29 Eylül 2006

bir adam vaaaaar, canı sıkılıyor halihazırdaaaa

oldu mu başlık? olmadı belki, ama olsa da olmasa da ekolü gereğince açmış bulunduk, dükkan bizim (hepimizin) aklımıza başka bişi gelir, biri dürter "abi öyle değil böyle olsun" der düzeltiriz, ne gam.. ve fakat can sıkılıyor birader.. kimi yezidlerin "al eline oyna", ne bileyim "üzme tatlı canını.." şeklinde komentleri döşenesi tutmuştur daha ilk satırdan, ve fakat işim gücüm de başımdan aşkın, saç kaşınmamaktan kepek bağladı, kaşısan bi dert kaşımasan ayrı anasını satayım..

bağlamışım telegraph road'un en bitmez versiyonlarına peşpeşe, bambaşka kafalara gelmişim mesai saati.. orucu da yedik biliyomusun, halbuse tutmak en iyisi, çünkü ramazan müslümanı mezhebinden olduğumuz için hertürlü sulu ve benzeri aktiviteyi bir aylığına kaldırıyoruz ya, tek şans gene oruca bağlı oluyor.. nasıl mı? gün boyu kahvesiz, sigarasız, çaysız, artı bol işli ve stresli geçsin, o ilk zeytini / hurmayı müteakip yak sigarayı bi asıl ilk fırtı, ikinci fırtı hissedersen insan değilsin zaten.. şahane kafası var hocam, ve günah / haram kapsamında da değil, sadece mekruh olarak ilan edilmiş, işimize de gelmekte..

ikinci araba müessesesini anlatasım geldi.. bilenler bilir, bir şaheser beyaz şahin sahibiyiz yadigar cinsinden, dedim şöyle haftasonunda tatilde kullanmalık ikinci bir vasıta yapalım.. lakin az yesin, roadster yani üstü açık ve iki kişilik olsun istedim, fiyatlara bir baktım ohoooo ben bi bu ömür çalışıcam, ölücem tekrar doğup bi ömür daha çalışıcam da o para hiç yemeden içmeden bile birikmez arkadaş! 400.000 oyro diyorlar almanı için, 750.000 leeuro italyanı için, amerikanları hiç sorma, telaffuz dahi edemiyorum..

tam "biz kimizki anasını satayım" diyerek boynumu kırmış araba pazarından fakirhaneye dönüyordum ki, birden bire dolmabahçe küçükçiftlik tarafında bir mezatta hayallerimi süsleyen pazar arabasıyla gözgöze geldim.. 150 ytl peşin, 500 500 500 üç senet imzaladım, alım satım gibi dertlerim de olmadı, hemen bindim keyfini sürmeye başladım.. hibrid motor, yani elektrikle işliyo, safkan cabrio, üstü hiç kapanmıyo, ve haliyle -anca- iki kişilik.. hatta manitanın böyle one handed civarı olması lazım ki huzur içinde gezinelim, irisi sığmaz, o radde spor bişi.. lakin, hibrid motorunun hakikaten baya bi hibrid olması nedeniyle, gezinti mesafesi baya sınırlı, şimdiden "aa freko spor araba yapmış" diyecek manitaları uyarayım dördüncü hakem misali.. meraklısına bir de resmini koyayım, rengi biraz 80 - 82 modası, ama okadar kusur kadı kızında da bulunur:

hep dedim, gene diyorum, bu geyik işinde güzel para var, ama biz bi türlü nakde çeviremiyoruz, vesselam..

little wing..


eylül ayı kokan jimi hendrix harikası.. ıslatan ama üşütmeyen güz yağmurları gibi, tatlı tatlı esen rüzgar gibi, kalpten kopup süzülen yaprak gibi, güldür güldür akan ama seline alıp da götürmeyen, en yüce duygu ile en hayvan rızanın el ele gezdiği, sarı mavi renkli fulyaların arasında gezen bir küçük çocuk haleti ruhiyesinde bir eser..

her seferinde ben oluyorum nimbüs, jimi baba zaten kümülüs, sanki kul nesimi sesleniyor doksan kilohertzlerden de direk üzengi duyuyor, çekiç duyuyor, "kah çıkarım gökyüzüne, seyrederim alemi / kah inerim yeryüzüne, seyreder alem beni.."

tek bir eser içinde insanı hayatıyla yüzleştiren notaları peşpeşe dizebilmek için hendrix olmak, gilmour olmak gerek herhal.. hadi bir tane yaptınız da yüzleştik, ya diğerleri, nice eserleri var abilerin, günah çıkarma odası misali, çile kuyusu modeli, dinleyen bir dinlemeyen bin pişman! bilmeyeni var mı, pek sanmıyorum, ama gene de hatırlatalım, bilmemek değil, öğrenmemek ayıp..

freko, içli geyik..

27 Eylül 2006

Saadet Yurdu Blues Band Proudly Presents - Başa Geldi Olmaz İşler (anglosakson bozlağı)

üç beş gündür puluzman kodaman efendi bey biraderimizin gerek msn olsun gerek duman işareti olsun "sana bi sürpürüzüm var freko efendi" dediği bir haftanın ortasına geldiğimiz şu çarşamba gecesinde, bomba en nihayetinde patladı sevgili tahinpekmez halkının insanları..

bu dev yarasa adam, yanında tavası makbul papalina kardeşimizle birlikte, kapmışlar gitarları, vermişler efektleri, daha dün gece ricasını ettiğim bir güzide eser üzerine kendi çeşitlemelerini yapmışlar; lakin çeşit derken öyle kuruyemişçi hesabı değil, migros diyorum, salı pazarı diyorum, tam da anlatamıyorum..

tam anlamını çözmenin yolu rapidshare kardeşten geçiyor, tıklayınız hele (tüm hakları sitemize aittir, yanlış olmasın) :

http://rapidshare.de/files/34675026/surpuruz.rar.html

üç beş kilobayt downloada faydası olsun, limitlisi var dialupu var diye düşündük de rar ettik, rar nedir diye soran olursa, eski bir tanıdık dersin sevgilim:)

kıllandığım tek nokta, bu ikilinin şu ahir ömürlerinde bizatihi ahretlik manitalarına böylesi çalışmalar yapmadıklarıdır.. halloween değil seyran değil, nedir bu kabak sevdası anlamadım gitti.. anladığım tek şey, bir daha asla saadet yurdu'na ayak basmayacağımdır, vesselam:)

frekman rivoluşıns, kimi bünyelerde reloaded deyu yer etmiş kimse..

YERLEŞKE

Birkaç ay önce arabayı yolda sürerken, bir tabela görüp az kalsın kaza yapıyordum. Tabela'daki "kampüsü" kelimesi silinip yerine "yerleşkesi" eklenmişti. Eve girdiğimde eski alışkanlıktan "ekşi sözlük"e bakıp gerçekten de bu kelimenin tdK tarafından kabul edildiğini ve artık kampüs yerine yerleşke denileceğini öğrendim. Bilmemek ayıp değil nasıl olsa.

Velhasıl çok da konuya takılmayıp hayatıma devam ettim. Arada sırada gazetede filan denk gelip afallasam da önemsemedim.

İçten içe bir yerde bir terslik olduğunu düşünüyordum ama İstanbul Üniversitesi'nde yeni türkçe takıntılı hocalara denk gelip derslerinden zorlandığım için bozukluğun benden kaynaklandığına karar vermiştim.

Ta ki tamlamanın tamamında bir bozukluk olduğunu görene kadar. Bir örnekle bunu pekiştirelim: "Marmara Üniversitesi Göztepe Yerleşkesi" (bir yandan da ne zaman bu kelimeye denk gelsem İbo "ah keşkem ah keşkem" diyor içimde). Neyse konuyu dağıtmadan bu tamlamadaki Türkçeye çay demlemek istiyorum. Madem yerleşke peki neden üniversite? (Marmara'nın da türkçeliği konusunda hiç yorum yapmıyorum çünkü konumuz o değil, yoksa bende ne örnekler var daha) Üniversite kelimesi yerine türkçe bir şey uydurmadan yerleşke kelimesini neden oraya koyuyoruz? Hadi tabelaya koyduk, neden kullanmak için kasıyoruz?

Neticede bir kez daha gördük ki her işi yarım yapıyoruz.

Bir de bilim dili yaratmaya çalışmıyorlar mı deliriyorum. Bunu yapan kurullarda iki tane bilim adamı oluyor gerisi dilbilimci. Sonra dispersiyon yerine serpinme kullanmazsan dersi geçemiyorsun. Diyelim ki dersi geçtin ve akademik kariyerine (oh akademik kariyer de süper türkçe) KPDS'den aldığın puana göre devam edebiliyor ya da edemiyorsun. Aynı amerikayı protesto etmek için mail yoluyla spam yapanlar gibi. Bence temelsiz ve riya dolu.

Bu ne perhiz....

Edit (hızımı alamadım): bir de aynı kurum (tdK) show kelimesini şov olarak sözlüğe ekliyor ya... daha bir şey demiyorum.

The four season yandan yemiş edition

Üniversite yıllarımın birinde kafayı taktığım klasik müzik harikasıdır Vivaldi'nin "Dört Mevsim"'i...süperdir, harikadır..(gerçi sonradan keskin bir dönüş yapıp Müslüm Baba'ya mürit olmuştuk o ayrı konu)..Böyle her mevsimi ayrı bir anlatımı vardır felan..Hem güzelliğinden hem de dinlediğim dönemi çağrıştırmasından ötürü duyduğumda içime bir hoşluk veren ve çevredekilere de o dakika "ehem, vivaldi, dört mevsim" diye hava atmamı sağlayan eserdir. Zaten klasik müzik eserleri arasında duyar duymaz adını tam söyleyebildiğim iki üç tane eser var..neyse..Hatta atılacak havanın basıncını arttırmak istersem "dört mevsim" yerine "four seasons" da diyebiliyorum. Geçen akşam bir spor programında ismi lazım değil bir vatandaşın "burada sorun menecmınt....yani yönetim" demesi gibi birşey..

İşyerimin konumu dolayısıyla bütün günümün geçtiği İstiklâl Caddesi'nde gezerken (yazar burada yine inceden hava atmaktadır, İstiklâl'de ofisim var, bayanlara selam ederim modu), kulağıma tanıdık bir melodi takıldı..Odun değilsiniz anladınız tabi, dört mevsim..birkaç nağme tanıdık geldi vefekat bir gariplik vardı..Karakedi Müzikevi'nden yayılan bu nağmeler biraz tuhaf..Zaten o minicik kasetçi dükkanı ile hep böyle ilginç müzik anılarım olmuştur. Neyse..Buradaki nağmeler tuhaf dedim ya, bildiğimiz dört mevsim gibi değil de sanki onun yandan yemişi gibi..Kemanların arasında darbukalar, neyler, kanunlar..Sanki bir tarafta Berlin filarmoni konser verirken bizim sulukule'nin şoparları karşılarına geçmiş t..şak geçiyor..Lan yolun ortasında bir gülme tuttu ki sormayın..

Akşam msn'de dede'ye sordum, kimdir nedir diye, köprü möprü birşeyler söyledi ama o da tam bilmiyormuş..unuttum gitti öyle

Dün akşam iftar sonrası yine çıktım belediyemizin bir yıldır hala kaplayamadığı caddemize (sosyal mesaj da verdim). Baktım yine aynı müzik..Yanaştım tezgaha bu sefer..elime aldım..elime aldım derken pis pis sırıtmayın, ibişliğin lüzumu yok, cd'yi aldık elimize..Gürol Ağırbaş isimli bir vatandaş yapmış..Köprüler- İki Dünya isimli bir albüm. Lan dedim korsan korsan nereye kadar..ara sıra bu insanlara para da kazandırmak lazım. özellikle de böyle değişik işler yapanlara..Paraya kıyıp aldım, eve geldim

Kadro güzel. Halil Karaduman kanun öttürmüş, Erkan Oğur vs. üstatları oldukları aletlerde icra-i sanat eylemişler..Fakaaaat..Bu albümün genelinde , batıyla dalga geçen sulukule havası var..Tam özeti bu..adamlar ne amaçla yapmışlar bilmiyorum çünkü pintilip edip albüm kapağına adam gibi iki satır yazı koymamışlar..Şarkıların ismi, çalan insanlar, yapımcı , grafik tasarımcı (ki kapak tasarımı berbat olmuş bence) o kadar..Yav kardeşim şuna iki satır birşey yazsana..Anlatsana, etsene vs..neyse..Ama inanın tek eksiği budur bu albümün.

