28 Ekim 2006

one of these days, i'm going to move the site in another place..

bilenler biliyor, aylardır söz veriyoruz, ha şimdi ha yarın valla bitti derken o kutlu gün kapıya dayandı!
akşama sabaha kabilinden bir süre içinde, pek saygıdeğer www.bluehost.com dahilinde bize ayrılmış köşemizde paşa paşa oynayacağız, çılgın atacağız, at binecek kılıç kuşanacağız falan.. ve fakat arada bir takım enteresanlıklar oldu, tek tek anlatmaktan yoruldum, buradan bir basın açıklaması yapayım istedim:
bildiğiniz gibi, son üç beş gündür adres satırına www.tahinpekmez.org yazan bünyeler http://searchyouneed.info/search.php?q=nerde&ref= gibi bir yere yönlenmektelerdi (sıklıkla ben dahil).. bunun sebebi, varolan datayı düzgün bir şekilde yeni yerimize export edebilmek gayesiyle siteyi iki saatliğine kapattığımızın akabinde, bir de baktık ki frackman.blogspot.com adlı yer biri ya da böyle işler için yazılmış bir program tarafından register edilip bu salak arama sitesine yönlendirilmiş idi.. saygıdeğer coderimiz merlin hemen frackmanr.blogspot.com adresini alıp tüm veriyi buraya yönlendirdi, ve dahi geçici olarak ana sitenin adresini de buraya akıttı.. bayram seyran demeden turkticaret.net'in kapısını aşındırdık, yeni yönlendirme hadisesini de devreye soktuk, bilen bilir anca bugün iş bitti..
halihazırda tepede frackmanr.blogspot.com adresini görmekteyseniz de, bu artık süper geçici bir durum, dediğim gibi, akşama sabaha dilediğinizi arayıp bulabileceğiniz, yazmak için başka bir browser ekranına ihtiyaç duymayacağınız, inceden profil şekillendirip diğer üyelere "öyle değil o baboli, vıdı vıdı" şeklinde mesaclar atabileceğiniz (hamburger teklifi ikinci bir emre kadar ayıptır:)) bir mekanımız olacak..
merlin kişisine şimdiden huzurlarınızda verdiği sözü layıkıyla tuttuğu için teşekkür ederim.. şekilde şemalde ilk başlarda primitiflik olabilir, lakin aramızda nice eli maus tutan vatandaş mevcut, "abi şurası şöyle olsa böyle olsa" diyenlerin teklifleri anında işleme tabi tutulacak ve site günden güne daha prezentabl hale gelecektir, frekonun sözü bu!
daha kral bir ortamda, birlikte coşabilmek ümidiyle,
frackman revolutions, tükürdüğünü yalamayan adam..

20 Ekim 2006

vioser hijyenik ürünleri!

yeni bir kadın pedi markası bu, ya da otomatı, ne bileyim işte böyle bişi, malum yer olağan arızası için gerekli ara ürünleri sağlama şeysi bu..

lakin mühim olan, abilerin yaptığı / yaptırdığı site, hatta o da değil, ilk açılışta üst kısımda çıkan flaş animasyon..

mozilla kullanıcılarının ad bloker uygulamasını açmasını ya da çıkan play tuşuna tıklamalarını tavsiye etmesem de, ben bunu dedikten sonra tıklayacaksınız nasılsa.. rep bey biraderimiz gösterdi de oha oldum, sizi de ohannesburger edeyim istedim..

aha da link: http://www.vioser.com.tr

vallahi bravo, ilk defa bir görselde böylesine delikanlı olunmuş, iyi anlamda:)


50 kommentten aşağı kırarım bu postu, repleri görelim:)

kan şekeri hiperaktif çocuktum ben gribal enfeksiyon olduğumda

Selam:)

Hav meni taymdır gayet uyuz edici, incik cincik bir iş aldığımdan ve bu işi bitirmek için hemi evde hemi işte sabahladığımdan ve aynı zemanda oruçtu sahurdu karmaşası içinde bulunduğumdan tahinimin pekmezimin yüzünü göremez olduydum. İşi teslim edip cuma ödemelerini büyük ölçüde yapınca hafiften bir gevşeyip siteye girdim. Öncelikle insani bir borç olarak google reklamlarına dıhladım her zamanki gibi..Yalnız bir acaiplik var ki bende midir ortamda mıdır bilmiyorum, en tepedeki reklamlardan (Ramazan'ın da etkisiyle) "islami chat" yazana tıkladım vefakat açılan linklerden İzmir'den arkadaş bulma sitesine kaydım ki içerisinde boncuk gibi hatunlar vardı..Sonra oruç olduğum hatırıma geldi, siteyi sık kullanılanlara ekleyip bayram sonrası İzmir kızlarına musallat olmak üzere kapattım pencereyi..

Yazının başlığı dikkatinizi çekmiştir veya merak uyandırmıştır..Yani inşallah öyle olmuştur. Niye durduk yerde böyle bir başlık attım, aşağıya buyrunuz.

Milletçe bazı şeyleri moda yapma , hatta deyim yerindeyse patlatma huyumuz var..Video dönemlerini bilenler bilir, herkes kaset manyağı olmuş, her semtte iki üç videocu açılmıştı...Zaman zaman bir marka, zaman zaman bir kelime vs..Hülya Avşar bir başlık giyer, ertesi gün İstiklâl'de vitrinlerde "Hülya Avşar başlığı geldi" yazar falan..Toplumsal alışkanlıktır, sana nedir deyip geçebiliriz buraya kadar ama işin bir garip boyutu da var.Biz hastalıkları da moda yapıyoruz yahu..

Bir arkadaşına soruyorsun misal "bugün biraz yorgun görünüyorsun hayırdır" diye..cevap: "ay kan şekerim düştü biraz, ondandır".. Allah Allah.. Benim bildiğim şeker tahlili, sabah aç karnına yapılır, ya o el kadar cihazlarla ya da laboratuarlarda..Ama biz aşmış milletiz ya, şöyle içimizi dinleyip "hımm, kan şekerim düştü" diyebiliyoruz..Yeni çıktı bu türkü..Eskiden insanlara sordun mu ya "başım ağrıyor" ya da "üşüttüm galiba" derdi..Peki şimdi? Olur mu canım, ya "migreniniz" vardır ya da "gribal enfeksiyon"..Nezle deyip sosyeteye rezil mi olalım? İkisi aynı şey değil mi? Ben emin değilim valla.Eğer doktor değilseniz sizin için farketmez nasılsa, ikisinde de sümüğünüz akıyor sonuçta. Ha ille de ayrım yapmak gerekirse biri nezle biri gripti eskiden. Şimdi öyle değil ama..Gribal enfeksiyon.. Ne kadar gavurca olursa hastalık o kadar önemli, siz de o kadar ilgiye muhtaç mı oluyorsunuz, anlamıyorum ki..

