin uzunluğu, havanın sıcaklığı gibi değişkenlere bağlıdır..
vantilatörü tek yönde sabit çalıştırmanız, hava akımının isabet ettiği yerlerinizde -ki genelde sırt ya da bel olur bu yerler- tutulmalara yol açabilir, müessesemiz sorumlu değildir..
bu yöntemin daha hızlı bir yolu vardır ki, o da çok uykusu gelmiş olmasına rağmen sıcaktan uyuyamayan bünyeler içindir, ve bu yöntemin yan etkilerinden kesinlikle mesuliyet kabul edilmez, o da bahsi geçen buz torbasını vantilatörün önüne koymaktır, kutuya falan da gerek kalmaz.. hızla eriyen buzdan çıkan esintiyi size iletecek vantilatör sizde üzerinize battaniye örtme ihtiyacını bile uyandırabilir, o raddedir..
saygılarımla
frekman rivoluşıns, terleyenin börtenin dostu, sıcak gecelerin düşmanı

Hal Hatır

Aslında iş görüşmesiyle ilgili bir yazı yazacaktım, söz verdiğim gibi ama Freko belinin ağrısından dem vurunca, bu mevzuda yazmış olduğum üç dört yıllık bir yazım geldi aklıma , ekleyeyim dedim..buyurunuz.


HAL HATIR

Selam:)

Keyifsizlik, "yazarım bir ara", "vaktim yok valla, ilk fırsatta.." , "bayram tatili" derken, bir aya yakın bir süredir bir şeyler yazmadım. Olsun, üzülmeyiniz. Dünya bizim yazılarımızla dönmüyor nasılsa..

Aslında bugün de pek bir şey yapasım yok. Üzerinize afiyet belim ağrıyor da biraz. Şimdi aranızdan, aklı hep belden aşağı, edepsiz şeylere çalışanlar: "Ooo üstat.. Ne tür çalışmalarda bulundun dün gece de bugün belin ağrıyor? Hadi hayırlısı.." gibisinden zevzek bir cümle sarf edip bıyık altından güleceklerdir. Aranızdan beni sevenler ise: "Geçmiş olsun canım, yapabileceğimiz bir şey var mı?" şeklinde alâkadar bir cümleyle yetinecekler ve gerçekten üzüleceklerdir. Aranızdan bana gıcık olanlar: "Oh iyi olmuş, geberesice... Kırılaydı da kurtulaydık senden!" diyerek kökten bir çözüm önerisi getirmekle birlikte; aranızdan bana asılanlar ise (hayali bir güruh): "Ah canım, gel ben o ağrıyan yerlerine bir masaj yapayım, sonrasında da ışıkları söndürüp..." gibisinden yardım görünümlü ve fakat cinsel maksatlı fanteziler içeren cümleler sarf edeceklerdir. Aranızdan hayatı boyunca doktor olmak isteyip de maalesef ortaokul terk olan arkadaşlar: "Hımm, sen üşütmüşsündür canım kardeşim. Belden geçen omurilik, cereyanda kalmıştır, sinirler elektriklenmiştir, ağrı yapıyordur. Temiz bir banyo al, iyice terle, bir şeyciğin kalmaz. Takviye olarak da antibiyotik almayı unutma" diyecekler; â��Aynısından bende de var' diye adlandırabileceğimiz bir diğer kitle ise: "Aynısı bana da olmuştu.. Sen şu ilacı al, geçmezse ne oliim" diyerek çantasını karıştırmaya başlayacaktır. Aranızdan kocakarı ilacı meraklıları: "Ben onun çaresini biliyorum ayol.. Birkaç tane çiğ balık alıp içini açıyorsun, kılçığını çıkarıyorsun. Sonra kırk çeşit baharata bulayıp belinin ağrıyan yerine diziyorsun, sonra güzeeeelcene sarıyorsun" gibisinden tavsiyelere başlayacak; bir diğer tıp bilimi fanatiği ise: "Küçük ağrıları sakın küçümseme. Hemen bir doktora başvur, bak benim bir tanıdık doktor var, işte kartı" diyerek cebinden küçük bir kartvizit çıkaracaktır. Aranızdan vurdumduymaz karakterli bir grup "amaaan boşver, git bir sıcak banyo al yat uyu sabaha kadar bir şeyciğin kalmaz" deyip kendilerince en sağlıklı ve ucuz tedaviyi uygulamanızı salık vereceklerdir. Aranızdan kötümser olanlar: "Benim de böyle bir tanıdığım vardı, önce küçük bir bel ağrısı başladı, önemsemedi, aylar sonra doktora bir gitti ki meğer kansermiş!! Koç gibi adam iki ayda mum gibi eridi, bağıra bağıra gitti zavallı. Ama sen yine de doktora bir görün yani.." diyerek iç açıcı hikâyeler anlatmaya başlarken bir diğer eski toprak kitle ise: "Şimdiki gençler de çok çürük canım. En ufak şeyden başları kıçları ağrımaya başlıyor. Biz neydik bee.. biz tereyağıyla büyüdük.." diyerek olaya nostaljik bir boyut katacaklardır. Aranızdan laubali takılan arkadaşlar: "İyi bir ayı bul, ayıya çiğnet, iyi gelir, hehe.." diyerek zevzeklik yaparken eninde sonunda bir müslüman çıkıp: "Geçmiş olsun arkadaşım, ne oldu ki?" diye sorar.

Fanteziye gerek yok. Sorunun yanıtı gayet basit. Bilen bilir, bendenizin haftanın belirli bir akşamı halı sahada futbol maçı vardır. Akrabalar arası futbol maçı. Bir saha dolusu Laz'la birlikte 4 yıldır hercümerç olmaktayız. Yağmur çamur, kar kış demeden top teperiz ayakla.. (bkz. Onur Çelikol/ Futbol. Ayakla Top Tepme Sanatı). Dün akşam da aynı sporu icra ederken üzerinize afiyet biraz soğuk almışım bel nahiyesinden. Durum budur.

Hal böyle olunca aranızdan aklı hep belden aşağı edepsiz şeylere çalışanlar: "Üstat sen de ne adamsın.. Çıtır manitaların peşinde koşmak varken topun peşinde koşulur mu? Hehe" gibisinden abuk bir cümle sarf edip bıyık altından güleceklerdir. Aranızdan beni sevenler ise: "Ah benim sportif arkadaşım, dikkat et kendine, bize lazımsın" şeklinde bir destek olucu ve gaz verici cümle ile olayı bağlayacaklardır. Aranızdan bana gıcık olanlar: "İnşallah her hafta 100-0 yenilirsin de seni o sahadan tekme tokat atarlar, Ortega'dan beter olursun" diye niyaz ederlerken aranızdan bana asılanlar ise (hayali bir güruh): "Ah o senin spor yapan güçlü kaslarınla bir gece ışıkları söndürüp.." gibisinden yine aynı cinsel maksatlı fanteziler içeren cümleler kurarak çalışmalarını sürdüreceklerdir. Aranızdan hayatı boyunca doktor olmak isteyip de maalesef ortaokul terk olan arkadaşlar, haklı çıkmanın gururuyla kasım kasım kasılıp: "Yaa, ben demedim miydi bak?" diyerek konu komşu arasındaki â��yarımdoktor' şöhretini pekiştirecektir. Aranızdan kocakarı ilacı meraklıları herhangi bir şey demeyip ilk verdikleri tarifin üzerine üç ihlas bir fatiha ile, kaynamış kurbağa bacağı suyunun yedi kez ağrıyan bölge üzerinde gezdirilmesini ilâve edecekler; tıp bilimi fanatikleri ise bir ikinci kart çıkarıp: "Şu kartı da al, spor yaralanmaları konusunda uzman bir doktor arkadaşımdır kendisi" diyerek her derde deva olduğunu gösterecektir. Aranızdan vurdumduymaz karakterli arkadaşlar "bu kadarcık şey için sıcak banyo bile almana gerek yok..onu da boş ver, yat uyu, geçer" diyerek tedaviyi daha da ucuzlatacaklardır. Aranızdan kötümser olanlar, yukarıda anlattıkları hikâyenin üzerine tuz biber ekip: "Bizim o rahmetli arkadaşın bel ağrısı da halı sahada başlamıştı" diyerek doğrudan sizi tarif etmeye başlar ve size de â��rahmetli' denilecek günlerin yaklaştığını ima eder. Aranızdan eski toprak amcalar: "Aah ah, şimdiki gençlik gençliklerini böyle top peşinde harcıyor, biz öyle miydik ya, gece gündüz çalışırdık memleket için, .." diyerek hem yaptığınız işi hem sizi küçümsemeyi ihmal etmez. Aranızdan laubali takılan arkadaşların Fenerli olmayanları: "Üstat, iyi oynuyorsan Fener'e git, kurtarırsın belki" derken Fenerli olanları GS'li olanlara "geçenlerde sizin arabanın deposuna 6 litre koymuştuk, bitti mi yoksa biraz daha koyalım mı?" diye soracaklardır.