İnsanı ister istemez gülme tutuyor kardeşim..Dört mevsim'in bahar kısmını okumuşlar, arada bir de gazel atmışlar, inanılır gibi değil..Carmina Burana 'da arap tarzı bir ritm koymuşlar ki çölde deve koşturasınız geliyor..Bolero başka bir alem..O bildiğiniz ağır abi klasik eserlerle kalkıp göbek atasınız geliyor..

Sadece hareketli değil bir iki tane de özgün çalışma yapmışlar, onlar da ayrı nefis..

Ben olsam hiç durmam, bu albümden bir esere klip çekerim..ciddi ciddi çalışan bir orkestrayla dalga geçen sulukule tayfası temalı olur hem de..

Yani işin özeti, paraya kıydım, çok güzel, eğlenceli, değişik, kaliteli adamların cinfikir bir çalışmasını aldım..Tavsiye ederim..öperim.

26 Eylül 2006

My Investigation...

Takriben 10 yıl kadar önce tanıştığım, yaklaşık 25 yıllık bir şarkıdır Private Investigations… İlk dinlediğimde barda çalan Uğur Ersoy amca şarkının hakkını vermeseydi, biraz geç vurulabilirdim belki o kadar…

Minör dediğimiz batı müziği makamı, çağrışım testlerinde “hüzün” kelimesiyle anlatılır genelde. Eğer biri bir gün çıkıp da “minör makamının bayraktarlığını hangi şarkı yapabilir?” derse Private Investigations “açılın ben hüzünüm” diye kalabalığı yaracak ve en az kendisi kadar kuvvetli hüzün taşıyan minör kardeşleri de ona yaş haddinden yer açacaktır.

Mark Knopfler’ın klasik gitar kullanarak ağzımıza duble sıçması gerçeğini de unutmamak gerekir. Zira bazı zamanlarda çelik telli gitarlar gerçekten de kifayetsiz kalabilir. Klasik gitarın o meşhur “tatlı-acı” tınısı, sözler sizin kafanızın içini sarmadan önce gerekli zemini hazırlar. Sonrasında şarkının muhtelif bölümlerinde bizi ziyaret edip deşecek olan gitar yerini Mark babanın “başlarım hayatının çanağından” diyen bekrivari sesine bırakır bir süre.

Şarkının en önemli özelliklerinden biri de, ağır ağır, damla damla ilerlemesidir. Nihayete ulaşıp patladığı ana kadar yavaş yavaş yedirir kendini. Bunda sözlerin altındaki ağırlığın da payı büyüktür. Özetle, kafasını gömdüğü şeylerin içinden çıkan yalanları görmenin acısıdır bu şarkının anlattığı. Sözler dışarıdan şekil itibarıyla kuru kuruya algılanırsa ortaya çıkan “özel dedektif” durumuna aldanmamak gerekir bence.

Bu şarkının bu güne kadarki en ağır tahrip etkisi yaratan versiyonu da bence On the Night konser albümündeki halidir. Grup sanki her zamankinden başka bir enerjiyle çalmıştır bu konserde. Girişteki soprano saksofonun zımbalayıcı etkisiyle klasik gitarın sahneye çıkışı arasındaki saniyelerde kendinizi nasıl hissettiğinize dışarıdan şöyle bir bakmanızı tavsiye ederim. Ve şarkının geriliminin arttığı son bölümde Phil Palmer’ın öttürdüğü gitara da dikkat çeker, bitirişte yine son sözü söyleyen klasik gitara ve ona hayat veren parmaklara selam ederim.

Hayata ait bulgularımızın ağzımıza sıçtığı her an için bir kadeh kaldıralım ve bu şarkı mümkünse o esnada çalıyor olsun…

22 Eylül 2006

romeo & juliet

gelmiş geçmiş en naif dire straits şarkısı.. her dinlendiğinde tatlı tatlı sızlayan yerleri küçük kokteyl mızraklarıyla ittiren, hafiften kanatan eser.. sakin sakin başlar ve bir anda hafif bir atakla kendinden geçer davulcu, solist bu gaza gelmez, sakin sakin devam eder.. sanki "evet aşığım ama karizmayı çizdirmem, kuulluğun doruğunda bir kimseyim" dercesine, on parmak gitarını çalsa bile ağırdan satar..

bununla kalsa iyi, şarkı biter şafıl şak diye peşine cengiz kurdoğlu'ndan liselim koyar tam olur, "birlikte yazmıştık kaderimizi, ilk aşkım, sevgilim, liselim benim" der abi, artık o mu der, yoksa sen kendin şafıl olmuşsundur da ses kolonlardan geliyor diye kendini mi kandırmaktasındır, işte orası muammadır..

sen bu cümleyi kurasıya şarkı değişir, rahmetli falco babamız jeanny okumaya başlar hüzzam makamından, "cina kom, kamon, şteauf bitte" der, gelir yanına oturur cina abla da almancayı hala niye öğrenmedim diye dövünürsün.. e öyle ya, falco var, ramştayn var, yıllardır işkembeden ata ata eşlik etmeye kastığın, oda, odayanzzz!

peşine bir anda başka bir rahmetli, freddie mercury pirimiz takılıverir, öğreti şarkısı you don't fool me ile zihnimizi açar, hadi canım dedirtir kralına, geç bunları, anam babam modelinin anglosaksonu gibidir, uyandırır adamı..

kısacık anathemadan cover model goodbye cruel world geliverir peşi sıra, pek de güzeldir, ne de güzel olur gün gelip müslüm baba da söylese şunu, o güzel ağzını milim açmadan "gudbaaaaay kruıl wörld, am livin yu tudey, gudbaaay, gudbaaay, gudbay" deyiverse, hatta rabbim ona verdiğinden az verdiyse nefesi, naaşımız defnedilirken gelse, hocam talkını vermezden önce bi tur geçse, of bee..

ve tabi o naaşın ol camiden defin mekanına giderken ne çalacağını düşünürken gene şafıl imdada yetişir, eric adams abimiz bağırıverir "from a battle i've come, to a battle i ride, placing up to the sky, chains of faith hold the fire we stride, i'll see you again when i die!" şeklinde the crown and the ring'in ilk kıtasını.. o değil de, herkese tavsiye ediyorum, philips 430 2 + 1 kolon olayını, müziğin içine giriyor insan, bu satırlardan kütürkütür kardeşime teşekkürü bir borç biliyor, kel aklına uymamamı sağladığı için şükrediyorum..

tam kendimize geldik sanıyoruz, keti garbi giriyor ceza sahasına, güzel bir vücut çalımıyla asıveriyor ağlarımıza en orijinal versiyon esena mono'yu, durum kaç sıfır oldu unuttum artık.. bu vesileyle de bu canım şarkının disko versiyonunu yaparak bokunu çıkaran zihniyete tekrar saydırıyorum..

ramazana az kaldı ya, rahmetliler birer birer fatiha mı istiyor nedir, bu sefer de cem karaca atlıyor üst satıra, "gecenin nemi mi düşmüş gözlerine, ne olur ıslak ıslak bakmaaa öyle, saçını dök sineme derdini söylee, yeter ki ıslak ıslak bakma öyle" diyor benim ağzımdan kimbilir nerelere.. hayır, istediği fatiha olsun, "sürerim buluttan tarlalaaarııııı, yağmurlar ekeriiim göğün göğsüne, güneşte demleriiim senin çayınıııı, yüreğimden süzeeeer öyle veririim" diye üzerime gelmenin bir alemi yok, lakin sağda dekor çay, solda kasa arkası aslan sütü, yarın arife, ramazan müslümanları son galopları yapıyor babacım, az kaldı, bir ay okuycaz zaten..

imdada jane birkin yetişiyor, amour des feintes vasıtasıyla gene loblardan babaya gönderme yapmamıza vesile oluyor, malum, baba belki daha cruel world söylemedi ama bunu cover eyledi, artakalan dedi, aklımızı aldı, cebimize koydu, bel nahiyesinden artık hem düşünür hem işer olduk sayesinde..

der demez, baba "çok andın beni gözüm, işte yettim" dercesine, "eğer seni kırdıysam darıl bana, ama birgün beni ararsan bak ruhuma, birden gecem tutarsa güneşi çevir bana, sevgilim bağışla biraz zor olsa da" diyiveriyor pek bir cover ağızlarla.. sanırsın rainbow bu şarkıyı hiç yapmamış, ya da yapmış da baba söylesin istemiş, bilememiş..

babalar resmi geçidi olur da şafıl öz babasını atlar mı hiç? aha nick mason pirimiz çana vurmaya başladı bile çekiciyle, rick wright gözüne gözüne klavyenin, ve destenin kupa papazı öz babam olsa bukadar severdim diyebileceğim adam söylemeye başlayıverdi.. çayır çimen dolaşıyor klavyenin üstünde, börtü böcek geliyor ellerimin üstüne, ama ateş böceği bunlar, uç uç böceği, terliksiz pabuçsuz kalmışlar da sanki duamızı almaya gelmişler, uçu uçuveriyolar birden, gene monitör, ben, ağızda sigara, tek gözde dumandan mütevellit, çift gözde neden aktığı belirsiz yaşlar, derin duman kürü ile yaşlanan cilt, oluşan porlar, ölen ciğerler, yanan gri hücreler.. vuruyor baba koca demirlere orada, gözümün önünden gitmiyor pulse, "lan iyi ki orada olmamışım, hakikaten ölmüştüm ya da zebil olmuştum gavur illerinde" diyorum belki yirmibininci defa ve kendimi çılgıncasına kandırarak, keşke orada olaydım da "thank you very much indeed" dediğinde en son, ben de son oksijeni karbonmonoksit olarak iade etme işlemini gerçekleştireydim.. "allah muhafaza" diyen sevgili dostum, düşün ki ne kattım dünyaya, ve dünya ne kaybederdi bir frekosuz, hiç, ikisinin de cevabı aynı.. babanın şu slayd gitarında kopan bir tek teli kadar faydam varmıdır insanlığa, sanmıyorum, haybeden yer kaplama, oksijen tüketme, yeme / içme / sıçma çemberinde -çember evet- geçen bir hayat.. biri beni kurtarsın artık high hopes bulutundan, yetiş ya şafıl, medet ya rab!

duamız kabul oluyor, fakat şafıl sanırsın gene kıl kapmış bir yerden şahsıma, hep böbreğe vuruyor; çekiyor pek sayın sting abimizden la belle dame sans regrets jokerini, kaş yapayım derken göz çıkarıyor.. "j'ecoute, tu parles, je ne comprends pas bien, la belle dame sans regrets", eyvallah.. fransızca bilmezliğimizi kafamıza vuruyor allahın anglosaksonu, sanki kendi şahane söylüyor, ama çok güzel çalıyor be abimiz, ne diyeyim, helal, sen de vur abi, ne kötülüğümüzü gördün şu yalnız cuma gecesinde..

aha nası yani, ilk defa hareketli bişi denk geldi derken, tabi bu deme takribi sıfır nokta iki salise sürüyor, çünkü içerden bir lob, "hop birader bu ebtg işi missing" diyor, olanca cuptıs todd terry miksine rağmen abla diyiveriyor ordan "and i miss you, like the deserts miss the rain" şeklinde, yarabbi şükür.. allahtan radio edit, çabuk biter sabrıyla beklerken,

al burdan yak, dave gahan abim harita metod kollarını göstere göstere "condemnation, trieeeed" diye bağırıveriyor östakinin ta içine, ve evet bir kez daha, bu kolonlar şahane ses veriyor, verdiğim parayı bir daha helal ediyorum allahın hollandalı dallamalarına, dallama mallama ama çalışıyor adamlar, bir hollandalı ekonomik olarak oniki türke bedel oluyor, hani bayrak, hani millet, hani osmanlıya ağlaşan gariban balıkçılar gibi düşüncelere garkoluyorum; gene de demin gelen high hopes bulutu yanında bunlar bünyede televole kalıyor çok şükür..

o ne? birden bire ibrahim abimiz "ben de bir insan oğluyum, bırak beni konuşayım, bir başım bir beynim vardır, bırak beni konuşayım, gine sana danışayım eyyy" diyor uzun hava modundan, cıngır cıngır elektro saz piç ediyor o astral girişi, ibo da üstüne "yaheliyahelihabibihabibi" şeklinde tüy dikiyor, olsun.. "senin dilin benim dilim, yakışmaz insana zulüm, insanım hayvan değilim, bırak beni konuşayım, gine sana danışayım eyyyy".. biri ibo abimize gine'nin bir ülke olduğunu, bizim o cümlede "yine" kullandığımızı anlatsa, sevaba girse, nerdee..

hah, rahmet istemeyen kim kalmıştı diyodum tam, şafıl yazdı köşeye, barış manço.. "sen gelince bahar gelir gülpembe, dereler seni çağlar, sevinirdik gülpembeee".. üzün lan beni, üzün, 35 senede bitmemişim bir gecede feriştahınız bitiremez ulan! "bizim iller sessiz, bizim iller sensiz, olamadık gülpembe.." nenesine yazmış adam bunu, biz nenemize değil böyle bişi, şanına yakışır bir kabristan bile yaptıramadık da, dedenin koynuna gömdük, hala adam sıfatıyla geziyoruz, anca böyle post köşelerinde kendimizle hesaplaşıp vicdan rahatlatıyoruz.. "güz yağmurlarıyla, bir gün göçtün gittin, inanamadık gülpembe.." lan aylardan eylül, güz yağmuru güldür güldür, istermisin kavuşalım akşama sabaha, şahane olur be..