Eskiden bizim çocuk çok yaramazdı..Peki şimdi? Hahaayt.."ay bizim çocuk aslında yaramaz değil, hiperaktif şekerim"..Çocuğu misafirlikte biraz koşturup gürültü yapan her anne babanın ağzından bunu duymaya başladık. Niye? Benim bir doktordan dinlediğime göre hiperaktivite, basbayağı bir hastalık. Öyle zırt pırt görülen birşey de değil üstelik. Aslında çocuğun canavar olma hali..Fakat ille de kendimizi önemli hissettireceğiz ya "ay bizim çocuk hiperaktif valla,naapsam doktora mı götürsem ki" Ben bunu diyenlerin çocuğunu doktora götürdüklerini hiç görmedim..

Hülasa, sırf insanlar ilgi göstersinler diye kendimize abuk sabuk hastalık isimleri takıyoruz..

Eski insanlar ne kadar rahattılar oysa..Çocuk yaramazlık yaptı mı poposuna iki şaplak atarlar, başları ağırırsa biraz kesmeşeker alır veya aspirin sallar, burnu aktı mıydı annesi limonlu ıhlamur kaynatır, içerdi mis gibi..

Askerliğimi Diyarbakır'da, şu an Genelkurmay Başkanı olan paşamızın korumalığını yapan bir karakolda yaptım. Paşa, askeri hastanenin fakir halka bedava sağlık hizmeti vermesini (haftada bir gün) ve yine bedava ilaç dağıtmasını emretti..Mekan bizim karakol, karakolda olayın organizasyon sorumlusu bendeniz. 7 ay boyunca yaklaşık 5 bin kişiye hizmet verdik. O hizmet sırasında yarısı Türkçe bilmeyen ve gerçekten ve maalesef fakir olan vatandaşlarımız "neyin var" sorusuna hep şu cevabı verirlerdi: "başım ağriy, belim ağriy, her tarafım ağriy"..Niye hep aynı şeyi söylerlerdi? Çünkü bir öncekinin bunu söyleyip muayene olduğunu öğrendiği için, devlet kapısından dönmesin diye, ezberlerdi bu şifreyi ve zaten kıt bir Türkçesi olduğu için (yarısının hemen hiç yoktu, tercümanla anlaşıyorduk) derdini bu cümleyle ifade ederdi..

Onun "başım ağriy"'si neyse sizin migreniniz de kan şekeriniz de aynı, hiç kasmayın boşuna:)

öpmişumdur

bir milyar altıyüzelli milyon dolarla yapılabilecekler silsilesi..

evsahbimiz gogıl, geçende allahın dandik yuutub denen sitesine buna benzer bir rakam verince bende de şafak attı.. arkadaş, siteyi açalı dokuz ay olmuş, ve bizim de ufak ufak suyumuz ısınıyor olmalı.. tabi ki o rakamı hayatta kabul etmem, beş milyar dolardan bir sent bile aşağı olmaz ama, yani nası desem, para böyle milyar dolar mertebesine ulaşınca, biri de beşi de aynı kapıya çıkacağından, postu fiziki gerçeklik üzerine oturtayım istedim..

öncelikle gogıl böyle bi para attığı vakit önümüze, hepsinin üstüne görmemiş gibi atlamıyoruz, veriyoruz parayı nobelli bir matematikçi tutuyoruz, kontribütörlerin bugüne kadar olan katkılarını satırı satırına hesaplıyor, ve her kişi için 1.650.000.000 $ / x oranını belirliyor.. e tabi ki postların büyük çoğunluğu benim olduğu için aslan payı civarı bişi indiragandi oluyor -kafamdaki meblağ 300 milyon $ civarı, üstü sizin olsun, size bişey olmasın- ve direk aşağıdaki mekana kütüğü aldırıyoruz:


görmekte olduğunuz bu yeryüzü cennetine 70 milyon doları bastıktan kelli, kalan paranın bir kısmıyla ukraynada bir belde ile güzel bağlantılar kuruyor ve ayda bir adamıza charter seferi koyduruyoruz.. airbus a 330 modeli uçaklarla o beldenin insanları bu beldeyi görmek, dinlenmek, eğlenmek maksadıyla geliyorlar, bu sırada halihazırda adada bir ayını doldurmuş olanları geri dönüyor.. o namussuz uçak her halükarda 300 beden taşıyabiliyor, oyy oyy oyyy sayın seyirciler:)

kendi yağıyla kavrulmak isteyen tahinpekmezciler için adres verelim:

www.privateislandsonline.com

şimdilik bukadarla bırakalım, gerisini coştukça komente yazalım, ayrıca katkısı olan boş durmasın diyor yerli lostta birlikte kaybolalım istiyorum:)

freko, grip mikrobu yüzünden ne dediğini bilmeyen kimse..

17 Ekim 2006

once upon a time in the west..

altıyüzüncü official post yine dükkan sahibine nasipmiş, ne diyelim, bize bişi olmasın diyor bu güzide anı gene muhteşem bir dire straits şarkısı ile taçlandıralım istiyorum, ya settar..

özellikle 13 dakikalık alchemy live versiyonuyla gönüllerde taht kurmuş bu eser, aslında bir noktaya kadar gözlerimizde çalıların uçuştuğu gün batımı sahneleri akıtıyorsa da, şahsım adına mark knopfler'ın bizim adımıza hayatla yaptığı ve her zaman kaybedilen düellonun gitara strata dökülmüş halidir.. bunca strat hastalığımız gün gelecek bize isim benzerliğinden sırat köprüsünde kolay bir geçiş için torpil olacakmıdır, an itibariyle soru işaretidir..

ve fakat sırat öncesi ya da sonrası, oraları çok iyi çalışmadım bilmiyorum, elbet ya kabirde ya da gayya kuyularında bazı vicdani problemlerin kaynar katran çıktılarıyla hemhal olacağımız bir muhakkak.. kaldı ki, etten kemikten dakikaları kaldırıp kaldırıp çöpe attığımız bu non fermente yaşam formumuzda dahi, üzerimize damlamasa da içimizden akıp ciğerimizden buharlaşabilmek için gedikler aramakta, bulamayıp kana karışarak en nihayetinde yüreği sıkıştırmakta, oradan aldığı ivme ile de beyini talan edip yıllardır her geceyi uykusuz kılmaktadır bu katranımsı vicdan.. hataların bir bileşkesi bir hayat, ve anlamamakta gayretkeş bir ruh, anima, aura, adını sen koy..