Eninde sonunda bir müslüman çıkıp: "Geçmiş olsun, kendine dikkat et kardeş" der.

Çok sevdiğim eski bir fıkramdır...
Temel bir gün kendini biraz kötü hisseder ve evinin yolunu tutar erkenden. Yolda arkadaşlarıyla karşılaşır:

- Ula nooldi sana, nerereye gideysun ha bu vakitte?
- Uşaklar, biraz rahatsuz oldum, hastayum galiba , eve gidiyrum, yatmaya...
- Deli olma uşagım, aslan gibisun, yürü, kahveye gidiyruk, oyun oynamaya..
- Yapmayun uşaklar, hastayum ben...

Arkadaşları dinlemezler ve kolundan tuttukları gibi Temel' kahveye götürüp okey masasının başına oturturlar. Ertesi gün bizimki iyice ateşlenir ve yatağa düşer. Arkadaşları gelirler.

- Ula nooldi sana, ne yataysun ha bu vakitte evde?
- Uşaklar hastayum...
- Ne hastasi, sapasağlamsun, yürü baluğa...
- Uşaklar, ben ...

Yine dinletemez ve yatağından kaldırdıkları gibi balık tutmaya götürürler.. Devrisi gün daha da hastalanır bizimki ama aynı film oynamaktadır sinemada.. Yürü gezmeye, yürü düğüne yürü oraya buraya derken bizim Temel vefat eyler.. Ve son nefesinde eşinin eline tutuşturduğu bir kâğıtla mezar taşına şöyle yazdırır:

"HASTAYUM DEDUM İNANMADUNUZ, HA ŞİMDİ NOOLDİ"

Sizin Temel de hasta arkadaşlar, lütfen inanınız

19 Ağustos 2006

Seçme Delilikler vol 8: Galewolf ile bir iş günü (süper macera)


Elinherifi kardeşim böyle bali, uhu falan diyince geçmiş zaman olur ki tek "rakamla: 1" gün sürmüş muhteşem bir işim vardı o aklıma geldi.

Böyle siz diyin 2 ben diyeyim 3 yıl önce zaten bir yere varmayacağı belli olan okula devam ederken üç beş çorba parası çıksın naifliği ile bir işe girmeye karar verdim. Daha önceki iş "deneyimlerim" iş günü ortasında eve gidip uyumak, "bak serdar işten atılmanı istemiyorum ama yüzüme karşı esneme bari be hayvan herif" türü şeylerden ibaret olduğu için elbette tedirginim. Fakat bu sefer pek hatırlı pek sevdiğim bir dostum "gel bizimle çalış, depo müdürüne ihtiyacımız var" dediği için kalktık sabahın bir köründe, koyulduk yollara (bu arada siz kariyerli, gömleğin cebine kart koymalı insanlara bir not, son sekiz yıldır saat 11 den evvel kalktığım görülmüş şey değildir. marifet mi, değil elbette ama sabah uykusu da pek güzel canım).

Oldum olası sırf aynı yerde çalışıyoruz\okuyoruz\yazşıyoruz diye bir alay hırbo ve kokonaya katlanma ritüelinden nefret etmişimdir. Asosyalik bile değil, ciddi anlamda düşmanlık okunur gözlerimden hiç tanımadığım, tanımak için de zahmet etmeyeceğim bir ceset yiyicinin "dünkü maç nasıldı" diye cümleye girip temelde "i have a penis like a train" (coupling izlemeyenler için biraz garip kaçacak bir tanım) cümlesinin onsekizbin kere megafonla tekrarından farklı olmayan boğucu muhabbetleri ya da "ay benim bir köpeğim var böyle görsen canıııım, bak fotosunu göstereyim *sanki birisi on kilo yastık içi yiyip sonra onları kusmuş gibi gözüken bir hilkat garibesinin fotosunu çıkarır*" şeklinde "kıpırcıklar" bana gelmiyor. Ben işyerimi 50 ytl komisyon için çocuğunu Mançuryada köle tacirlerine satabilecek herifler ve lise\üniversite yıllarında sürekli "kuzeniyle" takılan (Umut Sarıkayaya yıllarca beni de kemiren bu yaraya parmak bastığı için binlerce teşekkürler) ve günde 18.723 Can Dündar şiiri göndermeden geceleri rahat uyuyamayan bet suratlı, gaspet ifadeli kadınlar doldursun isterim. (resimde o gün bana eşlik eden iki iş arkadaşımı ve benimle ilgili yorumlarını görebilirsiniz)

Neyse, bu bağlamda sabahın altısında beş adet tanımadığım izbe ile bir minibüse tıkılmanın kolon kanseri olmakla aynı "eğlence" faktörüne sahip olduğunu anlamış olmalısınız. Şükürler olsun ki yanımda arkadaşım var da en azından onun kafasını ütüleyebiliyorum. Servis konseptinin olmazsa olmazları "yüzüne doğru ateşlenen yüksek kalibre tüfek mermilerini durdurabilecek kadar makyaj yaptığı için 25 dakika bekleten kadın", "gazetenin sanki şirketler yönetiyormuşcasına ekonomi sayfasını okuyan hayatı boyunca bir insanın elle tutabileceği tek bir cisim üretmeyeceği kesin olan sosyal asalak" elbette yerlerini almış halde yola çıktık...

Normalde herhangi bir şeyden sıkılmam için 12 saniye yeterliyken yolculuklar nedense beni hiç boğmaz. Özellikle de yeni bir yere gidiyorsam. Al beni 12 saat Ankara-İstanbul trenine koy gıkım çıkmaz. Datça'ya otobüsle giderim neşe içinde dönerim. Fakat o gün eminim ki hayatım boyunca yaptığım en acı dolu en korkunç yolculuklardan birisinin esiri oldum. Belki ilk yarım saat Ankaranın "post apocalyptic" mahallelerinde insanlar servisimize taş ya da dışkı atarken eğlendiğim söylenebilir ama gecekonduları bile özletecek bir çölün ortasında geçen diğer 1.5 saat için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Yandaki resim pencereden baktığımda gördüğüm şey ile az çok benzeşmekte fakat inanın bana çok da az depresif durmaktadır.