"yeter ulan bu son!" teslimiyetiyle bakıyorum şafıl satırına, ha geldi, ha geliyor derken, "al lan sana son, hayvan herif" dercesine gerçeği koyuyor karşımıza, ve tüm bu satırların belki ilk baştaki sebebi dökülüveriyor aha üçüncü defa selam ettiğim philips kolonlarımdan, "gel aman aman yanıma kıyma bu yazık canıma, bir kara kaşın bir kara gözün değer dünya malına.."

ne diyor bâki,

avazeyi şu aleme dâvut gibi sal,
bâki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş..

selametle,

freko, teker teker gelseler hepsini yiyecek insan..

19 Eylül 2006

atm açılışı - bu da oldu..


şu çılgın türkler'in anayurdu, biricik memleketimde gün geçmiyor ki bir başka aktiviteyle şenlenmeyelim, coşmayalım..
öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, sanırsın klimanjaro dağının zirvelerinde kabileyiz de, bazı şeyleri yeni yeni yaşıyor görüyoruz..
resimde gördüğünüz hadise ziraat bankası atmsinin açılış merasimidir.. evet yanlış okumadınız, bunca çelenk bayrak bilmemne atm açılışı için, kurdelasına kadar hazır ve de nazır..
tarih 5 eylül 2006, sarıköy'ün düşman işgalinden kurtuluşuna denk getirilen açılış dolayısıyla mehter takımının bile hazır bulunduğu açılışı bizzat belediye başkanı tarafından yapılmış..
konunun biz tahinpekmez insanlarını esas ilgilendiren noktası, bu sarıköy adlı kasabamızın balıkesir'e bağlı olmasıdır.. bilin bakalım bu balıkesir denen komikçi ilimize bir de hangi şirin beldemiz bağlı, hani akademisyen iblisleriyle meşhur olanı?
cevapları yazılı olarak komente bekler gözlerinizden öperim..
freko, araştırmacı geyikçi:)

The Tekkins Family

Melike hanımın doğum günü vesilesiyle sizlere Tekkin ailesini tanıtmak isterim sevgili TP sakinleri...

İstanbul’un saygın ailelerinden biri olan Tekkinler, esasen Kayseri kökenlidir. Freko’nun büyük büyük dedesi Kasım efendi Osmanlı döneminde kapattığı arazileri, belediyedeki tanıdıkları vasıtasıyla fahiş fiyatlarla devlete okutmuş, eline geçen hatırı sayılır sermayeyle Bakırköy’e göçüp hanlar hamamlar satın almıştır. Fekat Kasım efedinin evlatları o kadar uyanık çıkmamış, geçen yıllar eldekini avuçtakini savurup süpürmüştür.

Freko’nun çocukluğu, dedelerinden kalan eski köşkte refah içinde geçmiştir. Bu köşkün bahçesinde kah elmaya armuda dalan, kah kediye köpeğe teneke bağlayan Frekocan, kardeşi Melike’yle birlikte şımarıklığın dibine vurmuştur.

Babaları Malik bey, valideleri Müjgan hanım, amcaları Festan bey, neneleri Meftune hanım ve sadık uşakları Babür efendi ile mutlu mesud yaşayan Tekkin kardeşler, en iyi ecnebi mekteplerinde eğitim görmüş, binicilik kulüplerinde dersler almış, alafranga dansta tüm yaşıtlarını yayan bırakmışlardır.

Lakin “hazıra dağ dayanmaz” deyişi bir kez daha gerçekliğini kanıtlamış, çocuklarının büluğ çağlarında Tekkin ailesi mali krizle tanışmıştır.

Bundan sonra yaşananların ayrıntısına inip sıkıntı vermek istemem. Bildiğim kadarıyla, Festan bey biraderine okkalı bir kazık atar, atadan kalan köşkün ve çikolata fabrikasının (hatta markasının ismi de Zambo’dur, araştırın, doğru söylediğimi göreceksiniz) üzerine oturarak Tekkin ailesini evsiz ve gelirsiz bırakır... Bu elem verici olaydan sonra Tekkin ailesi, diğer orta gelirli Türk aileleri gibi yaşamaya devam etse de, ‘geçmişe özlem’ aile fertlerinin her birinde derinden hissedilmektedir. İçki ya da nargile meclislerinde Freko çocukluğundan bahsederken gözlerinde buğulu bir hüzün, dudaklarının kenarında da ince bir tebessüm sezilir...

- Birinci bölümün sonu -

(Not: İkinci bölümde sizlere Tekkin kardeşlerin kısıtlı imkanlarla yaptıkları züppeliklerden, tertipledikleri parti ortamlarından bahsedeceğim. Esen kalın.)

Tahinpekmez profilleri 5 -Melyche (never ending story)


gecikmiş bir profille tekrar karşınızdayız sayın tahinpekmezciler.. bu seferki profilimizin konusu pek sayın kardeş insanı melyche..
bundan tam 31 yıl önce evimizin kapısına çingeneler tarafından bırakılmış bir insan evladıdır melyche kişisi.. bunu kendisine hiç hissettirmedik, en iyi okullarda okuttuk, kulüp kulüp gezdirdik, ne bodrumdan ne uludağdan ayrı komadık, telli duvaklı everdik gitti nihayetinde.. ha tam bir gidiş olmadı tabi bu, kocca bir oda hala hanımefendi uzun bir yaz tatilindeymişcesine geleceği günü bekler bir edayla evde yer işgal ediyor.. sülalede ondan başka allah kulunun anlamayacağı italyanca organik kimya kitapları, white lion kasetleri falan, bildiğin böyle kız odası; çoğu kıyafeti bile hafif modası geçmelerine rağmen her an hizmete hazır..
bu satırların yazarı bok atma üstadı insan, cingene ödünç verilen yılların hasretini bu izdivaç sonrası gidereceğini zannetmiş idi, hesapta o odayı böyle bilgisayar / tv / atraksiyon odası edecekti, halihazırda babayı almaya devam etmekte, bekar ve hiç çocuk babasıdır..
bu satırlar vasıtasıyla melyche hanımın doomgününü (onun için doğum olabilir, bana doom'dur) kutlar, gözlerinden öper, saygılarımı fışkırtırım..
ne mutlu abiyim diyene!
freko, "abi" kişi..

16 Eylül 2006

Beyza'nın Kadınları ve Diğerleri

Uyarı: Aşağıda okuyacağınız tamamen subjektif bir yazıdır. Objektif bir yazı okumak istiyorsanız kendinizi bununla yormayın.

Sinema okyanusundan daha bir bardak kadar su içmiş bir insan olarak filmler ile ilgili görüşlerim bazı yakın çevre için değerlidir. Hatta bir dönem bazı web siteleri için film eleştirmenliği yapmıştım ama ne haddime. Ben sadece bugüne kadar seyrettiğim filmler ve öğrenebildiğim teknikler kadar eleştirebilirim. Zira bir izleyici olarak ortalama sinema seyricisinin üstünde bir yorum yapıyor olmam beni yeterli kılmaz.

Son yıllarda, Türk sineması 80’ler çöküşü ve 90’lar durgunluğundan sonra küllerinden canlanmaya başladı. Mustafa Altıoklar, Sinan Çetin, Ümit Ünal, Serdar Akar, Taylan Bros, Ferzan Özpetek (ki Özpetek daha ziyade bir İtalyan Sinemacısı olarak anılsa daha iyi olur ve yine bu sebepten Fatih Akın’dan hiç söz etmeyeceğim) ve daha bir çok yönetmen sinemaya ileri teknikler, daha iyi ışık, yeni yüzler, daha iyi film müziği gibi bir çok katkı sağladılar. Ve her eline kamera alan ya da yönetmen koltuğuna her oturan kişi biraz daha iyisini yapma çabasına girişti, çünkü artan rekabet ortamı bunu gerektiriyordu.

Ara not: Bu yazıda yönetmenlere yüklenmeyeceğim ama bahsi geçen kişiler çıtanın yükselmesinde epey rol oynadıkları için tüm eleştirim yönetmenler üzerineymiş gibi algılanabilir. Bunun nedeni ise yapımcı kimliğinin hala tam oturmamasındandır. (Erol Avcı’yı tenzih ederim, zira kendisi ümit veren bir yapımcıdır.)

Konudan uzaklaşmadan “Beyza’nın Kadınları”ndan başlayalım. Sinemada gösterime girip girmediğini bilemediğim bu filmi Digiturk vasıtasıyla izleme şansı buldum. Sürekli reklamı yapılan ve fragmanı enteresan olan (hiç bir şey yapamasak bile harika fragman yapıyoruz) filmi izlememem imkansızdı. Digiturk ile salondan film alma işkencesine katlanmamın bir sebebi bunun bir “Mustafa Altıoklar filmi” olduğundandı. Mustafa Altıoklar melankolik bir yönetmendir belki ama işini güzel yapar.

Film başladı ve güzel bir şekilde konuyu anladık ve ikinci dakikada katilin kim olduğunu görüp nasıl yakalanacağını anlamak ve hikayesinin ne olduğunu anlamak için filmi izledik. Hatta yakalanması için son 20 dakikaya katlandık. Peki bu görüntüsü, ışığı, müziği, oyuncuları iyi olan filmi neden sıkıcı bulduk? Kurgudan efendim. Showtime adlı özel bir sinema kanalı var %80 ağırlıkla B kategorisi Amerikan yapımlarını ve TV filmlerini gösterir. Beyza’nın Kadınları bu bahsettiiğim kategorilerden daha yukarıdadır. Hikaye kötü müdür? Değildir. Birkaç yıl önce Ümraniye’deki bacakları kesip çöpe atan seri katilden yola çıkılarak seri katilin iyi eğitimli bir kişi olabileceğini göz önüne alarak yazılmış bir hikayedir. Peki bu ne kadar yeterlidir. Tartışılır. Ağır Roman gibi bir filmi çekmiş yönetmenin hikayeyi filme aktarma yetisi ise tartışılmaz. Peki daha değişik kurgulansaydı sevecek miydik? Aslına bakarsanız onu da bilemiyorum. Buna benzer Robert DeNiro’nun oynadığı Hide and Seek diye bir film var. O filmi de sıkıcı bulduk. O zaman, öncelikle, lütfen yöentmenin milliyetini eleştirilerimizde ön plana koymayalım. Her yerde böyle filmler çekilebilir.

Sonra bazı yerlerde bütçe kısıtlığıyla ilgili bir takım şeyler okuyorum. Burada da hep bir şeyi atlıyoruz. Genel sinema eleştirmenleri sinema konusunda Amerika düşmanıdır. Adamlar ağızlarıyla kuş tutmayı bıraktı neredeyse kanatlanıp uçmaya başladılar dünya eleştirmenlerine ve özellikle bizim sinemaya gitmeye üşenen ve basın bültenlerinden eleştiri yazı yazan eleştirmenlerimize yaranamadılar. O yüzden bırakalım Amerika’yı bakalım Avrupa’ya. Bu film ve diğer çekilen Türk yapımları Avrupa sinemasına daha yakındır. Özellikle son yıllarda çekilen İtalyan filmleri ile epey benzer noktalar taşır ki herkesin bir numaralı ülkesi Fransa iken aslen sinema endüstrisinin merkezi İtalya’dır. Bu filmi o yüzden benzer bütçeli bir Avrupa filmi ile kıyaslayalım. Bunun daha iyi bir film olduğunu iddia ediyorum.

Peki ya diğerleri?