en kahraman gözükenin de en alçak satıcıdan farkı kalmadığı anlar olmuştur hayatında, belki hiç hatırlamak istemediği, ancak uyuduğunda karabasan formunda gelip yanına kıvrılan, sabah ezanına kadar ve bazen ondan da öte, dürtüp duran, uyutmayan anlar; ve hayat bunlarla yüzleşmeyi en gerektiren yaşam formudur.. belki de flatliners filmi ambiansıymışcasına, birşekilde gün gelir yaptıklarının ya bedelini ödersin, ya da helalleşirsin; başka yöntemi yoktur gözü kapalı huzur içinde ölebilmenin.. sen yaşamaktan vazgeçsen bile geçmişin hayaletleri seni kovalamaktan vazgeçmez, ya bu kapının ardında, ya bir otobüs durağında, en olmadık yerde gelir seni bulurlar.. önemli olan, hayalet(ler)in seni bulduğu vakit, vaktin çok geç olmamış olması, ve yeni bir hataya düşmemen için yeterince büyümüş, öğrenmiş, örselenmiş olmandır..

tecrübeler acıdır, tecrübeler acıtır, ama büyümenin bir başka yolu henüz keşfedilmemiştir.. yeterince acımışsa canın, bir daha acımaması için içgüdüsel olarak doğru olanı yaparsın, hayalet buhar olur gider, sen bir katran kazanının daha kapağını örttüğün için rahatlarsın, bir sonraki kazan kafandan aşağı dökülesiye hayat normal akışına girer..

fakat henüz yeterince acımamış canlar, can acıtmanın ne kötü olduğunu bilmediklerinden, yakmaya devam eder; belki istemeden, ve fakat olası katran kazanlarının ateşine yeni odunlar atarak, ateşi harlandırarak kendi karanlık gecelerini daha karartır, uykusuz sabahlara yenilerini rezerve ederler.. elbet onlar da öğrenecektir gün gelip, kurtulacaklardır bu illetten, bir gün, evet..

oh yeah, once upon a time in the west
oh yeah, once upon a time in the west
oh yeah, once upon a time in the west

14 Ekim 2006

kurtlar vadisi reloaded!

bir hasret sona eriyor, senaristler tekrar kafayı çalıştırarak vadiyi hayatımıza sokuyorlar.. vadi gitti gideli aklımızı alan lost'tu, battlestar galactica'ydı, ne bileyim türlü türlü gudiklikten kurtulacağımız günün tarihi ocak ayına isabet ediyor..
vatan gastesinin duyurduğu habere göre, dizinin "hayatta kalan" oyuncularıyla toplantı yapılmış, birşekil oturtmaya çalışmışlar.. müge anlı'nın saydığı isimler şunlar: Polat Alemdar, Halo, Abidin (cezaevinde), Deve Tuncay (cezaevinde çıldırdı), Memati, Güllü, Erhan, Abdülhey, Ömer Efendi ve Nazife Hanım, Elif’in annesi, kardeşi Eren, Safiye Karahanlı, Hikmet, Nevzat, Nesrin (İsviçre’ye gitti), Canan (avukatlığı bırakıp yurtdışına gitti)..
sayın anlı'yı kınıyoruz.. orada bir yerlerde koskoca Şahin Ağa yatıyor mapus damında.. tek başına konsey olur, vadi olur, eser gürler ululardan bir uludur..
kurtlar vadisi ırak garabetini temizlemek için bulunmaz bir fırsat yakalayan yapımcı firmaya, "pana film, şahin ağa'yı unutma, yoksa biz seni zaten unuttuk" diyor saygılarımı sunuyorum..
saygıdan sonra, bir şahin ağa aforizması apartayım, arif olan anlasın:
"reple gelen rüzgarla gider!"
freko, bir bilen..

13 Ekim 2006

tahinpekmez eliyle, şehremanetine açık mektup..

sayın belediye başkanım,

bu mektup açık mı olsun kapalı mı olsun, yoksa ucunu yakayım da mı yollayayım, karar veremedim.. lakin daha önce çok çok sayın bir okadar da ulu Vali hazretlerine açığından yazmıştım, sağolsun alakadar oldu, işimizi çözdü, beş duyunun hepsinin maksimum haz aldığı bir konseri sayesinde izledik.. belki bu da işe yarar..

evet, bir seçmenim, vergimi ödüyorum, her allahın günü daha çok vergi kaynağı yaratabilmek için de işime gücüme gidiyorum.. lakin son birkaç yıldır bu işe gidip gelmeler bir ızdırap haline dönüştü.. sebebi, oyumuzu esirgemediğimiz siz ve pek sayın kadrolarınızın bir üç beş derken an itibariyle yüzlerce, binlerce noktada inşaatlar, yollar, tüneller, üstgeçitler, şunlar bunlar yapıyor olmanızdır..

istanbul büyük şehir, ve her geçen gün daha da büyüyor, ne yol yetiyor ne altyapı, ve bunların yenilenmesi, geliştirilmesi gerekiyor, tamam.. anlamadığım konu, 36 senedir türlü belediyelerin icraatlarına yaptığım şehadetler arasında, böylesi bir coşkun harekat olmayışıdır.. bukadar çok işi bir arada götürebilmek tahminimce muazzam bir kaynak gerektirmektedir.. iş gücünü şunu bunu saymıyorum bile..

bu mektubun sonunu nasıl getireceğim bilmiyorum, çünkü söylemek istediğim okadar çok şey var ki, bir konu bütünlüğü yakalayabilecekmiyim, orası meçhul.. ben gene de, hafif hafif sıralayayım sorularımı:

bukadar çok inşaatı aynı zamanda yapmak nerden aklınıza geldi? aksakallı bir dede rüyanıza girip, "oğulll bu şehre haybeye 'taşı toprağı altın' denmemiş, kaz bakalım ne bulacaksın"mı dedi, yoksa bilmediğimiz başka bir duyum sonucu mu böylesine hummalı bir çalışma içindesiniz, nedir.. yok, eğer kazdığınız yerden altın / hazine falan çıkmıyorsa, bunca inşaat için gereken kaynağı nerden buldunuz, nasıl finanse ediyorsunuz, daha da açık tabiriyle, dayınız kimdir? hadi diyelim parayı başkent verdi, "imar ya şehremini" dedi, siz de orayı granit yapayım, yok olmadı bakalit yapayım, bu da yetmedi beton dökeyim zihniyetiyle üzerimize çöktünüz; peki olası bir ekonomik krizde zaten gayet oynak -volatil- olan kurların bir gece içinde üçe katlanabildiği bir ülkede, böyle pilav gibi yayılma politikasına nasıl cesaret ettiniz? de ki dolar yarın sabah 3 lira, o işleri nasıl devam ettireceksiniz?

bunca işi bir arada verdiniz, ve bunların ekseriyeti müteahhit / taşeron firmalar tarafından yapılmakta.. tüm bu inşaatların hepsini kanunların emrettiği ölçüde denetlemede yetkin ve etkin kadrolarınız varmıdır, vardı da bunca senedir nerelerdeydi bu adamlar, yeni mi işe aldınız, mühendislik fakülteleri belediyeye kontrolör mü yetiştirmektedir, bizim dayıoğlu işsiz, inşaat mühendisi, açıkta kadro varsa sokarmısınız.. eğer mevcudunuz yetersizse, müteahhit firmaları çayıra saldınız da -evet kesinlikle- mevlam mı kayırıyor vergi mükellefinin paralarının çarçuriyet katsayısını?