Daha fazla kanardım ama cidden hatırladıkça sinirim tepeme çıkıyor. Bu tür bir "iş servisine" ancak Atakule yanındaki apart otelden otobüsle Ankara pavyonlarına "servis" edilen Balkan ve Rus konsomatrislerin bulunduğu benzeri bir araçta olursam katlanabileceğimi açıklamam yeterli sanırım. Servise her Uruk Hai saldırısı olduğunda arkadaşıma "geldik mi?" diye sormam da duygusal yaşımın ipucunu verecektir.

Sonunda "sanayi sitesi" adı altında bir araya getirilmiş oldukça fazla sayıdaki moloz yığınına ulaşmıştık ama daha o anda aynı yolu bırakın bir iki yılı, bir iki kere bile (evim yansa, arkadaşım tarım makinesi istifrağ etse ya da bölgede altın bile bulunsa) arşınlamayacağım kesinleşmişti. Ya üst üste rastlantısal olarak gelmiş heyelanları işyeri belleyen binlerce korkunç insanla beraber yaşadıkları yeraltı mağaraları ya da katran havuzlarında yaşayıp tahta talaşı ve ham çelik yiyerek hayatımı idame ettirecektim ya da ilk posta arabasıyla oradan sıvışacaktım.

Elbette benim bu planlarımı hisseden arkadaşım (işte burası bizim işyeri diye gösterdiği yere bakarken mor renkli terlemiş olmam ve gözlerimin çukurlarından içeriye doğru çekilmesi beni ele vermiş olabilir) kolumdan tuttuğu gibi beni "çalışma mekanına" soktu. Sonuçta patronuna "bir arkadaşımı getiriyorum, çok çalışkan ve yeteneklidir" diye sefih bir yalan silsilesiyle beni anlatmış olduğundan ilk günden çığlıklar atarak koşup kaçmam kendisinin yargı yeteneğine gölge düşürebilirdi.

Merdivenleri tırmandıkça (çıktıkça değil, zira binaları insanlar değil yunuslar yaptığı için tek bir merdiveni çıkmak için bacaklarınızı 14 yaşındaki bir rus artistik jimnastikcisi gibi açabilmeniz gerekmekteydi) tetanoz aşısının ne kadar önemli bir icat olduğuna canı gönülden inanmamı sağlayan son teknoloji ürünü çivilerin ve tahminen ankara ana trafosuna direkt bağlı ve yanlışlıkla dokunduğunuz (burada yanlışlıkla dokunmaktan kastımız komando sürünmesi harici herhangi bir yürüme aktivitesidir) anda sizi kavuracak kabloların mekanın estetiğine ne kadar katkıda bulunduğunu farkettim.

Daha sonra gerçekten beklemediğim bir şey oldu. Cehenneme; hayır çok daha kötü bir yere yani Sezen Aksu konserine açıldığına emin olduğum tozlu kapının ardında hayallerimin bile ötesinde muhteşemlikle bir ofis durmaktaydı. Evet, tahminen Mordor belediyesinin ucuz kira ve işletme bedelleri sayesinde Uzay Üssü Alfa tarzı bir ofis kurabilmek mümkündü. Çalışan ve MS Word açarken plazma fazına geçip beş kilometre mesafedeki her şeyi atomlarına ayırmayacak bir sürü bilgisayar, ancak sekiz bacağınız varsa üzerinde dengede durabileceğiniz "lö arte" tarzı koltuklar ve hepsinden daha inanılmazı: kendisine baktıktan sonra gözlerinizi saf tuz ruhu ile ovmak istemeyeceğiniz güzellikte bir sekreter!

Ah küçük tembel kalbim ne kadar mutluydu bir bilseniz. Sabaha kadar porno indirip "fazla mesai" sırasında izleyebileceğim bir bilgisayar, amansızca yazıp boyumun ölçüsünü alana kadar teyzesinin kızının düğününden bahsedebilecek bir ahu ve bütün bunlar için üstüne alacağım bir maaş! Açıkcası o saatten sonra şirketin saf kristal meth kaçırıyor olması ya da %66.6 hissesine şeytanın sahip olması kesinlikle umurumda değildi. Dünya üzerindeki cenneti bulmuş, huzura -sonunda- ermiştim.

Derhal bana bu enfes olanakları sunan patronum ile karşılaşmalı, ayaklarına kapanıp ne yüce bir insan olduğunu binlerce kez kendisine söylemeliydim. Hayalimde bu kadar "cool" bir mekanın sahibinin de eş derecede hatta çok daha süper olduğuna o kadar emindim ki karşıma çıkan eciş bücüş mirasyedi kılıklı yağ ve kıl torbasını görünce ciddi anlamda hayal kırıklığına uğradım.

Nasıl tarif etsem ki, böyle elinize Cem Uzanı alın, baya bir yedirin. Ohh, baklava börek ne bulursanız işte. İyice semirince rastlantısal ve kesinlikle kıl bulunmaması gereken yerlerine kıl ekleyin. Cem Uzan'ın fason "ceo" tavrını aynen koruyun. Boyu 1.25 cm'ye indirin ve üstüne herhangi bir "top end" mağazada bulunabilecek en ama en çirkin gözüken takımı giydirin. İşte bu adam benim patronumun yanında Bradd Pitt gibi duracaktır.

Gerçekten çok önemli değil, sonuçta dış görünüm -ne kadar bir gremline de benzeseniz- kesinlikle insanlar hakkında karar vermek için yeterli bir kıstas değildir. Yapmanız gereken hayatınızın çok ama çok değerli bir kaç dakikasını ayırıp gerçekten ön yargılarınızda ne kadar haklı olduğunuzu ve karşınızda ruhu kanalizasyon borusundan bile daha fazla pislik görmüş, kompleks yığını ve kredi kartı numarasını vermeden kadınlarla cinsel ilişkiye girmesi dünya üzerindeki adaletsizliğe işaret olan bir hödük olduğunu tasdik etmektir.

Hemen konuşmamızın bir kısmını aktarayım:

-Merhaba efendim, ben Serdar.
-Merhaba Serdar, nereden mezunsun?
-Daha mezun değilim.
-Yaş kaç?
-23
-Aptalsın sen.
-!?
-Bu yaşta hala okunur mu, ben Bilkenti (inan bana çok şaşırdım) 20 yaşında bitirmiştim.
-Ee işte oldu öyle (dayan oğlum, sekreteri ve yaşayacağınız sıkıcı servis muhabbetleri sırasında dikizleyeceğin göğüslerini düşün)
*Arkadaşa döner*
-Olum aptalmış bu, neden getirdin?

Sanırım az çok anladınız durumu. O anda bu "dombalak şirin"e bir kafa atmadıysam endişem ne o anda müdahale edecek çalışanlardan yiyeceğim kalifiye dayak ne de başka bir şeydi. Hala sekreterdeydim ben.

Neyse, göz gezdirmeye başladım. Bir an önce çalışmaya (çalışmak: asyalı pornoları ile asyalı-amatör pornolarının karışmasını önlemek için farklı dosyalama sistemi kurmak) başlamak için kıvranıyordum. Acaba masam hangisiydi? Maaşım ne kadardı? Herhalde böyle bir ofise parayı bayılan, odasına plazma tv yaptıran bir patron da çalışanlarına eşit derecede bonkör davranıyordu...

İlk sorumun cevabı o kadar hızlı ve ani geldi ki! Masam değil "ofisim" vardı! Lanet olsun, kaçınızın kendisine ait ofisi var soruyorum? Çoğunuz ucuz pleksiglasların birbirine çivilenmesi sonucu oluşmuş kareler ile diğer robotlardan ayrılırken benim üzerinde adım yazan bir ofisim olacaktı inanabiliyormusunuz? Durun daha bitmedi gözlerimle soyduğum sekreter aynı zamanda benim de sekreterimdi! Bir ofis, mini etekli bir sekreter...Bu bir hayaldi ve ben kesinlikle ölmüştüm. Artık maaş almama da gerek yoktu, bezelye kurundan ödemeye bile razıydım.