Diğerleri konusunda da üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söyleyebilirim. Gen mesela, gayet güzel bir filmdi. Beğenilmedi. Okul... Bu ne be, dendi. Büyü ise tam bir fiyasko olarak görüldü. (benzer türlerden bahsetmemin sebebi bir kerede tüm Sinemanın gittiği yeri anlatamayacağımdandır).

Peki bunların başlıca ortak çekilmez özelliği neydi? Muhtemelen diyaloglar. Ve kurgu. Peki biz ne zaman en azından bir “Without a Trace” bölümü gibi kurgusu olan ya da harika kurgusu olan Türk filmleri izleyeceğiz derseniz, hala izlemediyseniz o da sizin ayıbınız derim. Koşarak bir film kulübüne gidin ya da bir tv ye istek mektubu yapın ve Adı Vasfiye’yi izleyin. Yok, ille yakın zaman olsun, derseniz, Anlat İstanbul’u izleyin.

Diyelim ki, ille bu filmleri amerikalı “counterpart”ları ile karşılaştıracaksınız ya da onlarınkine benzer olsun isteyeceksiniz. O zaman sinema endüstrisinde bir lobinin bu işleri yönetmesine gönlünüz razı gelmeli.

Neticede yazarlarımız daha çok okuyacak daha çok yazacak ve yazarların yazdıkları güçlendikçe kurgucular da işlerini daha iyi yapacak.

Peki bu da yeterli mi? Yetmez efendim. Yapımcılar gelişmeli ve yapımcı dediğimiz kişiler artmalı. (yapımcı deyince de aklınıza parayı veren kişi tanımı gelmesin. Luc Besson gelsin, Jerry Bruckheimer gelsin, Dino de Laurentiis gelsin.)

Benim ümidim var. Bir gün gelecek ve ben, yeni bir Türk fimi ile 1970’lerden bir Orhan Aksoy filmi arasında tercih yapmam gerektiğinde eskisini daha önce izlediğimi düşünerek yenisini tercih edeceğim.

15 Eylül 2006

müziğin gücü - pek de insani durumlar..

hayatı bir soundtrack tadında yaşayan insanlar bilir, en sessiz kara gecede yada allahın çölünde de olsan, fonda hep bir müzik olur, içten içe, duruma göre çalar bildiklerinden.. veyahut kabiliyetin vardır, duruma göre kendin bestelersin, hatta kaydedersin bilahare, parayı bile bulabilirsin.. neyse bu ekstrem bi durum, buna girmeyelim şimdi..
konumuz, en olmadık anda dinlediği şeylerin insanın ruh halini nasıl etkileyebildiği üzerine.. efendi efendi oturmuş birşeyler kurcalıyorsun, fonda winamp ve ibne şafıl modu, herzamanki görevini yerine getirmekte, kafasına göre çalmakta arşivden.. tam böyle "naapsak naapsak" modundayken, çat, önce seha okuş, bir iki parça sonra da edip akbayram'dan hasretinle yandı gönlüm geliveriyor.. hadi birinci darbeyi atlatmışsın, ama böyle iki şarkı sonra şafıla edip abinin yandırması üzerine, "lan?" oluyo insan, "hayırdır?" diyosun kendi kendine, ex el kızlarından en özleneni gözünün önünde beliriveriyor, sanırsın desktop r2d2, monitör önünde hologram prenses gibi, "hep senin suçun" demeye başlıyor, "bırakıp gitmeseydin keşke" diye ağlıyor falan, elin telefona gidiyor, geri geliyor, bi daha gidiyor, telefon elde göz monitörde öyle kalakalıyorsun bir süre.. "nerede hata yaptım, neden böyle oldu" derken sen, abi arkadan "başa geldi olmaz işler / binbir dertle doldu gönlüm" diye ittiriyor, östaki üzerinden ciğere dalağa veriyor coşkuyu.. hoş, sonundaki o flamenko outro ile skip atıyor bütün duyguyu, ama olsun, gene almışın gazı..
sanki görünmez bir el parmağınla yes tuşu arasına girmiş, arayamıyorsun.. içinden bir ses "bi dur" diyor, "az bekle".. hayırlısı diyerek el alışkanlığıyla flamenko outroyu kışalamak için next tuşuna basıyorsun, o da ne? laid back'den white horse olanca gümbürtüsüyle odaya doluyor, hologram düşüyor kel görünüyor, telefon gerisin geri masanın üzerindeki yerine dönüyor! "hata mata yok, ben haklıyım" egosuyla bir sigara yakıyorsun, keyifli nefesler ciğere tamiri imkansız çivileri büyük bir zevkle çakıyor, ne gam.. wayt hors, dont rayd dı wayt hors, evet, kesinlikle!
işte böyle, iki şarkıda bu hale gelebiliyor insan, herhangi bir cuma akşamında.. şafıl tadında bir hayat, bir acıyor bir acıtıyor, akıyor son şarkının çalınacağı güne doğru..

atlantis music festival - rearrange and organise!

karayolları çalışanlarının iş yavaşlatarak memleketi felç ettiği, fenerimin ve beşiktaşın kupa maçlarıyla iyice coşan bir günde talihsizliğe uğramış bir festival ve onun sahte yüzlerini aktarayım isterim önümüzdeki satırlarda..
afişine bakınca alttaki bissürü sponsoru görüp "oha lan bu sold out olur da davetlilerle falan mahşeri bir gün yaşarız" diye düşünmüştüm, lakin gittik gördük ki durum hiç de öyle değilmiş..
biz gittiğimizde, biz derken blackened adlı gerçek müzik / metal / blues / rock vs. sever güzide kardeşimden bahsediyorum yanlış olmasın, yoksa "aaaa nekrofajist mii, muhakkak ordayım ooolum" deyip, akşamına "hacım beni klima çarptı, alttan soğuk yedim sıcak yuvama dönüyorum" diyen pozırları kastetmedim, neyse..
girdik ortama, bekliyorum ki gotikleri yara yara içeri girelim, ulan gayet sakin ortam, çok enteresan.. montu bırakayım dedim, dikkat ettim 43 numerolu vestiyer zımbırtısı payıma düştü.. herhalde dedim aşağıdaki vestiyere bıraktı millet üstü başı, bir indik aşağıdaki vestiyer kapalı! allah allah -hayret mode: on- nidalarıyla biramızı aldık, o an içerden gelen müzik sesi aniden kesildi ve "yuuh" sesleri başladı.. sabhankra'ya yetişememiş idik, ki pek sevdiğimiz bir güzide insan bu grupta halay başıdır, mendildir, yau dedim beğenmediler mi ki.. sonradan öğrendiğimize göre, kapı geç açılmış, sabhankra da mecburen geç başlamış, fakat adamların programını erken bitirmek için elektriği kesmiş yönetim, kınıyorum..
tam bu sırada, alemlerin en kral rocker adamı abebe bikila abimiz elinde biralarla zuhur ediverdi önümüzde.. gecenin kalanını babanın tempoya ayak uydurabilme gayretleri ve bu gayretkeşlikte zati sakata çıkmış beli harcayarak geçirdik..
klima çarpığı pozırların -o kendini bilir- pek bi beğendiği, solisti türk -hell yeah- alman grubu necrophagist çıktı sonra.. bekledik ki chuck kavırları attırsın, yapmadı, kendi bildikleri yerlerden söylediler, ben pek anlamadım ama anlayanlara da sorasım gelmedi..
ardından orphaned land sahne aldı.. adamlar işi biliyo, solist üzerinde türkiye milli basket takım formasıyla çıktı.. zaten bizim müzikleri elektro tadda az brutal vokalle yapıyor bu adamlar, kan kaynatıyor, göbek atma isteği doğuruyor, ki grubun kadrolu dansözü de mevcut sahnede, ara ara çıkıp attırıyor.. haydi eyvallah dediler bis yapalım diye, yaptık, bise solist -adı kobi'dir, küçük ve orta büyüklükte işletme mealine gelmez- geldi tek başına, iki kuple mutlu ol yeter söyledi ibo'dan, alkış kıyamet, diğer elemanlar da sahneye koştu ve estarabim söylemeye başladılar! gecenin belki de en şahane anıydı bu.. düşünsenize, erkin baba olmuş bir adamı, uluslararası üne sahip bir grup çıkmış kavır ediyo.. öyle fasaryadan da değil, baya baya sözlerin mealini biliyo adam, sağdan soldan estarabim derken sağını solunu şaşırmıyo! ulan bizim nice gruplar gördüm doğma büyüme buralı iken o nakaratta sağda solu solda sağı gösteren, helal olsun kobi abi!
bitti orfınd, abebe babamız gene elde biralar geliverdi, ki bunlar o gece için son biralarımızdı, sahne önü vip arkası demirlerde yerimizi sabitledik, samael beklemeye başladık.. meğer hiç gerek yokmuş, çünkü orphaned land'da oynayıp kurdunu dökenler kaçıvermiş! adam sahneye çıktı, biz bekliyoruz seyirci gelecek diye, kimsenin geldiği yok.. ama büyük adammış vorph abi, sanki 50 - 60 kişiye değilde roskilde'de konser veriyormuşcasına performans gösterdi, diğer üyeler de öyle.. heliopolis ile as the sun söylemediler ama olsun, drim tiyatır da finally free söylemediydi, aramız bozulmuş değil, hala severek dinliyoruz.. samael'in dram maşin olayına bok atan geri kafalı örümcek zihniyetleri de buradan selamlıyorum.. arkadaşım adamlar endüstriyel yapıyo, değil dram meşin, lokomotif çıkarsa yeridir, çok süperdi çok..
bir diğer dikkatimi çeken unsur, konser gotikleri arasındaki kalite oranı idi.. tamam gene gotik, ama aralarında nice sarışınlar oluşmuş, eller yüzler düzelmiş, saçlar su hatta fön görmüş falan.. yani müjdelemek isterim ki, tiki kızlar yavaştan metal müziğe dönüyor a dostlar! e tabi, serdar ortaçla nereye kadar? -eheh şahane televizyon programı adı olur lan bu-
ilk başta dediğim gibi, talihsiz bir günde yapılmış bir güzide organizasyon daha güme gitti, ve fakat freko ve silah arkadaşları oradaydı, sizler için seyretti, içti, kafası güzel oldu, üstüne de tantunisini yedi, şimdi daha anca ayıldı da size rapor ediyor:)
saygılarımı sunarım tüm rocker camiaya..
freko, trashperver insan bi yerde
not: bi enteresanlık var resim koyamıyorum, editleyecem bilahare..

13 Eylül 2006

Bronx sezon açılış partisi - 15 Eylül 2006 Cuma

en son yaptığımız mega organizasyon On An Island Albüm Tanıtım Partisinde bize evsahipliği yapan pek güzide ortamımız BRONX, kapılarını yeni sezona harika bir partiyle açıyor.. Hücumkedi, Üçnoktabir ve Malt'ın sahne alacağı bu aktiviteye katılmak isteyen tahinpekmez.org partiseverleri, aşağıdaki linke tıklayarak açılacak olan flyerın çıktısını alıp yanında getirerek kapıdaki "arkadaşım özel bir parti var" diyen arkadaşa ibraz ederek çılgın atabilecektir..

böyle linkli minkli gıllı gışlı işlere girme sebebim, sadece ve sadece lan bu neymişcileri bir nebze engelleyebilmek ve hakiki Bronx ve müzikseverlerin bandwith yemesini sağlamak içindir (bişi dedim ama, du bakalım)..

aha da link: bunu tıklayıp printaut alıyonuz arkadaşım!

frekonuz bittabi ki tüm hatlarıyla orada.. "abi hanidir bi aktivite yapmadın, görüşemiyoruz"cular için bulunmaz fırsat diyor tüm dostları Bronx'a davet ediyorum..

frekman rivoluşıns, shiny happy people simsarı

no more vakko, mr. hakko..