zibilyon tane firma adı okuyorum yollarda, hede inşaat, hödö inşaat, şu bu.. ve tüm inşaatlarda aynı laf: "verdiğimiz geçici -bana sorsan çoktan kalıcı oldu- rahatsızlık için özür dileriz, hede inşaat ve istanbul belediye başkanı".. tüm bu firmalara ortakmısınız, yoksa danışmanmısınız, niye isminiz birlikte geçiyor? ayrıca sizin, ailenizin, belediyedeki kadrolarınızın, partiden dostlarınızın bu taşeron firmalarla herhangi bir bağı olmadığını, olsa olsa isim benzerliği olabileceğini kanıtlarıyla birlikte yayınlayabilirmisiniz? benim aklıma bişey gelmedi ama, millet söylüyor, ben de kıllanıyorum ister istemez..

şahsım adına en can alıcı konuya geliyorum: sayın başkanım, aynı yol / sokak falan, üç ay beş ay bilemedin bir yıl içinde, neden bir kez kazılıp kablolar yeraltına alınır /asfaltlanır, sonra asfalt beğenilmez kaldırımlarla birlikte tekrar sökülür ve bir daha yapılır, ardından da komple yol sanki havaya uçurulmuşcasına delik deşik edilir de kanalizasyon künkleri değiştirilir? bahsettiğim yer afrikanın balta girmemiş ormanlarında değil istanbul güneşlidedir.. bu örneği minimum 100 başka örnekle geliştirebilir, tüm "ya orda öyle bi hata oldu ama hallettik eheh" çabalarınızı boşa çıkarabilirim.. acaba, başımıza geldiğiniz günden beri, yapılan her bir kazı, tamirat, bilmemne, hertürlü çalışmanın tarihi, sebebi, kazılma ve kapanma tarihleri, sonradan neden açıldığı, hatanın kimde olduğu, nasıl tazmin edildiği, hata planlamanızdaysa müsebbiblerine nasıl ceza verdiğinizi, tüm detayıyla yayınlayabilirmisiniz?

özel sektör çalışanı olduğum için, şirketin bir liralık kaynağını haybeye kullandığım tespit edilirse bu önce maaşımdan kesilir, tekrarında iş akdim feshedilir, hem de tazminatsız.. üç yıldır her allahın günü çektiğimiz çilelerin tazminatını hangi merciden alabilirim? tüm bu sorulara verecek olduğunuz yanıtları tazminata sayacağımı, eğer alamazsam bir sonraki seçimde oyunu size vermeyecek milyonlardan biri olacağımı bu vesileyle beyan ederim.

en derin saygılarımla,

frackman revolutions


12 Ekim 2006

pamuk orhan - lokman hekim gelse yaram azdırır..

bir nobel barış ödülü daha, acısıyla, tatlısıyla bağlandı ve bitti sayın seyirciler.. bu sene ipi göğüsleyen kişinin adı renkli türkçe, ve hatta benimle aynı coğrafyada yaşıyor, aynı oksijeni yakıyor, sıçtığımız aynı marmaraya gidiyor, ve hatta aynı nüfus kağıdına, pasaporta sahibiz (onunkisi yeşil olabilir, ve hatta artık ödülü var kırmızı bile verebilirler, no problem)..

bu bir garip freko kardeşiniz, kimi postlardan da bileceğiniz üzere, uzun yıllar memleketi yabancıya tanıtarak ekmeğini kazanmış bir kimsedir.. yapılan muhteşem dış tanıtımlar sonucunda, memlekete gelen eksiksiz her yabancının "develer nerde, senin kaç karın var, çöl ne taraf" gibi sorularına maksimumu bir hafta süren cevap sekansları sonrası memleketine bu ülkeye tekrar dönmek üzere gitmesini sağlamış bir yurdum gönüllüsüdür.. göze çarpan her boku bir kisveye büründürüp allamış pullamış, ve fakat yıllar geçip büyüdükçe, ve kendi gerçeğini kabul ettikçe, kafileyi fatih'in enteresan yerlerinden de geçirtmiş, konya'nın çingene mahallesinde bildiğin toprak damlarda oturanları da tanıtmış, ve fakat tüm bunları memleketin gerçekleriyle açıklayarak ecnebinin bakış açısını dardan geniş açıya almayı başarmıştır.. buradan "hadi lan herifleri kandırıp kandırıp sattın halıları, karıyla kızla gezdin allahsız" adam diyenleri duyar gibiyim, lakin tek bir allah kulunu kandırmışlığım, tek bir ecnebi huriyi sarhoş edip yatağa atmışlığım yoktur, kalıbımla temin ederim..

şimdi tüm bunlar, binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce (milyon karıştırmiyim, emin değilim) vatan evladından birinin yaptıkları.. ve bu kişi(ler) hiç üzerlerine vazife edilmediği halde bu işleri yapar, sonra bir sebeple ecnebi memlekete gideceği vakit vize kuyruklarında can çekişir(ler)..

öte yandan, pamuktan müteşekkil orhan kardeşimiz, üç beş kitap yazar, karizma yapar "kitaplarımı dolmakalemle yazıyorum" diye, şahane bir hayatı vardır şişlide nişantaşında bir apartımanda büyür, ki o vakitler bunlar yok ise halin haraptır, şimdilerde yalıdan boğaza bakar artık ne içer ne içmez bilemem okadar tanışıklığımız yok, sonra benimle aynı memleketin suyundan içmiş aynı kaldırıma -ara sıra- basmış bu adam, kalkar gider yabancı ellerde, "türkiye'de şu kadar x bukadar y cinsinden insan öldürüldü" der, nobele aday gösterilir, bir tur pas geçilir, ertesi sene, tam da fransa meclisinin ermeni soykırımı yok diyeni içeri atmayı kabul ettiği gün, bunu perçinlermişcesine ödülü veriverirler kucağına..

nobel ödülünün ne olduğunu belki bilmeyen vardır, bir kısa geçelim: alfred nobel diye bir eleman, trinitrogliserini bir şekilde kuma emdirmeyi başarıyor, bundan dinamit üretiyor, bu sayede zibilyon tane insan ölüyor, fakat alfred abi çılgın bir servet yapıyor.. bu servet zamanla her zenginde olduğu gibi alfred abide de vicdan yapıyor ve neticede abi nobel vakfını kurup varı yoğu buraya bağışlıyor, paralar ilimde fende edebiyatta barışta güzellik yapan insanlara dağıtılsın diye.. toprağı bol olsun, ahmet kaya güzel bir şarkısı içinde aynen şöyle derdi: "bu ne yaman çelişki anne.."