Yüzümü yıkayıp çamaşırlarımı değiştirdikten sonra ofisimi görmek için "sekreterim" ile asıl ofisten ayrıldım. Tüm bu karmaşa içinde yaptığımız işin bizden daha zengin firmalar için stand kurmak olduğunu öğrendim. Kısacası biraz "glorified" bir ameliye işi yapmaktaydık ama şirket deposuna gidip gelen kamyonlar ve ofisten anladığım kadarıyla 4 adet pleksiglas bloğu birleştirip bir zeminin üstünde tutmak için bu alanda uzmanlaşmış kazmalara ihtiyaç duyulamktaydı. Sonuçta Pfizer Viagradan milyarlarca dolar kazanıyor ve bir kısmını da çivi çakarken kendisini ölümcül derecede yaralamayacak "zekada" insanlarla paylaşmak istiyorsa buna itiraz edecek son kişi bendim. Herşey gittikçe güzelleşiyordu, bir de gerçekten çalışmak zorunda bile değildim?

Elbette katılabileceğim bir Thundercats takımı olmadığını öğrendiğim günde yaşadığım türden devasa bir hayal kırıklığının beni beklediğini tahmin etmeliydim:

Evet bir ofisim vard, fakat yukarıdaki ofis ile uzaktan yakından bir alakası olmayan kelimenin tam anlamıyla bir mezbelelik bana layık görülmüştü. Alt katta kamyonların giriş çıkış yaptığı depoda, camı egzos dumanından kapkara, içerisi de sekiz günlük spor çoraplarından hallice kokan bir kafesti! İçeride olan "ofis eşyalarına" bir göz atalım:

-Power tuşuna basınca odadaki tek 25 wattlık ampülün ışığını söndüren ve üzerinde "turbo" tuşu olan ama basıldığında mucizevi biçimde daha yavaş çalışan bir bilgisayar.

-Bütün iyi niyetimle benim sorumlu olmadığıma kendimi inandırmaya çalıştığım pembe "devlet dairesinden apartılmış" dosyalardan bir dağ.

-Üzerindeki en yeni notta "bugün karar verdim kendimi ilk gelen kamyonun altına atıyorum, eski müdür" yazan bir mantar pano.

-Ve en önemlisi hangi tuşa basarsam basayım "666" rakamını veren bir FACİT. Evet yanlış okumadınız, bilgisayar çağında FACİT! İronik olan ise bilgisayar diye yutturmaya çalıştıkları garabetten daha çok fonksiyonu olmasıydı sanırım.

Sekreter hanım beni dünya üzerinde günahlarımın bedelini ödeyeceğim bu delikte "görüşürüz, ihi" diye yalnız bıraktıktan hemen sonra tahminen James Bond filmlerindekine benzer "kötü adam asansörü"nden inen patronumuz bana işimin detaylarını anlatmaya geldi. O sırada ciğerlerime dolan egzoz gazı, toz ve mikroplardan herşeyi puantiyeli görmeye başlamış da olsam en azından söylediklerini hatırlıyorum.

-İşte burası ofisin.
-Evet farkettim, peki görevim nedir?
-Gelen malların kaydını tutacaksın, gidenlerin de öyle bir de import export a yardım edeceksin.
-Ney?
-Yani gelen malları kontrol edip üzerlerinde düzeltmeler yapacaksın, gel göstereyim.

Bu ana kadar ofisin ve içindekileri bir ön sevişme olduğuna yürekten inandığım bir "eğitim" sekansına başladık. İşte kesinlikle üniversite diploması, doktora ve bakışlarıyla atomları parçalayabilme yeteneği isteyen "işimin" detayları:

-Bir adet eşek ölüsü ağırlığında blok alınır.
-Üzerine yapışmış olan köpek ölüsü, uranyum parçacıkları ve personel mayınları demir spatula ile temizlenir.
-Daha sonra tahminen dokunduktan onbeş dakika sonra elinizin çürüyüp döküleceği ve yerine uzun sarı tırnaklar taşıyan bir pençenin çıkacağı bir bez alınıp saf baliye batırılır. Bu işlem sırasında bali kokusunu ciğerlere çekmek sağlık açısından son derece faydalı olduğundan maske falan kullanılmaması özenle rica olunur.
-Bali yüklü bez ile "temizlik" yapılır.
-Hali hazırda kusulmadıysa ya da olduğunuz yerde köpükler saçarak ölmediyseniz aynı işlemi 50 kere daha tekrarlanır.

Peki bu muhteşem iş için alacağım ücret nedir? Hiç! İlk bir ay deneme mahiyetinde çalışacak, sonra alacağım maaşa karar verilecektir. Hayır şaka yapmıyorum, bu adam ciddi anlamda benden gidiş dönüş, öğlen "esnaf lokantası" denen kedi kesimhanesinde yemek ve bali ücretine çalıştırmak istemekteydi. Gerçekten güzel olamayacak kadar iyi bir rüyaydı zaten, fakat durun daha bitmedi.

Hala nasıl olduğuna emin olmadığım bir şekilde o günün sonuna varabildim. Evet artık oturduğum yerden kapıları yürüyerek açabiliyor ya da annem ile telefon olmadan konuşabiliyordum ama ne gam. Tam bu sırada çalıştığım yeri tuvalet ile bağlayan koridorun neredeyse yarısını kaplayan dev bir ÇUKUR olduğunu ve dibini görebildiğim kadarıyla paslı inşaat demirleri ile süslenmiş bir ölüm tuzağı ile bali yükslü kafamın kesinlikle iyi bir sona ulaşamayacağını farkettim. Gün içinde üç kere sallanarak tuvalete gitmem (ve işerken fayansların erimesi) ve bir kere bile olsun bu deliğini farkına varmamış olmam geri kalan günlerimi fetus poziyonunda ağlayarak geçirmeme neden olmuştur, bonus olarak.

Saat sanırım 6 civarı tam kadro "şehirdeki ofise" doğru yola çıktık. Açıkcası Ankara sınırları içinde olduğundan şüphe duyduğum bir yerdeki yine yukarıdaki ofisi andıran cıvıl cıvıl bir yere gelmiştik. Fakat yine beni "sen ortada gezinme" diyerek nazikçe "basım odasına" aktardılar. Bilin bakalım orada beni ne bekliyordu? Evet doğru bildiniz, boya çıkarmak için variller dolusu bali. Aman tanrım, bir sokak çocuğu olmak için tam teşekkülü bir cennetti burası. Üstelik mürekkep kokusu ile bali kokusu resmen yeni tadlar ve kahramanı olduğum yeni pokemon bölümleri anlamına geliyordu...

Sonuç? Eve nasıl vardığımı bilmiyorum, yol üzerine kaç kere gasp uğradığıma da emin değilim (haha, eve bıraktıklarına inandınız mı yani?) ama bir şekilde yatağıma uzandım. Geri kalan üç günü kusarak, kustuğumu düşünüp yeniden kusarak ve sürekli uyuyarak geçirdim. Annem ise "oğlum bir gün de olsa çalışmışsın, ücretini iste" dediğinde bayılmadan (ve uykumda kusmadan) hemen önce gözlerimden dökülen yaşları farketmediğine eminim, yoksa hiçbir anne evladına böyle bir şey yapmasını isteyecek kadar vicdansız olamaz eminim.

18 Ağustos 2006

Tutkallıyorum

Televizyon ekranındaki "yalancı yarim" şeklindeki dizi ismini "yalarım yarimi" diye okuyup nooluyo lan tribine giren adamın yazdığı yazıdan kime ne hayır gelir bilmemekle beraber, uzun zamandır kalaylamak, şarlamak istediğim bir mevzuda ekranınızı işgal etmek niyetindeyim.