bilmem bileni varmıdır, bu güzide kuruluş 1934 yılında Şen Şapka ismiyle kurulmuş ve 1925 şapka devrimi sonrası voliyi yurtdışından 25 kuruşa getirip memurlara devlet zoruyla 10 liradan -taksit taksit maaşlarından kesiliyordu- satılan ikinci el fötr şapkalarla vurmuş bir yurdum tekstil devidir.. tekstil devi diyorum ama, sana bana devdir, ecnebi memleketlerde "baaak vakkodan ceket yaptım hacım nası şahane dimi" diyen bir allah kulunu bulamazsın.. ardahan'dan edirne'ye vakkodur da, gümülcine'de tırt makamından çalar bu güzide markamız.. tansu çiller zorlamasıyla bi ihtimal türk heyetinin ziyareti bitesiye bill clinton'ın gardrobunda durmuş, daha da başka bi varyetesi olmamıştır.. misal bir armani, her filminde tahinpekmez hanımlarının da hastası olduğu richard gere'ı tepeden tırnağa donatır, ne bileyim gucci'siydi dolce gabbana'sıydı herkesi bi şekilde hasta eder, lakin vakko markasını iş yerinde hava yapmaktan ziyade giyen yurdum orta seviye yöneticisinden gayrısına rastlanmaz.. bi de eşarpları süperdir kadınlar arasında, gerisi fasa fiso.. girin mağazasına, kravatta bile kendi kendilerini ezip kenzo satarlar, "aha gözünüz desen görsün, bizimkiler fasafiso" dercesine; insan kendi markasını böyle baltalar mı?

daha nice böyle "bize göre süper" markalar var, ama bir de mavi jeans gibi hakikaten dünya devi olmuş, ve fakat allahına kadar makul fiyata satış yapan markalarımız da var, hepsini sayamasak da tahinpekmez insanı bunları bir bilendir, alayını tenzih ediyoruz..

ha, aile tabi tüm dünya üzerinde saygın modacı cartçı curtçu aile olarak sosyetedeki yerini almıştır; fakat hakko ailesi tekstil değil de çırçır işiyle de uğraşsaydı aynı statüye sahip olabilirdi, no problem..

yıllardır "moda vakkodur" geyiğiyle osuruktan keten ceketi en son 1000 ytlye kasmaya çalışan bu ultra süper markamız bilmemkaç senesinde beyoğlu'nda açtığı mağazasını mango'ya devretme kararı almış.. nice köşe yazıları bilmemneler okudum "oy oy getti kınalı vakkom, ben istiklale bi vakkoya gideridim daha da nerelere gideyim" gibisinden, şu an üzerinde oturduğum organımla gülerek.. indirimleri mi var, yılbaşında paket mi bekliyolar nedir anlamadım..

ulan, hadi tamam, vaktiyle modern mağazacılık örneğini sunmuş olmalarını, olanca "bire maledip bine çakma" politikalarına rağmen alkışlayalım, fakat bazı gerçekleri gözden geçirelim:

pek sayın vitali bey, beyoğlu güzelleştirme derneği mi vakfı mı herneyse, bunun üyesidir.. ol caddede, türkselin, iş bankasının, ne bileyim nerdeyse her mağazanın bir vitrin, tabela birlikteliği varken, aylarca yıllarca o heyyula mağazanın ön cephesi restorasyona alınmış, en sonunda örtünün altından resimde gördüğünüz garabet çıkmıştır! arkadaşım, ikiyüz yıllık tarihe sahip caddeye alükobond cephe yapıyosun, sonra beyoğlunu güzelleştirelim diyosun.. perhiz / turşu müessesesine havale ettik vaktiyle, ve fakat bugünkü ağlaşmayı anlamıyorum.. efendi efendi çık, "arkadaşım ben yıllardır sizi eşşek yerine koyuyorum, edirne'den öteye allah kulunun bilmediği fason üstü etiketimi size armani fiyatına çakıyorum, ama artık istiklalin ekseriyeti gotik doldu, terki diyar ediyorum" diye, amenna.. neymiş, kültür gidiyomuş da bilmemne.. devrimleri paraya çeviren zihniyeti daha nereye getireceksiniz ey köşe yazarları?

vaktiyle sermayeyi milletin damındaki kiremiti üç otuza kapatıp ilk meclise karaborsa fiyattan satarak yapan bir rahmetliyi -bol topraklı mı deseydim bilemedim- yattığı kara toprak tükürdü de, kimbilir hangi garibanın kemiklerini torbaya doldurup getirip koydular gerisin geri.. hani düşünmek lazım neden "kabir azabı" denmiş, niye "toprak bile istemez" diye deyimler girmiş bu dile..

gene gereksiz yere ip çektik, lakin dolmuşum be.. milletin evladı şehit olsun orda burda, bunlar "ah ah no more vakkolu beyoğlu" diye ağlaşsınlar, ayıptır..

freko, son damla..

11 Eylül 2006

11 Eylül'ü Geride Bırakırken...

11 Eylül'de gerçekleşen üzücü olaylar üzerine , olaya farklı bir bakış açısıyla yaklaşan bir belgesel, Türkçeye çeviren arkadaş bazı yerlerde sıçmış sıvamış olsada gerçekten izlenmeye değer.

Burdan lütfen

the wailers - again! (morfiyus ağzıyla)

işte o adamlar tekrar aramızda.. hemi de bir değil iki konser verecekler:

3 kasım 2006 cuma, istanbul yeni melek
4 kasım 2006 cumartesi, ankara saklıkent

içimden bir ses, "olm freko geçen gelişte solistlerinin yanlışını unut, bi daha git, belki felsefeyi daha bi kavramıştır" diyor.. içimi dinleyeceğim, fakat bu sefer çok daha enteresan birşey olabilir mi, misal:

"tahinpekmezciler ankara'da wailers ile coşuyor!"

olurunu olmazını komentlerden irdeleyelim bi şekil, ona göre hareket edelim, daha tren bileti falan alcaz, ve evet, eski günlerdeki gibi tren zirvesi yapıcaz:)

getiren kim diye soran var mı hala bilmiyorum, ama açıklayayım, tabi ki echoes production işi, kim olacaktı ki:)

10 Eylül 2006

six and two is eight, konserin kralına gittik biz be heyyyt!

ve istanbul'dan üçüncü defa geçti fırtına.. rüzgarlı bir günde, parkorman adlı kazık fakat o ölçüde güzel mekanda, köprü trafiği -candır- yüzünden son notasına dahi yetişme başarısını gösteremediğimiz, lakin muhteşemliğinden zerrece şüphemiz olmayan moonshine, ardından nöbetçi klavyecisi çamurlusular efendi (o nası bi klavye çalmak arkadaş, adam orgazm yaşıyo sahnede) ile maruf bluesaint, ve sonrasında belki biraz yanlış parçalar seçmiş olsa da gene de iyi performans gösteren soul staff.. yıllar gibi süren bir yarım saat, ve ardından, rahmetlinin -cab calloway- ağzıyla çağıralım:
"And now ladies and gentlemen, it is the distinct pleasure of the management to present to you, the evening's star attraction. Here they are back after their exclusive three year tour of Europe, Scandinavia and the sub continent. Won't you welcome from Calumet City Illinios, the show band of Joliet Jake and Elwood Blues.. The Blues Brothers!"
öyle çok şey var ki yazılacak, belki aklıma geldikçe komment bazlı aktarırım..
lakin sadece şunu geçeyim ki, aciz tecrübem, sanatında erişilmez yerlere gelmiş olan adamların sanılanın aksine gayet alçakgönüllü ve kibar olduklarını bir kez daha müşahade etmek fırsatını buldum.. kuliste efsane Lou "Blue Lou" Marini ile Matt "the Guitar" Murphy'nin sağlık durumunu konuştuk.. İyi olmadığını, belki de artık hiç çalamayacağını gerçek bir teessürle anlattı.. ben de dilim döndüğünce -heyecandan adımı söyleyemediğimi bu satırlarda belirtmek isterim- kendilerinin çok önemli bir iş yaptığını, bugün benim gördüğümü yarın çocuklarımın da görmek isteyeceğini, o yüzden sonsuza kadar yaşayıp çalmaları gerektiğini söyledim.. o tatlı bakışlarıyla "hayatta olduğumuz sürece bu işi yapacağız, sen merak etme" dedi..

bize bu günü gösteren önce rabbime şükreder, sonra da echoes production'a teşekkürlerimi sunarım..

freko, it's a 106 miles to chicago. we got a full tank of gas, half a pack of cigarettes, it's dark and we're wearing sunglasses..

08 Eylül 2006

Bachata nedir ?

Bachata, Dominik kökenli müzik ve dansa verilen ad. Yerli dilinde 'acılı aşk şarkısı' manasına geliyor. Biraz bolero, ve daha popüler bir dans olan merengue'nin karışımı. Temel enstrümanı gitar olan ve kökeni 1960'lara dayanan müzik, Juan Luis Guerra'nın 1982 yılında bir Bacheleta albümüyle Grammy Ödülü almasıyla popülerlik kazandı. Temeli ayak adımlarına dayanan dans ise, şu sıralar özellikle latin gecelerinde büyük ilgi görüyor.


Yani kısaca bachata latin kökenli bir aşk dansı dır :)

Linki tıklayın çok başarılı bir bachata olmasa sa güzel bir uyum var daha iyilerini de yapan var :)

http://www.youtube.com/watch?v=SyaxbEcvu9k&search=bachata

ve ikinci bir link de Aventura

Aventura New York City'den bir Bachata -R&B müzik grubudur.
Grup Obsesi
ón adlı şarkısından sonra dünya çapında üne kavuştu. Şarkıları İspanyolca'dır, fakat popüler birçok şarkılarının Spanglish versiyonları bulunur. Dört Dominik'li gençten oluşmaktadır

http://www.youtube.com/watch?v=nyfapA7pg8k

Herkese iyi seyirler...

Öğrenmek isteyen varsa freko (özel ders )yardım edecekmiş ölee dedi :)

yanlış numara..

türksel icad olunalı beri aynı numaraya sahip olan kerizlerden biri de bu satırların yazarıdır canlar.. 12 senedir bu heriflere verdiğim parayla evim barkım olurdu, ama tüm bunlar ayrı bir postun konusu..

ve fakat bu numara -bilenler bilir- umumhane numarası gibi birşeydir hattizatında (alıcılara selam ederim).. bugüne kadar nice yanlış arayanlar oldu, ha bu yanlış aramalardan ekmek yediğim de oldu, -gene bilen bilir- sesim pek bi karizma çıkar ahizeden, üfle desem üflersin o radde corleone bir insanım mikrofonik ortamlarda..

ve fakat bu on küsür senedir, bir "eyüp abi" var ki, adam haftada birkaç kez benim telefondan çeşitli numaralardan aranır, hali hatrı sorulur, sonra "yanlış numero" diyende pardon denir kapanır.. artık dingillerin numarayı / sesi falan tanıyorum, "yok eyüp abin burda kardeşim, hiç olmadı" diyip kapıyorum..

ammaa, malum kandil bugün -inananların kandilini bu vesileyle kutlarım-, sabah beri eşten dosttan kandil mesajı yağıyo, ama bu sefer bir farkla: eyüp abinin kandilini de kutladılar, hem de gecenin 01:23'ünde!

"lan nolucak, numarayı yanlış bilen dingil yanlış mesaj da atar gayet normal" diyorsunuz biliyorum, fakat bu mesaj "re" tabir ettiğimiz, yani gelen mesaja cevaben yollananlardan.. aynen yazıyorum:

"kardeşim eyüp, kandil mesajın için teşekkür ederim. bir mukabele, tüm dostlara hayırlara vesile olması dileğiyle."

bir dumur detayı ile bu geceyi sonlar, süzülürüm kara geceden saten çarşaflara doğru -kandil kandil selam ettim, amman sabahlar olmasın-

freko, yanlış numaradaki doğru adam..

07 Eylül 2006

Levent Yüksel on Bosphorus..


Kandil günü alem postu yapılır mı bilmem amma, bu adama allah öyle bir yetenek bahşetmiş ki, cennete girmede çok zorlanacağını sanmıyorum, sevgili kullardan bir vatandaş..

yarın akşam, çubuklu hayal kahvesinde, abi sahneden "gurbete giden döner mi dönmez mi belli değil bilirim / ben bir karaağaç gölgesi buldum, cebimde ümitlerim" şeklinde aklımızı alırken gözleri boğaza daldırarak gizem adamı tribine gireceğim, beklerim..

8 eylül cuma, 23:00, 30 papel de giriş varmış ama muhakkak değer..

ps: mekan hakemi havaları işaret ederek, akşam çıplak gelenin ertesi güne bir başka uyanacağını hatırlattı, benden söylemesi.. hem gizem adamlığı için pardesü lazım, şapka lazım, benim şeklim bellidir, sizi bilemem:)

Haydi neşelenelim...