şimdi iki durum var.. pamuk orhan, eğer benimle aynı öze gerçekten sahipse, diyecek ki bir gaflet anımda dedim onu, ve fakat istemiyorum, kanla gelen ve kan için verdiğiniz ödülü götünüze sokun.. ya da gidecek alacak ödülü, böylece bura kimliğine fasaryadan sahip olduğunu ispatlayacak, sonra ne yüzle, ne hakla vatana geri dönecek, yalısında boza içecek, kestane kaynatacak, mısır patlatacak..

mehmet aurelio da tc vatandaşı, ve fakat oldu olalı 4 milli maça çıktı, henüz gol yemedik..

elin brezilya dönmesi şoparı senden daha çok işine yarıyor memleketin orhanım, sen nerenin dönmesisin ki bu kadar içimizdenken böylesine habissin?

senin kitap diye yazdığını ben domatese kesekağıdı yapmam diyor saygılarımı sunuyorum..

Fransa - Ermeni Soykırımı Yasası - Boykot

Bugün kabul edilmiş yasa ikiyüzlü Fransa'nın gerçek yüzünü göstermiş yasadır.

Şimdi merak ediyorum Türkiye olarak ne tip tepkilerde bulunacağız. Tanzimattan bu yana Fransa herşeyiyle bu topraklara gözünü dikmiş ve öncelikle Osmanlı'yı içerden çökertme işini başardıktan sonra Türkiye'de yoğun bir Fransız lobisi oluşturmuştur.
Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı talanlarından önce eğitime gözünü dikerek zilyon tane Fransız okulu açılmıştır. Ağaç yaşken eğilir mantığıyla. Bu konuda yalnız da değildir ama Türkiye'de en fazla Fransız okulu bulunur. Sonra Lozan'da bu okulların geleceğini garantiye almış ve ülkelerine geri dönmüşlerdir. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş döneminde öğrencilerine bunu aşılamayı da öyle iyi başarmışlardır ki, şu anda adını vermeyeceğim bir cemiyet başka bir alanda başarılı olmak için halen ayak oyunları çevirmeye devam etmektedir.
Böyle 60'lı 70'li senelerde fransız müziği, fransız sineması, fransız mutfağı, fransız modacısı hastalıklarını iyice içimize sokmuştur.
(ne müziğini dinlerim, ne filmini izlerim ne de yemeğini beğenirim. modacı konusunda da evet başarılıdır ama dizaynlarını başka milletlerden soyunu kırdığı ya da asimile ettiği insanlar yaptıktan sonra adı fransız olmuş.)
Sanayide, ticarette başlamış içimize girmeye bu hastalık. Politikamızın, politikacımızın içine bulaşmış. Sosyalizmin, demokrasinin ve laikliğin tek savunucusu örnek ülke Fransa olmuş. (vay vay vay... o yüzden nice arkadaşım buradaki fransız okullarından mezun olup Fransa'ya üniversite okumaya gittiklerinde arkalarına bakmadan geri dönmüşlerdir, müslüman/türk oldukları için yapılan ayrımcılıklara dayanamadan.)
Zamanında acaba bu işin içinden nasıl çıkılır diye düşündüm. Misal nasıl olsa Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı'yı reddetmiş ve topraklarından sürmüş bir ülke olarak bu tartışmalardan "varsa da bizi bağlamaz" diye sıyrılabilir miydi? Ama sonra hangi ülke hangi imparatorluk hangi zamana bakıp kaç kişinin öldüğüne göre bir takım hesaplar yapılmalı ve herhalde öyle bir durumda en yumuşağı Osmanlı kalacağından kimseye gelmez böyle sıyrılmalar.
Bir de anlamadığım madem biz bir ırkın soyunu kırdık ben nasıl Ermeni iş arkadaşımla güle oynaya yemeğe gidiyorum? Neden beraber aynı mahallede oturan Türk Ermeni Rum vs insanlar birbirine türlü pislikler yapmıyorlar da birbirlerinin düğünlerine, cenazelerine gidiyorlar? Ekmek, yağ karneye bağlıyken neden bir evde toplanıp bir tencereden yemek yediler? En önemli futbol takımlarından birinin baş amigosu nasıl Ermeni olur?
Bu ülkede var olmayan bir düşmanlığı içimize sokmaya çalışıyorlar. Umarım bu oyuna milletçe gelmeyeceğiz.
Peki o günden bugüne Fransa konusunda hangi noktaya geldik ve neleri boykot etmeliyiz? Milli boykotlara genellikle karşıyımdır. Özellikle internet yoluyla Amerika'yı boykot mesajlarını şahsım adına abesle iştigal olarak görüyorum. Çünkü bir şeyi boykot edeceksen onunla ilgili hiç bir şeye temasın olmamalı. Bakalım biz Fransa ile ilgili nelere temas ediyoruz (Allaha bin şükür bu teknolojiyi Fransızlar icat etmedi... zaten bir fransız icadı da aklıma gelmiyor nedense)
  • fransız okulları: çocuklarınızın kaydını alabilecek misiniz o okullardan?
  • fransız şarabı: alternatifi çok.
  • fransız arabaları: renault'un pazardaki payını düşürme ihtimalimiz var mı milletçe?
  • fransız şirketleri: hadi ben bu ülkeden gelen parayı istemiyorum diyecek misiniz?
  • fransız sempatizanı arkadaşlarınız: görüşmemeyi başarabilecek misiniz?
  • fransız kozmetik ürünleri: bu mesela benim için çok zor ama deneyeceğim. peki ya siz?
  • fransız sineması: beyoğlu euroimage sinemasının fransız-ermeni lobisi kaynaklı olduğundan haberiniz var mı? amelie vs filmleri ilk 10'dan çıkarabilecek misiniz?
  • fransız mutfağı: o mutfakta çiğ etten başka ne var onu bir bilsem zaten.
  • fransız sporcular: geneli asimile edildiğinden bir kısmını ayrı tutabilirsiniz ama Barthez'i alkışlayacak mısınız?
  • fransız giyim markaları: allaha bin şükür italyan ve ispanyollar daha revaçta son zamanda.
  • fransa'ya gitmek: balayı vs vs için fransa yerine başka bir yeri tercih edebilecek misiniz?
  • fransız hardalı: dijon hardalı etinize sürmekten vazgeçebilecek misiniz?
  • french toast: yumurtalı ekmeği annenizin usulü pişirip üstüne pudra şekeri serpmemeyi başarabilecek misiniz?
  • french kiss: sevgilinizi öperken dilinize hakim olabilecek misiniz? (aha da fransız icadı bu olsa gerek)
  • fransız yazarlar: konuşmalarınızda onlardan alıntı yapmayı kesebilecek misiniz?
  • fransızca kelimeler: fransızca konuşuyormuş gibi yapmamaya başlayacak mısınız?
Yukarıdaki soruları evet diye cevaplandırıyorsanız boykota hazırsınız demektir. Düşündürücü olduğu kesin. İşte şimdi benim aldığım bu Reanult marka arabanın yapıldığı yerde binlerce aile geçim sağlıyor diye düşünebilirsiniz. Ama paranın büyüğü kime gidiyor? Avrupa Birliği'nde Fransa bırakın Türkiye'yi Almanya'yı bile istemez büyüklüğünden ötürü. Asla Avrupa'ya egemen olamamanın ezikliğini yaşamış tarihi boyunca. Bir çok ülkeyi talan etmiş ve asla egemen olamamış. Böyle sinsi bir şekilde parazit olarak kalmış. Hala onun ezikliği sürüyor. Derler ya sinek küçüktür ama mide bulandırır diye. tüm dünyada sevilmeyen bir millet varsa o da bunlardır. Hiç kimse demez Norveçli'den hazetmem, Polonyalı'dan hoşlamam diye. İlk akla gelen Fransızdır, Fransa'dır. Neden acaba?