Bu akşam kendimi edepli, terbiyeli hissediyorum. Küfür kelam beklemeyin, zaten üç aylardayız, Ramazan'a şunun şurasında ne kaldı.

Şimdi efenim, bendeniz her türlü tamirat tadilat işinde, yalanım varsa na böyle oliim acaip kabiliyetli bir elemanım. Tornacılık yaptım, defter imalâtında çalıştım, fayans döşedim, elektrik tesisatından anlarım, su tesisatı ve aklınıza gelebilecek her türlü mekanik mukanik mevzudan çakozlarım. Başarılı olamadığım iki mevzu vardır. Bunlardan birisi örgü örmek, diğeri de bir yerlerime damlatmadan tutkal sürmektir.

Bütün bu yukarıda saydığım tamiratlar sırasında haliyle çok çeşitli yapıştıcı maddeyle haşır neşir olmuşluğum vardır. Japon yapıştırıcısından tutun, kağıt tutkalına, cam suyu denilen sodyum türevi bir tutkaldan, bally'e ..Ve bütün bu naneleri illa ki bir yerlerime damlatmışımdır. Özen gösteririm yaparım ederim, bir bakarsın bir yerden sıçrar..hem de en abuk sabuk yerlerime..burun içime mi kaçmamıştır, kulak deliğime mi (hayır olm, pantolon giyiyoruz, oralara kaçmıyor). Mesela cam suyu denilen bir nane vardır, bildiğimiz sabunun ana maddesinden yapılır ama donduğunda tıpkı cam gibidir, şeffaftır. Siyah renkli büro klasörlerinin kartonları iki kattır ve bu naneyle yapışır birbirine, tok durması ve ucuz olması için. Bu meretin kurumuş bir parçacağı gözüme kaçtı bir gün,tezgahı kazırken..Sabun ana maddesi temelli olduğunu hatırlatırsam, gözüme ne olduğunu tahmin edersiniz. O ufacık parça gözümde eriyene kadar yandı bütün dünyam..

Bir fabrikada kalıphane şefliği yaptığım sıralarda, içinde su dolaşan kalıplar yapardık ve bu kalıpların su geçirmemesi için içlerine lastik döşerdik.Bu lastikleri de birbirine japon yapıştırıcıyla tuttururduk. Bu yapıştırıcıları koliyle aldığımızı söylersem herhalde kullanım sıklığımız hakkında fikir vermiş olurum. Sonuç? Her seferinde bir yerlerime damlayan, fışkıran tutkallar. Aman damlamasın diye aşırı dikkatten midir nedir, ben bu illettin bulaşmasından kurtulamadım.

Peki sonuç? Bulaşmasını önlemekten vazgeçtim, çıkarma yöntemleri geliştirdim.Buyurunuz
Bally: bulaştığı anda sakın elinizi bir yerlere sürmeyin, bırakın olduğu şekilde kurusun. Kuruduktan sonra bir deri gibi kaldırırsınız, çok zevkli olur.
Japon yapıştırıcı: Bulaştığı ilk anda yine ellemiyorsunuz. Tabaka incelmesin. Deri üzerinde kuruduğu zaman maket bıçağıyla kazıyorsunuz. Parmağı kesince bana küfretmiyorsunuz
Boya ve türevleri: Tinerli bezle yıkıyorsunuz. Mis gibin tiner kokuyorsunuz.
Mum: Söylemişlerdi unuttum.
Karşı cins: Şekli şemali düzgünse bırakın yapışık kalsın. Değilse, çivi çiviyi söker, kendinize yapışacak başka birini bulun. bir kişiye iki kişi birden yapışamayacağınızdan biriniz düşecektir.

Bu yazıyı da böyle bağladık, akşam akşam performans düşük, idare edin..Öpmişumdur:)

Aniden gelen gözyaşları...



İlk defa izlediğimde büyük bir kaybın olduğu tarihti , çünkü o vakit ne zaman adı duyulsa zaten gözlerimi yaşartıyordu .

Ben onunla her pazarımı ertesi gün okul stresi olmadan sakin geçirebiliyordum , onun sayesinde ıspanak yediğimde boyumun "kocaman" olacağını düşünüyordum , ben hayatımda bir ve tek sefer gittiğim "Fame City" yolunda onu Mercedes `inin içinde tv dairesine giderken görebilmiştim ve bana araba camından da olsa yanında giden biz (komik turanj renkli 131) iki kardeşe gülümseyerek el sallamışlığı ile unutulmazlarım arasına granit blok gibi oturmuştur.

Şu aşağıdaki video görüntüsünü izleyipte içinde en ufak bir ısınma hissetmeyen kişinin seksenli yıllarda Antartika`da yaşadığını düşünürüm...

http://www.youtube.com/watch?v=tNQIbsdKkcc&mode=related&search=

Akşam Oldu İbişlendim Ben Yine

İbişliği sulu zırtlak bir iş sananlara inat, gecenin bir vakti önce gittim traş oldum, sonra banyoya girdim, günlük banyomu yaptım (evet bayanlar , hergün banyo yaparım, öyle de temiz biriyimdir, selam ederim), misler gibi pir-ü pak oldum, makinenin başına oturdum.

Biraz doğru düzgün cümle kurabiliyor olmak, hadi kendi kendimize mütevazi ayaklarına yatmayalım, iyi yazar olmak biraz puşt bir hadisedir. Bugüne kadar çok ekmeğini yediğim bu becerimin, zaman zaman kendime "yeter lan bu kadar da demogoji olmaz" dedirttiği vakidir. Aslında bu akşam canım sıkıldı,şöyle makine başına geçip ağlak bir yazı yazayım dedim kendi kendime ilkönce. Sonu üç noktayla biten devrik cümleler, gecenin yalnızlığında devinen birkaç şiirimtrak satır felan..başlık da hazır "akşam oldu hüzünlendim ben yine" ..öyle gider, trip yapar, altımıza birkaç tane "hiii ay ne romantiksin,üzme canını, gel kollarıma teselli bul" yorumu alırız diye düşündüm..

Sonra kendimi bir dinledim. Cık..Yok. Hüzün falan yok kardeşim bu akşam içimde. Mis gibiyim. Tek sıkıntım, yeni taktığım geforce fx5200 ekran kartım Bloodrayne oyununu oynamıyor..Daha doğrusu oynarken, oyundan atıyor ikide birde şerefsiz. Ben oyuna döneyim derken hanım kızımız vuruluyor. Vurulurken de bir "ahıhaaa" sesi çıkarıyor ki hiç sormayın. İnsanın ciğerinden bir parça kopuyor. Sanki ölürken "erkeğim naaptın, kollayamadın beni, çizdiler gül gibi kestaneyi" diyor..Buna canım sıkıldı biraz işte..Kafam bozuldu kalktım bir bardak tang içtim..

Onu diyordum. Bu yazarlık mevzu çok sakat bir mevzudur. Yazar dediğin adam, genellikle şekl-ü şemal bakımından feleğin keleğine gelmiş vatandaşlardır ve bu yüzden kalem ile lisana sarılmışlardır. Büyük yazarlara, şairlere bakınız, hep böyle eciş bücüş tipler görürsünüz. Hani ben pek eciş bücüş sayılmam ama (blog bayanlarına mütemadiyen selam ederim) kel olduğum su götürmez bir gerçek. Bir de Cyrano de Bergerag kıvamında burnum mevcut ki yazarlığımla birlikte (bu akşam da kendimi iyiden iyiye yazar yaptım afbuyur) iki tane özelliğimiz tutmuş oluyor bu tarihsel karakterle. Kılıç kullanma konusunda da iddialı değilim..