Bakınız ben ne buldum...

http://www.herice.com/mail/video/evicat.html

Ara Not: Anlamakta zorluk çektiğim bir durum var , kapısını çalacağım , msn`ine titreşim gönderebileceğim , cep telefonuna mesaj atabileceğim
gittiğim eğlencelerde iblis ağbimle beraber nispet videoları bile çekebileceğim ve üstüne
üstlük hiçbir kızgınlık alınganlık " - aaa görgüsüzlere bak video çekmişler yada - kanka benim orada yüzüm gözükmüş onu makaslayalım" durumunun olmadığı bir yerdeyim.

Burasının vasıtasıyla gittiğim , çağrıldığım , karnımın doyduğu , susuzluğumun giderildiği
iyi insaları tanıdığım , birçoğuna yatılı misafirliğe gittiğim , birçoğunun bana yatılı geldiği insanlarla beraber iken ben burası için neden çaba göstermiyeyim. Neden yüzümün hatlarını
daha yi gösteren neşeli halimi daha çok insan görmesin yada ben insanları gülümsetmiyeyim ??

Daha iyisi olacak elbette sınırımız yok iyilikte , daha çok iyilik görmek için kat be kat iyilik yapacağım , bundan gayri ekmeğimi bandırdığım TahinPekmez kavanozu bana gülümseten bir anıya dönüşmedikten sonra beni yine aktivitelerin , grup eğlencelerinin , post ve commentlerde adımın bağıra bağıra geçtiği yerden görmeye devam edeceksiniz.

Evet iyi ki buradayım...


yaz da, nasıl yazarsan yaz..

başörtümü de bağladım, hazırım..

geçen eltim geldi bize, kaynından şikayetçi, neymiş efendim bunun kaynının bir arkadaşı varmış, başının etini yiyomuş, adamın böyle internet kafesi mi sitesi mi ne öyle bişeyi varmış da bunu da oraya işletmeci mi yapacakmış, bu önce he demiş sonra olmaz mı demiş, efendim nerdeymiş o eski kafeler mi siteler mi herneyse, ay öldürdü bütün gün beni, görmez olaydım.. hayır bi de böyle cırcır konuşuyo, sanırsın maç spikeri hayırsız.. bu bi de askere gittiydi gitmeden önce bir başkaydı, askerlik yaradı buna geldi efendi adam oldu, evinin yolunu öğrendi, pırıl pırıl oldu.. o eski satanik müziklerini de dinlemiyo, bu arkadaşı aşılamışmış ona bi yerden, bu müzikte de aşı nası oluyosa artık zeytin ağacı gibi ahahahahhhaay hiç gülesim yoktu, neyse böyle daha zencili, daha oynak şeyler dinler olmuş, o eski cehennem zebanilerinden kimler kimler gelmiş de yeminini bozmamış, o arkadaşının oyunlarına gelmemiş, çok şükür.. vallahi adam oldu sonunda, ama yiyo gene de başımın etini şekerim, allah seni inandırsın.. şöför bey çok sallıyosun bu arada, biraz da kıs şu arap müziğini ay içime fenalıklar geldi hergün hergün aynı kaset, bi daha binmiycem arabana tövbeler olsun!

şimdiii, gelelim fasulyenin nimetlerine.. bi kere o eli indir agato, burası blog değil, tahinpekmez.. evet, ilk blog olarak açıldı, ama her nekadar taşınılmamış da olsa, söz veren kimi iyi kimi göt dostların mazur görülebilir / görülemez yanlışları yüzünden bir yerlerde beş beş parası verilen bir hosting işliyor güldür güldür, ne yapalım, can sağlığı.. ama gün gelir paramız olur, bilenine yaptırırız, ya da bir bilen kapımızı çalar, hatta belki çalmıştır da çalışıyordur, onları geçelim..

bugüne kadar burayı hiçbir zaman ne ekşi sözlük ile, ne başka diğer bir site ile karşılaştırma, çekiştirme polemiğine yazılı olarak girmedim, aha kayıt kuyut ortada, yazana da izin vermedim.. bilakis, telekom kapattı erişimi, ben akmasa da damlar cihetinden banner koydum, yazı yazdım.. ha, tabi kuzguna yavrusu şahin görünür, fakat tıp ilerledi, kuzgunun geniyle oynayıp bırak şahini, kartal yapmak mümkün görünüyor.. hal böyleyken, ilk başta “uçan entrilerimin bir kısmının” basılması talebi üzerine açtık burayı, sonra sen geldin, sonra gelen geldi, gelenler başkalarını getirdi, gelenlerden kimi başka sitelerdeki hesaplarını askıya aldı, sadece buraya yazdı, tabi en yukarıda dendiği üzere, “aklımıza estikçe”..

buranın belli bir konsepti yok, olan tek gerçek, buraya üye olan herkesin en azından benim tarafından gerçek bir kimse olduğunun garantisidir.. bir tane feyk, klon, şu bu olmaz, olmayacaktır.. ayrıca 10 tommiksle üye alınmamaktadır, tamamıyla eş dost ve onun çevresi kanunları geçerlidir, ve bu giriş maksimumda 1000 kişidir, kıymetini biliniz.. bir de kuralı var: politika yapılamaz, kimseye aleni küfür edilemez, “siz kardeşsiniz” mottosundan hareketle orta yol bulmak insanları kaynaştırmak tek geçer akçemizdir, gayrısı düşünülemez.. olayımız, başa gelen olayları, gözlemleri, etraftakileri, daha ziyade elimizden geldiğince esprili bir dille buraya dökmek, bazen kedi köpeğe ev bulmak, bazen acıyı paylaşmak, bazen kini kusmaktır.. elbet bunları bir gün kategorize de ederiz, kim neyi isterse onu görür, zor şeyler değil de benim elimden –halihazırda- gelmiyor.. lakin, en azından “testamenti aşamamış insan yavrusu” gibi bir post başlığı atıp altını ciddi ciddi doldurabilecek cevvaliyette bir kimse burada olmamıştır, olmayacaktır.. buna benzer tek bir ibişlik gene tarafınca yapılmış olup, olayın sazan avı olduğu beyanıyla aynı gün içre tatlıya bağlanmıştır, ben çok eğlenmiştim mesela, herkesin eğlendiğine de bahse girebilirim.. keşke hergün buna benzer ibişlikler yapsan da gene eğlensem, çünkü en rahat kapıştığım kişilerin başındasın:)

vaktiyle bulunduğumuz ortamda, sinir olduğumuz ara etmenler de vardı, ve belki de bunlardı bizi gaza getiren, hep daha iyisine sürükleyen falan.. ve fakat burada o ara etmenler, iblisler yok, belki çok çok yazma konusunda bencileyin toy olanlar, sencileyin iblis olanlar var diyelim.. işte ben isterim ki iblislerin katılımı daha çok olsun ki, toylar feyz alsın, öykünsün, onlar gibi olmaya çalışsın.. ha, tabi ki varsın olmasın, kendi özgünlüğünü korusun, o da onun ekolüdür, madem ki buraya almışız, candır, bizimdir.. ara savunması yapayım madem, beğendirememişiz mezartaşı esprisini, mezardan ayrı taştan ayrı feyzalarak bir cin başlık üretilmiş resim desteğiyle göze sokulmuştur.. ha dinimize küfredende önce müslümanlık şartı aranmaktadır, hemen bakalım: adı tayyib olanların patavatsız ve küfürbaz olması, yazan the agathodaimon, tarih 5 eylül 2006, yer tabi ki ekşi sözlük.. bu direk son girilen entriden hareketle alınmış bir örnektir, o 3600ün içinde nicelerini bulurum, çoğunun girildiği ana şahit oldum, şukela verdim, altına entri döşedim.. bunu yapan iblis gelip benim iblisliğimi sorgulayacağına, böylesi politik hiciv taşımayan –izin verilmiyor- cin başlıklarla, altına girebileceği oya gibi postlarla burayı beslese, fena mı olur, sanmıyorum..

rencide konusuna gelirse, postların pastasının büyük bir dilimi şahsıma ait olduğu için, no problem.. benimkileri çıkarınca zaten geriye kalanlar inci tanesi, hepsi canımız, ciğerimiz –repeat chorus x 4 –

ekşi sözlük etkisine gelince, bu yadsınamaz bir etkidir, bir şekilde yapışmışlıktır üzerimize, ama farklıdır hertürlü.. misal biz burada ne küfüre ne küffara izin vermiyoruz, vermeyeceğiz.. istiyorum ki, burası edebi, müzikal, geyik, anatomik, memorandum, frankofon, trilobit, ostrojenez ve dahi hertürlü konseptin en iyi örneklerinin peşpeşe sıralandığı, ve insanların da bunlara bir şekilde gerek rep –eheh- gerekse kendi deneyimlerinden çeşitlendirmelerle katkılarını eklediği bir yer olsun.. olsun ki arama motorlarında her geçen gün daha fazla çıkan tahinpekmez.org sonucu tavan yapsın, buna bağlı olarak sitenin reklam geliri artsın, - burada sen ve kısıtlı sayıda buranın okurunun yazarının bildiği bir amacımı açıklayayım madem battı balık yan gitsin – ve biz de sitenin işletimi için gerekli, batılıların break even tabir ettiği sabitin üzerini, ama üç kuruş, ama beş, bir hoşluk olması için kontribütör olarak adlandırdığımız kişilere dağıtalım.. esas bunun matematiği üzerine kafa patlatalım böyle tırtlıklarla kafayı yiyeceğimize misal.. ben bugüne kadar binlerce şey yazdım, belki binlerce insan okudu beni, ama hep beleş yollu.. hatta devri sabıkta bir dergi çıktı da olaya karşı olduğum için tek bir satır dahi yollamadım.. ha yayınlanırdı yayınlanmazdı o ayrı konu, ama biz gene beleş tuttuk yazdığımızı.. burada da beleş belki, ama hayalim gerçekleşirse bu beleş sadece bugün için geçerli, gelecekte herkes katkısı kadar nemalansın isterim, ve şimdiden belirtirim ki kimse buradan bir güngör mengi maaşı alamayacaktır, ancak bizden belki bir sigara içecek ya da iki bira dikecektir, ama sorarım, bunu düşünen tek allah kulu olmuşmudur?

benim en başından beri agato yazsın, days yazsın, teg löv yazsın, nazmiye demirel delikan76 gelsin –nickler tamamıyla aklıma geldiği gibi, nicelerine yamandım gizlim saklım yok- diye tutturmamın birinci öncelikli sebebi, sitenin ne okunurluğunun artması, ne böyle bir şeyden para kazanma düşüncesi.. ben istedim ki, iblisten uğursuzdan münezzeh bir ortamda, tee en baş tadı yakalayalım, o her allahın günü sabah ayrı öğle ayrı akşam ayrı gece ayrı yarılma yarma ve birbirimize dömi voleyle pas verme, en olmadı bacak arasından gol atma ortamlarını tadlarını yaşayalım, sevdiğim(iz) kişilere de örnek olalım, yeni bir ari ırk yaratalım, ha gerekirse biz yazalım biz okuyalım.. lakin olmadı, olmuyor, belki olur ama bir önceki post ve bazı komentler bendeki bu yönde olan ümidi söndürüyor hafiften.. ha, geçtiğimiz yedi sekiz aylık dilime bakınca aradan sivrilen nice isimleri görüyoruz, kimisi tanıdığımız, kimisi yeni tanıştığımız güzel insanlar, sağolsunlar sahip çıktılar, çıkıyorlar, vazgeçmediler, vazgeçmiyorlar.. demek ki bir ruh burada da var, istenince yakalanıyor, sadece brovsıra tahinpekmez yazdın diye yazdığın değerini kaybetmiyor, bilakis isteyene daha çok göz önünde oluyor, insanlar “gerçekten” okuyor ve bize “gerçek” okur gerekiyor, allah hepsinden razı olsun..

bu siteyi açtım, esas adı hala tepede göreceğiniz üzere maalesef frackman.blogspot.com, ve fakat bu arka bahçe psikolojisini bir nebze olsun berhava etmek için adını tahinpekmez koydum.. daha önce de dediğim gibi, ilk sen geldin, e mecburdun bi yerde, allah razı olsun gani gani.. ve fakat aradan sekiz ay geçiyor, gözümün nuru agato aba altından sopa gösteriyor, ve ona ilk yazılan komentte torunum olaya gene kakakiki gözlüğünden bakıyor, hiç alınmamış, helal olsun, böyle torunu rabbim her dedeye nasip etsin..

işte böyleyken böyle biraderim, o yazma hissi kahvede king oynanan ya da okul kırıp bilardoya heves edilen günlere benzemiyor, geldi mi geçmiyor, hele ki sizcileyin bol okuyan bünyelerde yazı bir çığ oluyor, büyüyor, paldır küldür yuvarlana yuvarlana geliyor; ve her düşen çığ bir sonrakini tetikliyor, ama küçük ama büyük bir tane daha geliyor kafaya kafaya.. olay taraf olmakta: ya çığ olucan düşücen, ya köy olup ezilecen, ya da meteoroloji balonu olup seyredecen..

ten thousand side by side diyor saygılarımı sunuyorum şekerim, şöför bey müsait bi yerde ineyim, paça koktu burası:)

06 Eylül 2006

Nasıl Yazsam?