Kralın Dönüşü!

11 Ekim 2006 Türkiye - Moldovya maçını ben ve benim gibi ekranlarına kitlenmiş milyonlar büyük bir çoşkuyla izlediler. Maç için denilecek söz yok herkes takım halinde varını yoğunu ortaya koydu, burdan Rüştü'ye, Sabri'ye Servet'e Gökhan'a İbrahim'e Hamit'e Mehmet'e (Aurelio), Arda'ya, Gökdeniz'e Tuncay'a Tümer'e Nihat'a ve Halil'e Türk halkı adına sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Teşekkürü sunmadığımız bir isim kaldı onu bilerek sona bıraktık.Kral HAKAN ŞÜKÜR kral olduğunu 4 golle tescilledi kaçanları da saymıyorum. Kendisine yapılan onca şereften yoksun eleştiriye rağmen Milli Takım rekorunu bir golle kaçırdı (bir maçta en çok gol atan futbolcu rekoru) Tek merak ettiğim yarın gazeteyi aldığımda ona hunharca saldıranların (dikkat edin eleştiri demiyorum, tabiki de futbolcu eleştirilecek ama linç kampanyaları eşliğinde değil) o meşhur şapkalarını önlerine koyup koyamayacaklarıdır, kim ne derse desin hakan şükür bu gece onların kanat'larını yolmuşdur. Hakan yaptığı patlamayla bunların dillerini bir tarafa kaçırmışdır. Kazanan sadece kendisi değil Türkiye olmuşdur. Allah'a şükür Hakan Şükür...

10 Ekim 2006

gökten yağmur değil, sevgiler yağsın..

dün akşam haberlerde gösterdi, ben de milliyet'te linkini buldum, şirin ilimiz bursa'da vatandaşın kafasına apartmanın ikinci katından travesti düşmüş -gülmüyorum, ciddi duruyorum-..

şimdi, bu güzide ilimiz, taş fırın erkekleriyle ünlü bir beldemizdir.. koçyiğitler, küheylanlar hep bu şehrimizden çıkmış olup, en son fenerimi de şükrü saracoğlu'na gömen bir takımın anavatanıdır bilakis..

ama, bu durumda inceleyeceğimiz konu, tam da şu deyimi hatırlatmadı mı size ey tahinpekmez cemaati:

"gökten .m yağsa bizim kafamıza ..rak düşer, o da yerden seker ..tümüze girer!"

böyle doğan görünümlü şahin gibi, kadın görünümlü erkek, vatandaşın başına düşüyo.. ve bu iş, ne hikmetse, bursa gibi, yiğidin harman olduğu bir beldede gerçekleşiyo..

lan yoksa ben yanlış mı biliyorum, sanat güneşimiz çorumlu değilmiydi.. hmmm..

bursa'lı tahinpekmezciler için, c and c music factory'den gelsin: things that make you go, hmm!

diğer tahinpekmezciler için de link verelim: bahtsız bedevi

freko, cnn altyazı geçmiş sempatizanı

çocuklarım olmadan asla diyenler için..

televizyonlarımızı yaklaşık olarak 3 yıldır şenlendiren aliye dizisi ile ilgili sustum bugüne kadar lakin artık sıra bana da geldi ben de konuşuyorum. hadi bakalım..
3 yıl evvel ilk başladığında (3 sezon mu demeliyim) evimde olmayan internetin boşluğunu televizyondaki bilimum çeşit türk dizisiyle doldurmaya çalışırken keşfettim bu güzide diziyi.. hatta o zamanlar kimselerin izlemediği (daha yeni başlamıştı, seyirci asmalı konağın etkisini üzerinden atamamıştı felan yanlış anlaşılma olmasın sakın) bu diziyi annem ve ablam dahil sağa sola tavsiye edip ekranların karşısına bi kaç müptela kazandırmışlığımda vardır (komisyona karşıyım kesinlikle dolayısıyla ekibe herhangi bişey belli etmedim)
eminim ki hayatta işim olmaz diyen aranızdan büyük çoğunluk da dizinin en azından konusunu biliyodur. zira dizinin hemen arkasından yayınlanan özel hat gibisinden bi magazin programı olsun(ki en az yarım saatini bu dizinin oyuncularıyla gelecek bölüm hakkında ipucu almaya çalışarak geçiriyolar), atv ana haber bülteni olsun, oyuncuların günlük hayattaki ıvır zıvırlarıyla olsun dizi her daim gündemde kalmayı başardı. bu zaman içinde benim gibi başlangıçta sadık izleyicilerinden bi kısmını kendisinden soğutmuş olsa da (ya da eskisi gibi sadık olmayan diyelim) 3 hafta izlemeden geçen süreden sonra izlenildiğinde bütün açıkları kapatacak kadar da rahat anlaşılır bi dizi olma özelliğini kaybetmemiş.
ilk başlarda koca dayağından ve kaynanadan çocuklarını da alıp kaçmak isteyen aliye nin dramatik öyküsüydü dizinin ana hatları. lakin zaman geçti dallandı budaklandı sezonlar ilerledikçe. şimdi şöle bi ekrana baktığımda ;
-aliye dayısının muayenehane ile ev karışımı apartman dairesinde bi göz odada yaşar, konfeksiyonda overlokçuluk yaparken şimdi havuzlu evin bahçesinde artık boşanmış olduğu eski kocasını en şirret haliyle tersliyor..
- asarım keserim ayarındaki koca (sinan diyoruz biz) sütümü de döktüm yemek de kalmadı ki ne yiyim edalarında ezilmekte..
- eve gelen 3 -5 eski müşterisiyle kıt kanaat geçinen dayı, özel bi hastanede başhekim olma yolunda ilerliyo hatta o kadar ki 40 ından sonra evlendi çocuk pışpışlıyo..
- sinan dediğimiz hergele uğruna gül gibi aliye yi bıraktığı - tam o esnada zorla da olsa barışmışlardı- leyla hanfendinin ek kartlarını iptal ediyo, leyla hanfendi de hamile. sinandan ektiği tohumu büyütecem diye inat ediyo. velakin ilahi adalet işte çocuğu düşürdü al bakalım şimdi noolacak?
- aliye zamanında yediği koca dayaklarını unutmadığından olsa gerek, -bi de artık fabrika sahibi olduğunu belirtmek lazım bu hususta- atölyesinde çalışan kimi overlokçu, son ütücü ve hatta ortacı kadınları koca dayağından korumak için bi sığınma evi inşa etmeye karar veriyor..
- bu arada dizinin bunca zaman bunca genç kız ve kendini genç hisseden kadın tarafından izlenme sebebi olan deniz (ki gerçek hayatta nejat işler diye bilinir) adlı doktorumuz diziden son sezon ayrılmış olduğu için dizinin karizma yapan erkek figürü de kaybolmuş..
- çocuklar son derece mutlu ve tek vücut olmuşlar o kadar ki koro halinde konuşuyolar sadece. arada kanon felan da yapmak lazım halbuki (yanlış mı düşünüyorum?)
- dizinin artık çocuk kaçırma, çocuk psikolojisi, acı çeken anne figürü gibi kavramları kalmadığı için diziye heyecan katması için tasarlanan tüm sahneler sadece hastanede gerçekleşiyor..