Kılıç dedim de aklıma geldi. Bakın size ilginç bir hikaye anlatayım, sözlüğün de biryerlerine yazmıştım ama denk gelmemişsinizdir am göt sik entrylerinden.

Babamın bir defter atölyesi / atelyesi vardı ve tutkal almak için beni Tahtakale küçükpazar'daki Ali Paşa Han'daki bir yere gönderirlerdi. Ali Paşa Han konumuyla ve şekli şemaliyle pansiyon falan yapılsa ömür boyu kalırım onun içinde, bu kadar şık bir yerdir ama gel gör ki imalathaneler vardır içinde. Bildiğiniz, avlulu, iki katlı Osmanlı kervansarayları gibi birşey. Neyse , dağılmayalım. O tutkalcının ödeme yapılınca bana verilen fişlerinde bir isim yazardı "Rıza Arseven". Firma onun adınaydı..yazıhanesinde de duvarda iki tane eskrim kılıcı dururdu. Yıllardan ben çocukken yılları. Ortaokul gibi..Genelde gençler vardı yazıhanede, çok nadiren de yaşlııııı bir amca..
İşte o yaşlııı amca birgün fişimi yavaş yavaş yazarken ben de duvardaki kılıçlarla ilgilendim biraz. Amca yanıma geldi , "sizin mi, bakabilir miyim" dedim.."tabi evladım" deyip kılıçlardan birini indirdi.."bunlar burada ne arıyor" dedim..Amca bana şöyle dedi: "Evladım bunlar eskrim kılıçları.Ben Rıza Arseven'im. Türkiye'ye bu sporu ben getirdim diyebilirim. Eskrim federasyonunu kurdurdum." Camekanlı bir dolap gösterdi. Bir sürü kitap vardı kitabın yazarı olarak da "Rıza Arseven" görünüyordu...Tutkal atelyesi onun ek işiymiş vs..

Yaa işte blogcular..ibiş ibiş dediniz taşak geçtiniz bak ne hadiseler var bizde.

Herşey bir yana da , geçenlerde aklıma geldi , ulan acaba bir tane kazma alıp duvarıma mı assam:)
öpmişumdur , gece gece

17 Ağustos 2006

Seçme Delilikler vol 7: İnternet "persona"ları ve ben (part 1)

Not: Dikkat bu yazı bol küfür (ki kendimi tuttum biraz), nefret ve kişisel görüş adı altında ona buna laf sokma içermektedir. Sonra okuyup "yıaa ne pis herifsin sen" diye ağlamayın. Her satırdan taşan "acrid gouts of anger" tarafından yutulmak istemiyorsanız uzak durun, uyarıldınız!

İnternet ile "tanışmam" 1996 yılına denk gelir. Hayal gücü "olm japonlarla amerikalılar birleşip gerçek voltran ("gerçek" voltran ne lan?) yapmışlar" raddesinde olan bir velet olduğum halde "şimdi ben yazıcam istanbuldaki adam ne yazdığımı görecek he mi?" şeklinde bir afallama yaşadığımı hatırlıyorum. İlk şoku üstümden atlatıp mirc sarı yıldırımına cafe personelini çağırmadan basabilmeye başladığımda çoktan "ortamların" şımarığı olmuştum bile. irc.aidata günlerini hatırlayanlar mutlaka vardır içinizde o yüzden 90 sonları a\s\l? "34, evet, heryerde" furyasını tekrar anlatacak değilim. Sonuçta "gerçek" dünyadan daha şenlikli, cıvıl cıvıl bir yer olduğunu kabul etmeliyim (başta elbette). Üstelik gündelik hayatta rastlayamayacağız türden "tiplere" de ev sahipliği yaptığından benim gibi "analizci"ler için muhteşem bir yazı kaynağıdır.

Sizler için, bütün sanal nefretimi topladım ve tahminen blog'u okuyan herkesi "ben de x yapıyorum ama senin kategorize ettiğin insanlardan değilim" şeklinde coşturacak bir analiz yaptım, lütfen misafirim olun.

-Fanboi\Fangrrl: Tanrı şahidim ki bu kendini (ve hayranı oldukları her ne haltsa onu) aşırı beğenmiş, egomanyak, pasif agresif orospu çocuklarından nefret ettiğim kadar başka hiçbir nefes alan\almayan şeyden nefret etmiyorum. Bu listeye Sezen Aksu, Björk ve Usame Bin Ladin'in dahil olduğunu düşünürseniz gerçekten ne derecede kaynayan bir nefret kazanı kaynatmaya başladığımı anlayabilirsiniz.

Sonuçta hepimizin "zevkleri" var öyle değil mi? Bir gruba ait olma dürtüsüyle, "lan ben de seveyim kesin bir numarası vardır" güdümünde okuduğumuz, dinlediğimiz, izlediğimiz bok yığınlarından bahsediyorum.

Misal ben iki yüzlü bir piçkurusu olarak Metal dinlerken Britpop'a nefret kusardım, şimdi ise Muse konserine gidemedim diye üzülmüş numarası yapıyorum. Ya da bir kaç yıl önce Tarantino filmlerine taparken "abi Guy Ritchie porno çeksin o bile Tarantinodan iyi olur" diye kıvırabiliyorum. Bu kendine iğneyi batır seansından sonra inşaat çivisi ebatındaki çuvaldızı bol keseden dağıtmaya başlayabilirim. Hah ne diyorduk. Fanboy nedir siz kolej okumamış cahiller sürüsüne (ben okudum, çünkü ailem o kadar zengindi ki parmağımızdaki yemek artıklarını başkalarına yalatıp temizletiyorduk) anlatayım. Herhangi bir ürüne\kişiye fanatikçe ve sorgusuzca bağlı olan ve hayatını bu bağlılığı ile ön plana çıkaran genelde zevksiz (genelde yazdım ki içinizde aslında fanboi olup da "genelde yazmış olm baksana biz öyle değiliz ahı ahı" diye sevinecek gerzekler biraz olsun beni mesaja boğmasın) hırtolardan ve gotik kadınlardan müteakip bir ordudur bunlar.

Örnek isteyenler çok uzağa değil, sourtimes.org denen sosyopat cennetine girip "lost" yazabilir. O başlık altında sanki bir diziden değil de evrenin sırrını sunan koca göğüslü bir melekten bahsediliyormuşcasına akan salyaları okuyarak eğlenebilirsiniz (evet o ...na kodumun dizisini izledim ve hayır zerre de beğenmedim). Neyse konuya dönelim. Az çok ne demek istediğimi anladıysanız bu nefretimi şapşal bir dizinden, müzik gruplarına, çizgi romanlardan, yönetmenlere ve yazarlara kadar uzanan alanlarda "çalışan" fanboi\grrl tayfasına aynı şiddetle yönelttiğimi de biliniz. Yani bir lost fanboi ile çemberimde gül oya fangrrl arasında zerre fark gözetmem. Yok gözetirim o da fangrrl normalin aksine bıyıklı, sahte sarışın ve gotik değilse (tanrım, kendi yarattığım canavar yüzünden geceleri uyuyamayacağım şimdi).

Herhangi bir şekilde, bir insan için ilk sarf edilen tanım "ya o bilmemkimin hayranıdır" ise bu zaten benim nefret kusmamı gerektiren bir durum değil aksine gayet üzücü bir durumdur. Çok şükür şu hayatta bir çok şekilde çağırıldım ama izlediğim\dinlediğim bir şeylerin fanatiği olduğumu belirten bir şekilde tanımlanmış değilim. Çok sevebilirim bazı şeyleri sorun değil ama hiçbiri için ne başkasının kafasını ütülerim ne de hasbelkader başkalarının olumsuz fikirlerine "çok kötü lan bu" damgası basabileceğim bir şer yuvası var diye karşıt görüşteki insanları terörize ederim.