Freko ile rutin sohbetlerimizde sürekli olarak şöyle bir sitemle hırpalanırım: “Niye blog için yazı yazmıyorsun?!” Haklıdır, yazmak gerek. Önceleri bu siteme “Yazma coşkumuzu yitirdik birader, baksana eskiden sözlükte haldır haldır yazanlar bile şimdi suskun” şeklinde bir yanıt verirdim. Lakin artık –affınıza sığınarak- şunu söylüyorum: Siteyi keraneye çevirdiniz yahu!

Tahinpekmez’e her girdiğimde, dişe dokunur bir mevzuyla karşılaşacağımı, ilginç polemiklerin yaşanacağını düşünürdüm. Ama son zamanlarda baldır bacaktan, Haldır nacaktan gayri bir mevzu göremiyorum. Düşünsenize, son şahit olduğum mevzu “mezarımızın üzerini Rus kızları süslesin” geyiğiydi. Ofli hocanın deyimiyle, dert yok tasa yok, aliyler babalarından harçlığı Rus karısına gidiyler, pilarda oynayiler... Şimdi ben bu konuların altına nasıl comment gireyim? Tövbe etmişim, kırk ayrı hamamda kırkar tas okunmuş suyla yıkanmışım, bana tapan bir eşim ve iki mükemmel çocuğum var...

Bunun üzerine Freko dedi ki “E o zaman güzelini doğrusunu sen yaz birader, amma naz niyaz ettin...”. Efendim kaprisli biri değilim, işi yokuşa da sürecek değilim. Ama dedim ya, yazma şevkimizi yitirdik. İşte bu noktada sormak isterim, peki nasıl döneceğiz eski günlere?

Fruko’yla bir cevap bulmaya çalıştık bu soruya. Zira Jander’i ile, Days’i ile, Nick Fury’si ile sözlükte yaptığımız münazaraların haddi hesabı yoktu. Peki neydi işin sırrı? Ben söyleyeyim, eskiden ekşi sözlüğün bizi sarıp sarmalayan bir aurası vardı, biz Tahinpekmez’de henüz bunu yakalayamadık. Nasıl yakalayacağımızı bilemiyorum ama öncelikle ekşi sözlük etkisinden, eski entry’leri kopyalayıp yapıştırmaktan, Rus kızlarından, “şunu yedim, şunu gördüm, şunu beğendim” minvalli yazılardan vazgeçmemiz gerekiyor bence.

Yazı yazmak için her kişiyi motive edecek farklı etmenler vardır sanırım. Uzun uzun düşündükten sonra, beni motive edecek ortamı buldum sevgili dostlar. İşte ihtiyacım olan şeyleri sıralıyorum: İçinde insanların istif olduğu bir minibüs, dedikoducu yaşlı bir kadın, pis kokan amca ve bir de Şiki Şiki Baba kasedi...

Madem ki her yolu denedik ve bizi motive edecek aurayı oluşturamadık, bir de bunu deneyelim. Mesela Freko’ya bir eşarp alalım, başına bağlayıp başlasın dedikoduya. Sonra Jander pis kokan amca olsun, Nick Fury’yi şoför yapalım, Days de muavin olup “Aksaraaay Ahksireeaay” diye bağırsın. Diğer blog sakinleri de Şiki Şiki Baba eşiliğinde sallanıp dursun tepemde, bak o zaman ne post’lar yazıyorum. Madem Tahinpekmez büyük bir organizasyon, ayarlayın ortamı, en kralını yazmazsam şerefsizim...

Not: Tahinpekmez tümüyle işe yaramaz yazıların toplandığı bir site değil elbette. Güzel yazılar da yayımlanıyor bazen, haddimi aşıp kimseyi rencide etmek istemem.

seventh carpet of a seventh carpenter

Böyle afilli bir başlığın altında göreceğiniz resimler sizi şaşırtmaz umarım. 3 gün önce sevgili annem bana "bak oğlum ellerim acıyo, şu halılar kaldı, bunları banyoda hemen yıkayalım bir yardım et bak o kadar evin işi var, ne var şunların ucundan tutsan, ha? " şeklinde bombardımana tuttuktan sonra ulan elimize yapışacak değil ya dedim, ve banyoya girip 3 tane orta boy halıyı yıkadım. O an ne bilirdim ki annemin bana ait başka planlarıda olsun. Yıkadığım halıların güzelliğini görünce (acayip güzel yıkıyormuşum ve elde olmayan nedenlerden ötürü selam edemiyecem) "ooo bak benim aslan oğlumada ne güzel yıkarmış dedi" ve evin gizli bölmelerinde sakladığı 2'si yolluk 4'ü büyük boy halıyı gösterdi. Anne ben bunları yıkayamam o kadar da değil artık dedim. Tamam yavrum yıkama, halıcıları çağırırız veririz 150 milyon dedi. Verirseniz verin dedim içimden.
Gördüğünüz gibi allem edilmiş kallem edilmiş kandırılmışız...
Burdaki görülen figürü ana haber bülteni sunan bir anchorman'imizden arakladım, halının üstündeki suyu almak için ideal bir pozisyonmuş :)

Ben derim ki birleşelim örgüt olalım, en azında commentleri görelim, garip somurcan bu yolda tek başınamıymış, yoksa bu yollardan geçen olmuşmu? "Ahh ahh eskiden apartman altlarında halı yıkardık komşularla nostalji olurdu ne güzel" diye sızlanan ablalarımız varsa eğer gelin size o nostaljiyi yaşatalım hemide bedava...

Affet Beni 4 Hızlım..

Bilenler bilir, bilgisayarını kendi toplar cinsinden bir adamım. İlk bilgisayarımı topluyorum ofiste. İşi öğrenmek amaçlı yapılan bir bilgisayar, demo yani..Edo ramli falan..Yaptık çalışıyor mütevazi mütevazi. Acaba cd writer taksam kaldırır mı şeklindeki bir soru takıldı kafama..Onda olmazsa başka makinede de kullanırım dedim. Mecidiyeköy'de gezinirken çıkmacılara uğrayıp sordum var mı diye..Bir dükkânda önüme bir tane alet koydular. İsmi yok, noname dediklerinden. Önünde hızını falan gösteren yazılar bile yok. Satıcı bana "abi eski birşey, 4 hız galiba..ama çalışır" dedi. Verdik 20 milyon , aldık , yaklaşık üç yıl önce..

Üç yıldır, herhalde beş altı tane bilgisayar değiştirdim ama hepsinde aynı aleti kullandım. Abartmıyorum, yaktığım, bozduğum cd sayısı hatırladığım kadarıyla 2 tane. Hatırınız için avans da vereyim, 4 tane olsun. Yazdığı cd'nin başka bir yerde açmadığı ise hiç olmamıştır.

Geçenlerde elime bir writer geçti, 16x..Ulan dedim hızlanalım biraz, çıkardım bizim dedeyi, evdekine taktım. Orada pek kullanmıyorum zaten. Film falan indiriyoruz ya ofisten, telekomun düşman olduğu 256 k sınırsız bağlantımızla. Hani onları daha hızlı kaydederiz hesabı. Bir aydır azıma sıçtı afedersin o yeni hızlı writer. Yaktığı cd'lerin haddi hesabı yok..Ayrıca lütfedip cd yazarsa, yazarken makinede başka işlem yapamıyorsunuz veya yapıyorsunuz da çıldırıyorsunuz. Rd ramli makineyi kağnı arabasına çeviriyor. Yazdığı bir cd'yi götürdük başka bilgisayara, rezil etti, açmadı..Hard diskimizin ilgili bölümü doldu, makineyi boşaltamadık.

Bu sabah itibarıyla yeter ulan deyip eski 4 hızlı garibanı getirdim taktım..Allah sizi inandırsın makinenin cd yazıp yazmadığı bile anlaşılmıyor. 690 mb cd'yi ilerlemiş yaşına rağmen 20 dakikada yazdı. Vcd encoding işlemi öteki alette 45 dakika kadar sürerken bu alette beş dakika kadar sonra "abi ver cd'yi yazayım vcd'yi" dedi..Ağlamak istiyorum sayın seyirciler..

Affet beni dört hızlım..Hızım artsın diye nankörlük ettim, çıkardım eve götürdüm seni..Bir daha senden başka yazıcı kullanırsam ahan da top olayım..Seni bana satan satıcının da iki dünyası cennet olsun..amin

Bende bundan istiyorum...


Fotoğrafta görünen arabanın sadece elektrik motoru ile 400 mil yapabildiği ,
1,5 saatte full şarj (şarz ,şarş , nokia şarj , şarrrrrrrrr) edebildiği hattasında fiyatının
100.000$ olduğunu bilmek ve bu araçların ileride
muhakkak alınması zorunluluğunun gelmesi gerçekten de sevindirici...

Aslında bu işlerde master kabul edilecek bir adam var
ben tanıyorum site sahibinin yakınında durur böyle uzun boylu
ama unuttu bu aralar buraları.

Ahanda sitesi...

http://www.teslamotors.com/

05 Eylül 2006

mezar "taşı"..

foto kopirayt Scott Wynn, helal olsun çok süper..

bugün de bunu buldum da paylaşasım geldi sevgili tahinpekmezciler.. vasiyetimdir, frekonuzu da gömerken böyle bir "taş" isterim, rus mus yapın bişeyler:)
freko,
is a deadly friend
when no one sets the rules..

Orrospu Çocuğu Sivrisinek ve Şerefsiz Arı

Yazı bitirdiğimiz bu dönemlerde gece daha rahat sivrisineksiz yatarız diye düşünürken sanki bu mahluklar tatil dönüş biletlerini almış gibi bu sefer akın akın geliyorlar, tek idealleri olan "insanları rahat uyutmayalım aq" mottosunu en iyi şekilde hayata geçiriyorlar. Yatmadan evvel takribi 45 dakika fellik fellik bu orospu çocuklarını arıyorum bazen buluyor bazende babayı alıyorum, ki bulsam bile bu adiler benim geldiğimi bir şekilde anlıyorlar ve David Copperfield endamıyla deyim yerindeyse yok oluyorlar. Yok Raid yok ot bok bir şey sökmüyo bu şerefsizlere, anca belediyenin o zehirleme aracı, ucuz olsa o mekanizmayı benim odama kurduracam. Tam uykuya geçişinizi tamamlarsınız ki tam kulağınızın üstünde sıfıra yakın mesafeye kadar sorti yaparlar ver "emmiğğğğğğğğğğğğğğğğ" ye benzer bir ses çıkarırlar, hay senin emmini dayını skyim diyerek ışığı açarsın yok ortalıkta hiçbiri. Kaparsın macera kaldığı yerden devam eder. Yahu diyeceksiniz ki neden bu kadar küfür ediyorsun, gelde etme, ulan sivrisinek neden kolumu bacağımı yemezsin. Bu piç gider en olmadık yerden emer kanı, zehir emesice. Misal ayak küçük parmağının hemen üstü, yada eldeki serçe parmağının hemen üstü, alın bölgesi vesaire. Kaşısan beter, kaşımasan daha beter. İşte ben gene dün dert yanarken annem dediki " evladım seni ısırdığını anlamıyormusun?". Yok vallahi ben hissedemiyorum, hayır katır gibi bir derim yok, ama ne biliyim bunlar önce anastezi mi uyguluyor nedir. Bu düşünceler içinde dün gece yatağıma yattım ve sabah saat 08.20 sıralarında filmlerde olduğu gibi "aaaaaaaaaaaaaaaaaaa" diyerek abartmıyorum avazım çıktığı kadar bağırdım. Allah'ım dedim biri toplu iğne sokuyordu sanki boynuma, omirilik soğanının olduğu yerin tam sol tarafında müthiş bir acı. Ananı skym sivrisinek ne biçim sokuyormuşsun diyerek ensemin köküne kendi elimle şaplağı yapıştırdım ve koşarak içgüdüsel bir şekilde annemin odasının önüne geldim. Benim bağırmamı duyunca deprem oluyo zannetmiş onlarda. Ne var oğlum dedi, anne şurama bak derken, bu sefer daha da bağırarak "aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa" dedim. Allahım sağ elimin işaret parmağına sanki köze sokulmuş çivi soktular. Ulan sivrisinek diye elimi bir salladım ki hayvan gibi bir arı düştü. O ne lan dedim o şokla. Annem bana baktı oğlum arı sokmuş seni dedi. Hayatımda yapmadığım bir şeyi yaptım o an " ulan orrospu çocuğu sivrisinek şerefsiz arı, ne lan sizden çektiğim" dedim ama, annemin varlığını hatırlaytınca boynumu büktüm. Zehir yayıldıkça bende yayılıyorum bir yandan parmağım şiş bir yandan boynum şiş. Kendi kendime aha az sonra bu zehir burdan aşağı iner ya felç ya ölüm, sakın uyuma oğlum dedim. Hayır o değil ilk defa hayatımda arı soktu hemde iki kere, iğnesini elimden çıkardım. Arılar hakkında ki görüşüm temelinden sarsılmıştır bundan kelli bulduğum yerde ikisini de mezarteslim yapacam. Hayır hadi sivrisinek neyse de ulan uyuyan adam sokulur mu aq? Bu da böyle bir anımdır.
NOT: Hala ağrıyo, bir yöntem bilen varsa koment eylesin,domates ya da çamurla gelmeyin...