durum bundan ibaret, şimdi sanılmasın ki bunca konuştum artık yüzüne bakmam dizinin. hayır! eski heyecanını kaybetmiş olsa da, halen "çocuklarım olmadan asla" diyebilenler de var şu hayatta.. ya siz?

vay babayın kemüüne!

böylesi avam bir başlıkla sizlere seslendim sevgili tahinpekmez insanları, lakin az sonra vereceğim linkteki sihirbaz ablanın kerametini gördüğünüz vakit sizin de -en azından erkeg üyelerin- benimle aynı tepkiyi vereceğinizden adım gibi eminim..

ve fakat önden diskleymır yapayım: pornografi vs. içermemekle beraber, cıbıl görüntüler bulunmakta olup, işyerinde hezeyana sebep olabilir, oruçluların niyetini erken bozabilir gibi bir takım yan etkileri bulunmaktadır.. çalışanların ve oruçluların akşam evden bakmasını tavsiye eder, esenlikler dileriz.. niyeti sarih olanlar için bir stres bulunmamaktadır, bunu da ekleyip linkimize geçelim:


Gala 2006 Ursula
Video sent by Uberlinkert


ilk komenti yapana ilk fırsatta bir adet kırmızı mendil hediyemizdir:)

freko, aklı dimağı böyle şeyleri almayan insan..

09 Ekim 2006

Başarısız Bir İlişkide Arkadaşın Yeri ve Önemi.

(Bu yazıda arkadaşlığın iyiliği güzelliği gibi şeyler okuyacağınızı düşünüyorsanız hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz.)

Böyle iddialı bir başlık görülünce düşünebilirsiniz “.bnetora bak. Gören de artiz, çapkın bişey sanacak” diye. Ama sizden ricam, once bir okuyun, görün. Hayattaki tecrübeler her zaman birşeyi birkaç kere deneme sonucunda edinilmiyor. Önemli olan az olandan da tecrübe, bilgi çıkarmtaktır. Neyse bu kadar ahkamdan sonra konuya girelim..

Lise yıllarım, ki 90’ların ortalarıyla sonu arasını kapsayan döneme denk gelir, kızlarla muhabbet günümüzdeki gibi rahat yapılamıyo enazından ben yapamıyorum. (Utangaçlıktan diye düşünürdüm hep ama şimdi lise fotoğraflarıma baktığımda, öyle saça sahip birini görsem kız olsam ben de konusmam. diyorum) Herneyse, emesen yok, sınırlı imkanlarla icq’dan kız düşürmeye çalışıoz, okulda da hedefimde bir kız var beğendiğim ama o zamanlar cep telefonu filan da bilmediğmiz için, alıp numarasını “mrb cnm, nslsn. bgn okulda görmdm seni. kntrum yoktu arayamadım. hasta diilsin umarm optm bye” içerikli smsler atamıyouz. Bahçenin köşesinde durup gelen geçeni kesmek, beğendiğimize “merhaba arkadaş olabilir miyiz?” Diye sormaktan ibaret bir çaba bizimki. (Evet utanıyorum kendimden)

Işte yine böyle bir zamanda, bahçe köşesinde, mahallenin delikanlıları edasıyla durmuş, yabancı dil sınıfından, zar zor ortak arakdaslar bularak adını öğrendiğim güzeller güzeli “Emine”’nin geçmesini beklemekteyim(evet Cem Karaca’nın Safinaz şarkısında söylediği gibi “adı biraz faul”). Saçlarımı herzamanki o iğrenç şekliyle soldan sağa yatırmış, önlerini kabartmış, yarım kilo jölemle rüzgara karşı koymaktayım. Ceketi sınıfa bırakmış, gömleği pantalon dışına salarak kendimce karizmatik bir hava yakalamış, “ben 5 yaşımdan beri gömleğimin yaka düğmesin bağlamıyorum” duruşuyla da yakışıklılığımdan emin bir hava çizmekteyim. Hatta öyle ki gelip geçen 2-3 kızın da dönüp bakışlarına aldırmamış, tek eşli turna kuşu misali sadece sevdieceğime bakarım izlenimi vermişim. Bir anda kantin kapısından süzülerek çıkan, sarı sarı saçları rüzgarda dalgalanan Emine kadraja girdi. Güneş, gözlerinin yeşilliklerini daha bir vurgulamak istercesine içine içine vuruyor gözbebeklerinin. Bense gaz içindeyim, birazdan gidip konusacağım, dökeceğim içimdekileri diye. Hem kendisi de onu kestiğimin farkında, utanılacak bir şey yok diye de düşünüyorum. Tam önüme doğru geldiğinde yüzünü bana çevirdi ve o güzelim dudaklarından bana doğru bir tebessüm süzüldü. Hayat tam o anda yavaşlatılmış çekimde akmaktaydı. Bana karşı gözlerinin içindeki parıltıyı görmüştüm bir kere . Daha ne olsundu.