Bu tipe en güzel örneği sanırım dinlediğim şu hikaye veriyor. İşte zamanında (1999) bir dershaneye gidiyorum, kazma olduğum için ikinci kere girmem gereken üniversite sınavı zaten sırtımda yük bir de deyim yerindeyse "yanıyorum". İşte "eh" diyebileceğiniz türden bir genç hanıma yazma çabalarım kendisi tarafından saatlerce esir alınıp hayatına dair karın bölgenize maket bıçağı sokulmasından daha eğlenceli anektodlar dinlemek olarak bana geri dönüyor. Öyle yargılayan gözlerle bakmayın, hele erkekler. Gerçekten kaç flörtünüzü içten içe bir howitzer'e yerleştirip dünya yörüngesine fırlatmak istemeyecek kadar uzun süre dinlediniz ki? Neyse, böyle diyeceğinizi biliyordum, sizi gidi iki yüzlü serseriler. Kız arkadaşınız ya da yazdıklarınız buraları okumadığı zaman dürüst cevabınızı verisiniz. Ehm dağılmasın konu. İşte bu genç hanım kendisinden 10 küsür yaş büyük "punk" erkek arkadaşının (evet, zaten beni tanıyorsanız olayın böyle gelişeceğini bilmeliydiniz) nasıl hasta bir Tarantino hayranı olduğunu saatlerce anlatabilirdi. Neymiş bir gece diskoya gitmişler, arkadaşı da (gözümün önüne kot ceketli, belki mohawk saçlı kokuşmuş bir fake punk geliyor. orospu çocukları, gerçek punklar sizin gibileri sabah kahvaltısında önce tecavüz edip sonra eritip şırıngalarına doldurup uyuşturucu diye çekerler be)) duvardaki televizyonda Tarantinonun yüzünü görünce saatlerce olduğu yerde ayakta bakakalmış. Aman tanrım bu nasıl bir adanmışlıkmış. Fuck you anlıyormusunuz fuck you!

Nefret ediyorum, Björk Top 10 listesi bile bende daha güçlü bir kusma duygusu uyandırmıyor inanın bana! Ama özellikle seç derseniz metal grubu fanboi (yeter artık geçti doksanlar, yıkanın), anime fanboi (bir kişi daha naruto kelimesini ağzına alırsa sanal gazabım üzerinize çökecek), duman fanatikleri (acınası insanlarsınız) ve elbette lost fanboi\grrl (bu sadece bir dizi arkadaşlar, cidden)


Kazanova: İnternet "gerçek" hayatta yapamadığımız bir çok şeyi gerçekleştirebildiğimiz sihirli bir oyuncak. Özellikle de üç boyutlu ve karşı cinsten varlıkları içeren cinsel ilişkiler söz konusu olduğunda bir çok insanın artık "abi çok güzel ortamımız var" korkunç heriflerden ziyade başvurabileceği yeni "mekanlar" menzilinde gözlenebilecek bir hayvan yavruları gerçekten incelemeye değerdir (bu arada hadi sizi laf sokmak için araştırma yapma zahmetinden kurtarayım, üç yıllık bir siberalem.com bir de yonja.com hesabım var. işe yaradı mı diye soracak olanlara "sizin ki yaradı mı" karşı sorusu ile gelirim). Sonuçta yeterince kendizi kandırabilirseniz resmen bir iş gibi 80630.com (beni yeterince cadde piçi bulmayıp red etmiş bir sitedir) adreslerde "18-22 f" arama tuşunu duman çıkartarak kullanmayı "yeni bin yılın tanışma yöntemi" olarak yutturabilirsiniz.

Bu "alemden" yararlanan envai çeşit dostumdan ve sitelerden edindiğim izlenimlere göre bazı çıkarımlar yaptım. Misal, siberalem.com profilleri daha ziyade düşük eğitimli ya da havuz problemi çözdüğü halde bırakın üniversite okumayı ilk okula geri gönderilmesi gereken, bir erkekten hep "dürüst olması, yalan söylememesi ve doğru konuşması"nı isteyen kadınlar ve "kadınlar tarafından çok aldatıldım, artık şöyle uğraştırmayan, iki bara diskoya yatağa atabileceğim sekreter arıyorum lan" herifler tarafından istila edilmiş bir cennet. Sordum, "abi karşına quasimodo da çıkabilir, sevişirken ayık kalabileceğin bir tanesi de" şeklinde bir standarta sahip olduğunu anladım.

Yonja.com ise 80630'a giremeyecek kadar zeki (ki bu temel matematik bilginiz bir porsuktan hallice demektir) ya da fakirseniz (ya da sizi içeri alacak bir dişi tanıdığınız yoksa) buradaki yüzbinlerce leş yiyiciden şansınıza artık ne düşerse (bel soğukluğu,syphillis, ebola vs) şeklinde takılabileceğiniz bir mekan. Şöyle diim galaksideki en korkunç, en günah dolu okul olan Yükseliş Kolejinin bir "grubu" var ki siteyi yapan şerefsizleri saçları kanayana kadar dövsem hakim ceza yazmaz.

80630.com kullanıcı profili ise sırf prensipten dolayı sokaklarda acımasızca avlanması gereken bir alay dolusu korkunç insandan oluşmaktadır. Bir kere gidip forumlardaki "tartışmalara" şahit olmanız bile yeterli. O anda evinizde rambo bıçağınızı bilemeye başlayabilirsiniz. Her on profilden sekizinde mutlaka araba markası, çorabı bile eurodan satan euro-thrash marka kıyafet iması ve yürüyen bir fotoğraf makinesi tripodu olduğuna dair iddialar mevcut. Kadınlar ise bence site işletenlar tarafından TCPS (Türk cadde piçi standartları) göz önüne alınarak ağır ve acılı mastürbasyon seansları sırasında yaratılmış hayali insanlar.

Neyse sonuç olarak kabul ediyorum; bana "iş" çıkmıyor diye çamur attığımı kendi kendinize söylerek tatmin olmanız bittiyse bazı insanlar hayatlarının aşklarını bulmuş olabilir ama emin değilim. Cidden o kadar umutsuzmusunuz (yani kısacası siz ben misiniz?)


Politika Delisi: Ahh, sizi gerçekten çok seviyorum sayın cahiller sürüsü. Hiçbir şey hakkında bu kadar uzun yazılar yazabilecek başka kim var ki? Bu adamlar için varsa yoksa güncel sorunlar, dünyanın nereye gittiği ve "birilerinin çok olmaya başladığıdır". Sizi gidi çakal sürüsü, bildiğiniz yanıldığınıza yetmezken zaten manipülasyona hazır binlerce talaş kafalıyı bu şekilde gütmenizi farketmedim mi sanıyorsunuz?

Porno teorileri, anti semitizm, pro semitizm, ırkçılık, karşı ırkçılık ot bok. Benim için hepsi aynı. Hiçbiriniz bana "gerçeği" gösteriyor değilsiniz zira siz hayvan yavruları "ekmeğe agu pipinize boru" derken ben bütün bu saçmalıklara gözü açılmış bir insandım. Apolitik diyin, liberal diyin götçü diyin hiç farketmez. Belirli kıstaslar (ki bunlar gayet sağ kanat militarist demokratı kıstaslarıdır) haricinde galaksi yansın umurumda olmaz. Olanı tutmayayım ama bu konuda bokunda boncuk bulmuş çingene gibi "lan ülke gidiyor elden" şeklinde çığıran da birdir "nıhaha ülkeyi bölücez lan süper" diye godoş da. Kendilerine sadece "beyler sağ el yara olduysa sola alalım" diyebilirim.