04 Eylül 2006

Rock’n coke 2006 - whips and posers, leave the hall – together we stand, divided we fall..

Bu sene kimi rahatsızlıklarımızdan ötürü ancak tek günüyle yetinmek durumunda kaldığımız aktivite..

Diye dandik bir giriş yaptıktan kelli, gözlemlerimizi aktaralım da içimizin yağları erisin..

***
Şimdi öncelikle ilkinden itibaren rokenkokları şöyle bir yadedelim:

İlk başlangıç 6 – 7 Eylül 2003, yurdumda ilk defa böylesi bi aktiviteye giden freko kişisini kendinden alan göl üzeri bir görüntü, böyle lunaparklı munaparklı, içerde kartla alışveriş yapıyosun, çok şahane.. gelenlere bakalım (şahsi önem sırasına göre): Pet Shop Boys, Simple Minds, Dirty Vegas, Paul Daley a.k.a. Leftfield, M.F.Ö., Dreadzone, Athena, Guano Apes, Sugababes, Suede, The Cardigans, Hooverphonic ve daha niceleri.. ha, rashit diye bi garabet var, o da sahne aldıydı, ama olsundu, nazarlıktır..

Aynı sene memlekette yapılan aktivitelere göz atalım bi de:

19 Nisan 2003 – Yngwie Malmsteen
1 Haziran 2003 – Sepultura
14 Haziran 2003 – Moby
29 Haziran 2003 – Kreator – Dio – Opeth
4 Temmuz 2003 – Simply Red
11 Temmuz 2003 – Marcus Miller
12 Temmuz 2003 – Massive Attack
13 Eylül 2003 – Placebo
20 Eylül 2003 – Jamiroquai
7 Kasım 2003 – Overkill

hmmm, çok da kolpa değilmiş haricindekiler, bilakis, gayet de güzel.. ama gene de, tüm bunların arasından sivrilmiş bir organizasyondu, severek hatırlıyoruz..
***
ikincisi 21 – 22 Ağustos 2004, nispeten daha sıcak bir hava, kavrulmuşuz, ama adamlar gene süper denecek cinsten: Iggy Pop, hertürlü tartışmaya rağmen 50 Cent, The Rasmus, gene MFÖ, Erkin Baba, Fun Lovin Criminals, Rebel Moves, The Orb, Deus, Neneh Cherry, Athena, Carl Craig.. gayet güzel, bereket versin.. olay zaten daha ziyade ambians, bu sefer çadır kurmaca, hoplamaca zıplamaca..

gene bakalım diğer aktivitelere:

14 Mart 2004 - Reamonn
11 Nisan 2004 – Anathema
22 Mayıs 2004 – Uriah Heep
30 Mayıs 2004 – Jethro Tull
19 Haziran 2004 – Queensryche
20 Haziran 2004 – Anathema – Faithless – Peter Gabriel
9 Temmuz 2004 – Joan Baez
10 Temmuz 2004 – UB40
24 Temmuz 2004 - Pink
19 Eylül 2004 – Nick Cave (bi ibnelik olduydu da gidemedim, neydi acep)
2 Ekim 2004 – Anathema (kesmedi ağabeyleri katiyyetle)
3 Ekim 2004 – Prodigy (aktiviteden aktiviteye sıçrıyoz, çılgınlar gibiyiz)
7 Aralık 2004 – Sebastian Bach
16 Aralık 2004 – Queen Adreena (hey gidi be, bizatihi organizasyonumuz)

daha nicelerini tekrardır şudur budur diye yazmadık.. ama gene de Rakınkok kaliteli duruyo, güzel anılarımızla birlikte, tarihte o şahane fırtınayla birlikte duruyo öylecene..

Yıl 2005, üçüncü rakınkok aktivitesi, 3 – 4 Eylül, aman yarabbim bir yağmur, bir fırtına, ortalık çamur deryası, milletin ayağında korozo çöp poşetleri, çadır içinde serbest stil yüzerek sevişenler.. ve fakat öyle bi liste var ki, ceza gibi bir bok yenmesine rağmen gene de bereket veriyor: The Cure, Korn, The Offspring, Apocalyptica, Skin, Timo Maas, Replikas, Mylo, The Rootsman.. hertürlü bok deryasında yüzülmesine rağmen gene de güzel, eyvallah..

Sair aktiviteye gelelim, amma ne gelelim, oy diyelim, amman diyelim:

23 Mart 2005 - Sepultura
14 Mayıs 2005 – Therapy
9 Haziran 2005 – Chemical Brothers
20 Haziran 2005 – Kraftwerk
21 Haziran 2005 – Megadeth, Black Label Society, Garbage
1 Temmuz 2005 – Overkill
2 Temmuz 2005 – Slayer
3 Temmuz 2005 – Dream Theater, In Flames
10 Temmuz 2005 – Tori Amos
23 Temmuz 2005 – Deep Purple (ben o sırada Kemerli’de ayakkabı alıyodum a.k.)
6 Ağustos 2005 - MANOWAR
30 Eylül 2005 – Kreator
3 Kasım 2005 – Phil Collins (bir büyük pişmanlık daha)
20 Kasım 2005 – The Wailers

vay babam vay, diğer organizasyonlar almış yürümüş, memleket Manowar görmüş, Dream Theater gelmiş, Deep Purple şenlendirmiş, Megadeth sallamış, Phil Collins çılgın attırmış, kucubi kucubi nidaları eşliğinde The Wailers yüzlerce insanın o geceden mutlu ayrılmasını sağlamış..
***
Olmadı Sayın Pozitif..

gelelim fasulyenin nimetlerine, yani bu seneki 2 – 3 Eylül 2006 tarihli rokenkok aktivitesine..

kimler gelmiş, bakıyoruz: Placebo, Muse, Kasabian, Gogol Bordello, Reamonn, Sisters of Mercy.. eh, hakkaten saysak bukadar işte.. alternatif sahnede kimsecikler yoktu neredeyse.. şimdi bu sene bugüne değin kimler gelmiş bir bakalım, gelecekleri gözardı edelim:

1 Şubat 2006 – Halloween
5 Şubat 2006 - Haggard
25 Şubat 2006 - Soulfly
14 Mart 2006 – Testament (agatoya kapak olduydu bu:)
29 Mart 2006 – Opeth
3 Mayıs 2006 – Alan Parsons Project
4 Mayıs 2006 – Michael Schenker Group
13 Mayıs 2006 – The Cardigans (bir tahinpekmez aktivitesi:)
14 Mayıs 2006 – Blind Guardian
28 Mayıs 2006 – Apocalyptica
9 Haziran 2006 – Black Eyed Peas
10 Haziran 2006 – Morrisey
14 Haziran 2006 – Sting
20 Haziran 2006 – ROGER WATERS
24 Haziran 2006 - Deftones
12 Temmuz 2006 – Guns’n Roses, James Brown
13 Temmuz 2006 – Paul Weller
28 Temmuz 2006 - WhiteSnake
30 Temmuz 2006 – Depeche Mode

tüm bunların haricinde, Jerry Lee Lewis son nefesini neredeyse İstanbul’da verdi, Samantha Fox bile memleketimde Beyaz Show’a dahi çıktı.. Bu haftasonu Blues Brothers geliyor.. Memlekete müziğin rabbi gelmiş, niceleri boy göstermiş, sen hala sahneye Hayko Çepkin, Ogün Sanlısoy çıkarabiliyosun.. Bunca gürültünün koptuğu bir sezonda, öyle isimler getireceksin ki, bu haykoların ogünlerin falan cansız bedenini asacaksın kapı girişine, milleti gaza getireceksin.. veganın yüksek sadakatın falan sonsuza kadar susmasını sağlayacaksın misal, endüstriye bu yönde katkın olacak..

demem o ki canlar, son gün son dakikaya kadar tuvaletler hala sıçılabileybılmış, güneş açmış, insanlar acayip yardımsevermiş falan, neyime fayda.. sen oraya misal getireceksin Metallica, Dire Straits koyacaksın, en olmadı Mark Knopfler getireceksin, yılların ezikliği Red Hot Chili Peppers’ın cümle organını gözümüze sokacaksın, Rammstein’ın sahne şovu yüzünden öndeki seyirciler birinci dereceden yanıklarla ama mutlu yüzlerle festival hastanesine kaldırılacaklar falan.. alternatif sahnede de tiesto çalacak, oakenfold skreç atacak.. sen bunu yap, sonra bırak yağmuru, isterse kafamıza taş yağsın, gıkı çıkanın alnını ben bizzat karışlarım.. öyle 5000 kişiyi -karın tokluğuna- çalıştırmakla festival olmuyor, olamıyor, ancak emokidlere güzel bir anı kalıyor bu boş kubbede..

ulan benim böyle bi organizasyon şirketim olucak, sponsorum coca cola, efes pilsen olucak, o museyi placeboyu alternatif sahnede çıkarmazsam adam değilim diyor saygılarımı sunuyorum..

son söz:

Masstival gelecek bütün dertler bitecek, selam olsun Echoes beylerine:)

annem /babam olurmusun?

Gözlerim masmavi..Çok güzelim,yumuşacığım.. Birbuçuk yaşındayım..Babam beni bir akrabasına bırakıp birlikte geldiğimiz Miami'deki evine döndü..Bu ailenin kuşları ve bahçede baktıkları bir gözü görmeyen ve beni hiç sevmeyen bir kedileri var..Ben sevilmek,öpülmek,önemsenmek,süslenmek istiyorum..Uzun ipek tüylerimin taranıp okşanmasını istiyorum...Burada huzursuzum,hep diken üstünde hissediyorum kendimi..Beni seviyorlar aslında ama olmuyor,olamıyor........
Annem olurmusun?
Babam olurmusun?

Terkedilmek istemiyorum...Birkez daha özlemek,kapılara bakmak,şimdi gelecek diye ağlamak istemiyorum...Birlikte yaşlanacağım bir ailem olsun onlara nazlanayım istiyorum....

Sevgi istiyorum...Yumuşacık başımı kucağına gömüp uyumak istiyorum,güvende olmak istiyorum..Benim sevgim,güvencem olurmusun?Annem olurmusun?

Bağlılık,huzur,mutlu bir yuva istiyorum...Babam olurmusun??

Aşkın olmak istiyorum...Aşkım olurmusun......?

rock n coke bienali, şaştık da kaldık..

tahinpekmez.org üyesi custi kardeşimizin kendi çabalarıyla rock n coke festival kasabasının otoparkında gerçekleştirdiği bienal aktivitesi, izleyenleri şaşırttı.. kendisine uzatılan mikrofonlara "tamamiyle içimden geleni sanatıma yansıtıyorum, aklınıza birşey gelmesin" diyen custi bey biraderimizin yaptığı gösterinin ileri safhalarını rtük kanunları uyarınca yayınlayamıyoruz..


ps: görülen resimde en ufak bir fotoşop ya da benzeri bir program kullanılmamış olup tamamen kameranın gördüğü kareden ibarettir. bir ibişin defteri bu şekil dürülmüş olup sıra diğerine de gelecektir, frekoyla uğraşan herzaman allahından bulmuştur, bulmaktadır, bulacaktır, titreyerek kendinize geliniz:)