FRP Delirtir: Tamam, zamanında Türkiye denen bu "dünya üzerindeki sürgün mekanı" 90'lı yıllarda şimdikinden mislice sıkıcı bir yerdi. Tek televizyon kanalı, ayak bileğinde etekler, sırada namaz kılmayı içeren din dersi sözlüleri vs...anladınız siz beni.

Sonuçta nedir, hasbelkader fotokopi bir Players Handbook, haddinden fazla zaman ve bir kaç eş güdümde hödük ile gayet eğlenceli zamanlar geçirdik. Dik diyorum zira 1993 yılında sabahlara değin ecinnilerle dolu oyunlar oynamak, "büyü cast ediyorum" şeklinde iki dile birden tecavüz eden tümceler kurmak ve öys için matematik çalışmak yerine thaco hesaplamak gayet normal hatta "cool" bile sayılabilecek bir aktiviteydi.

Peki yıl 2006 hala uzun saçla Çatı'da takılmanın, Clericle, Nosferatu ile debelenmenin manası nedir? Lafım ilk defa bu illet ile tanışan veletler ve onların bahtsız kız arkadaşlarına değil (bu arada oyunlara kız arkadaş getirmek adlı nefret destanımı bekleyiniz) hâlâ peride böcekte "cidden" olan adam ve varsa kadınlara. Evet çok iyi "nerd" anılarım var. Bazı anları gayet "yüksek" anarım ama oldukça büyük bir zaman dilimini de daha faydalı işler yaparak geçirebileceğimi kabul ederim. Fakat işte güzeldi, bırak gitsin kardeşim. Hala ısrar etmenin, fanatikliğin ne anlamı var. Yapma lütfen, eğer frp sayesinde "götürülebilseydi" inan bana 13 yıllık "deneyimlerimle" ben konuşuyordum. E peki diyelim ki kadınlarını iki boyutlu seviyorsun, hala ejderli t shirtlerin, büyücülü wallpaperların anlamı nedir? Yeter gayrı, bırak yeni nesil "geek"lere yer aç. Lütfen!

İki yıl önce Metucon'a gittim 5 yıl aradan sonra. Alakasız bir şey içindi. Oturuyordum güzel güzel işte eski günleri yad ediyorum vs. Yanımda bipleyerek karton bir r2-d4 geçti (star warsdaki robotlardan birisi). İçindeki uzun saçlı hippi kılıklı bu şekilde kalabalık içinde gezindi sonra bipleyerek gitti. Biptir git! Daha fenasını söyleyeyim, zamanında cidden bu işlerin suyunu çıkarmaya yemin ettiğim ve şimdi görsem kendimi döveceğim bir dönemde editörü olduğum siteye şöyle bir mail gelmiş:

"abi biz 500 kişilik bir frp topluluğuyuz, türk insanına frp'yi öğretmek için taksimde üstümüzde şövalye zırhları ve kılıçlarla gösteri yapacağız bize yardımcı olurmusun?". Herşeyden önce 500 kişilik frp grubunu üstlerinde zırhlarla ve kılıçlarla taksim meydanında düşünmenin yarattığı ani beyin kanamasını geçince bu geri zekalıların kendilerine yardım edeceğime (daha doğrusu onları bir çifteli ile vurup acılarına son vermek harici yardım edebileceğime) inanmış olmaları bazı sınırları geçtiğimin işaretiydi. Mail'i keşke saklasaydım, ama gerçektir inanmayan da kendi bilir. Ben dışarıda böyle 500 herifin gezindiğini bildiğimden yastığımın altında dolu bir magnum ile uyuyorum açıkcası.

Aman tanrım resmen kustuğum kin boğazımı yakıyor! Şimdilik ziyadesiyle maskülen korkunçluklara el attım, hanımla da üzülmesin onları da kagetorize edeceğim.

ajdar'ın son bombası - çikita muz

yönetmenliğini ümit güneş adlı maymunlukta ajdar anik'ten zerrece eksik olmadığına emin olduğum bir ucube tarafından filme çekilmiş ve sanırım youtube haricinde herhangi bir medyada gösterilmesi hertürlü organca yasaklanması gereken son bombayı tahinpekmez.org farkıyla huzurlarınıza getiriyoruz:
garabetin nakaratı çik çik çik çikta çikta çikta çikta çikita muz olup iki rus hatunun bir tekne üzre muzlarla haşır neşir olmasını anlatan bir yapım..
ve fakat anlayamadığım, hadi bu ibişe klip çekecek derece kafayı taktınız, bari rusa harcadığınız para kadarını üç beş roman müzisyene aktarsanız, o fondaki casiotone altyapısından çok daha şahane bir sounda ulaşacaksınız, ama nerde o kafa, varsa yoksa ibişlik, iblislik peşinde bunlar..
hadi ajdar kafadan sakat, peki bu kameranın arkasındaki(ler) de mi deli? hepiniz mi kafayı yediniz? belimden iki seksen yattığım şu acayip çarşamba günü ve gecesinde yazık değil mi yurduma, halkıma, insanlığa, soruyorum..
o fona koyduğunuz armand van helden - the witch doctor'dan apartma efekt aslında tüm hezeyanımızı açıklıyor..
ne diyeyim, allah müstehakınızı versin, amin..

16 Ağustos 2006

sicak be yahu...

Zamaninda sairler ne dediyse dogru soylemis...
Beni de bu havalar mahvetti, guzel diyemeyecegim kadar sicak malesef...
Yukardakiler hava alsin diye cehennemin kapisini actilar da sonra da acik mi unuttular yahu...
Sicaktan elim kolum beynim uyustu...Tatil de yok ki, bazi dostlarimiz gibi kizgin kumlardan serin sulara atlarken telefon acip nispet yapalim...Ya da serin sulardan cikis resmimizi herkesin gozune gozune girsin diye bloga yukleyelim...
Isyerimde bos bos ekrana bakip hayal ediyorum raki sisesinde balik olmayi...Şöyle buz gibi, az biraz da kafam iyi gezeyim kendi cevremde...
Var midir daha iyi bir onerisi olan denizsiz susuz Ankara'da?

15 Ağustos 2006

Denizin Buz Gibi Sularından Gelen Adam-Reloaded

Her ne kadar malum şahıs kadar iddalı olmasamda benimde kendime göre denizin buz gibi sularından bir çıkış tarzım var, bu resimle o çıkışı yakalarmıyım bilemiyorum ama (aman Allah öyle çıkışı nasib etmesin) denizden çıktıktan sonra denge harbiden zor sağlanıyormuş, bir düşer gibi oldum bende. Her neyse yoğun ve sıkıcı bir yaz okulu sürecinden sonra fazlasıyla hak ettiğimi inandığım tatilim 2 gün önce son buldu, eee madem ki bu sitede yaşadığımız güzellikleri paylaşıyoruz bende şöyle bir paylaşayım bari dedim. Hem tatile gidememiş arkadaşlarımızda bu sevince ortak olur belki (nıhahahahaha)... Yer Alanya , plaj Kleopatra Plajı saat 11-12 arası. Bu arada iki üç noktayı belirtmeden geçemiyeceğim gerçekten Alanya o 3 sene önceki gittiğim Alanya değildi. Turist yok denecek kadar azdı, olanında tatilini zehir etmekte Türk milleti olarak acayip iddialayız doğrusu. Taciz, tahrik vs.

Bu resimde de "batarken güneş ardında tepelerin geldi veda zamanı teletabilerin" duygusunu fazlasıyla yansıttığıma inanıyorum. Gerçekten hayatımın en güzel tatiliydi, darısı başta ofis çalışanları olmak üzere bütün tahinpekmez ahalisinin başına.Amin