Her zaman Holywood yapımı kolej filmlerine benzemezmiş hayat, an gelir rezilliğe dönermiş bilemedim. Emine’nin suratındaki ince tebessümün an be an nasıl kahkahaya döüştüğünü gözlerim dolu dolu dinledim(Evet dinledim). Kız tam önümden geçmekteyken bir anda arkadan saldırıp beni yere yatırmak ve suratındaki mutlu bir tebessümle “hahaha deccal naber lan.. haha bak seni yere yatırıyorum. Saçını da bozuyorum seni bahçenin (tam anlamıyla) orta yerinde de rezil ediyorum ”’a yakın sözlerini söyleyerek yaptığı şakaya maruz kalmaktayım.söylediklerini işitiyorum, göremiyorum çünkü o sıra 53 kiloluk bedenin üzerinde 85 kilosuyla küçük sevimli Nail var. hem de bahçenin ortasında bir erkekle üstüste yatmaktan zevk alan bir şaka anlayışıyla Nail var.

Aynı gün değil tabii ki ama haftasında gidip Emine’ye çıkma teklif ettim. O gün ben bahçe ortasında yerdeykenkine yakın bir gülüşle hayır dedi. Şaşırmadım. Sonra bi daha konuştum hayır dedi. Şaşırmadım. Araya arkadas soktum yine hayır dedi. Şaşırmadım. Bahçenin ortasında yattığım günü o da unutmamış. Oyle ki onun unutmaması bu olayın benim bugün bile aklımda olmama sebep oldu. Yarın da aklımda olcak, ertesi gün de, günler de, yıllar da. Bense ilerde olursa çocuklarımla oturacağım ve anlatacağım bu olayı. Hem de hiç utanmadan. “Ben seçemedim siz seçin arakadasınızı” diyeceğim. Hiç utanmayacağım, “Arkadasın ilişkideki yeri ve önemi çok önemlidir hele de başarısız olduysan” diyeceğim. Hiç utanmayacağım. Banane. Nail utansın. Kaybetti beni.

07 Ekim 2006

Hayatımı Kaydıran Sınavlar - Vol.2

Lise 3 Coğrafya son sınav:

Henüz 5 yaşında, “abicim şurada ne yazıyor bi okur musun?” gibi kibar sorularına abisi tarafından “yürü lan kendin oku. Senle mi uğraşcam ibiş” diyerek kendisinden daha kibar cevap bulan ve sırf bu kibarlık sebebiyle ezilmeye fazla dayanamayan ve kendi kendine okuma yazmayı öğrenen biri olarak hayatımın bir dönemini “zeki” yakıştırmaları altında geçirdim, ki takriben bu süreç ortaokulun ilk senesine kadar devam etmekte. Çalışmadan girilen tüm derslerden 5 almaktaydım.

Ortaokul yıllarında ise “zeki ama çalışmıyor” tanımlaması ile parlak yıllarıma dönüşüm beklenilmekteydi. Çünkü yine yaşımdan beklenmeyecek bir kafa mantığıyla “abicim 45 olsun benim olsun 2 neyime yetmiyor diyerekten sınavlara girer, zar zor başarılı olurdum. Annem halimi gördükçe üzülür dertlenirdi. Bense “Anne okul bu biter sen dert etme, okulda Gizem diye bi kız var hastayım ona” derdim.

Zar zor kurul kararıyla mezun olduğum ortaokuldan sonra sevmediğim ortam yüzünden liseye başka bir okula geçtim çünkü ailem başarısızlığımı buna bağlıyordu.

Lisede Ortaokula gore derslerimde hafif bir iyileşme olmuş, aile gaza gelmiş ama gazları kısa sürmüş, zeki ama çalışmıyor serzenişleri altında lise1 ve lise 2 de maluım başarısızlıkla devam etmişti. Lise son sınıfta, taktiri geçtim, teşekkür bile alamamış bir insan olacağım korkusuyla ders çalışmaya, enazından bu sene bir başarıya imza atmaya girişmiştim. Derlserde ciddi düzelme, öğremtnelrden olumlu tepkiler sözkonusudu. Fakat ne kadar çalışırsam çalışayım asla 100 alamamaktaydım.

Bu uzun girizgahtan sonra 100 almaya en yakın sınavıma geçelim. Coğrafyacı totalde 10 soru sorumuş herbirine 10 puan değer biçmişti. Ben 9 metin sorusuna adımdan bile daha fazla emin olarak cevap vermiş ama 1 sorunun cevabında takılıp kalmıştım. Öyle ki bu soru da test olarak sorulmuştu. B ve d şıkları arasında tereddütte kalmış ama b cevabında karar kılmıştım. Her ne kadar sınavı bitirmiş öğretmenin kağıtları toplamasını beklesem de b mi d mi tereddütüyle yerimde oturmaktayken bir anda sınınıfn sol tarafından kafama bir silgi isabet etti. Baktığımda sınıfın salağı Nail arkadasım suratında kendinden emin bir tebessümle kafasını aşağı yukarı sallayarak silgiye bak demekteydi. Silgiye baktığım anda tam da teredütte kaldığım soruyla igili olarak 8-d die bir uyarı yazısıyla karşılaştım. Aman bu naildir ne bilecek diyerek silgiyi geri fırlattım. Derken aynı silgi bir boomerang edasıyla hemencecik kafamın sağ tarafına geri döndü. Silgi aynı gidiş gelişi 1 kez daha yaptıktan sonra bu kadar eminse kesin doğrudur diyerek b yaptığım cevabı d olarak değiştirdim. 2 hafta sonra açıklanan sonuçlarda 90 aldığımı gördüm ki malum 10 paunlık hatanın ne olduğunu söylememe gerek yok ve benim yaşadığım hayalkırıklığının.

Işte bu sınavdır ki kendime olan tüm güvenimi yitirmemi, hiç bir zaman tam olarak başarılı bir öğrenci olmayacağımı, hayatımı hep vasat bir öğrenci olarak sürdüreceğimi düşündürtmüştür bana. İşte bu sebepten liseyi de hem teşekkür almadan hem de bir sınav kağıdını kusursuz şekilde veremeden bitirmemi sağlamıştır.

06 Ekim 2006

MS

Herkese selam,

Geçenlerde sağlık okur yazarlığı diye bir gazete küpürü okumuştum. Oradan yola çıkarak ve aslında sağlığına pek de değer vermeyen bir toplumun üyesi olarak ( istatistiklere göre 1 avrupalı senede ortalama13 kez doktora giderken 1 türk neredeyse 1 kere gidiyor) çoğumuz tarafından tam olarak bilinmeyen ms hastalığından bahsetmek istiyorum. İsmini ilk olarak yakın arkadaşım bu hastalığa yakalanınca öğrendim. Ve ne talihsizliktir ki arkadaşıma evlendikten sonra 2 ay içinde bu hastalık tanısı konulduğu için boşanmak ve hatta çocuğunu aldırmak durumunda kaldı.


MS Beyin ve omuriliğin (merkezi sinir sisteminin) bir hastalığıdır.MS beynin görme, konuşma, yürüme gibi fonksiyonlar üzerindeki kontrol kabiliyetini bozar. Beyni organla konuşturmayan hastalık olarak da bilinir.Ms daha çok gençler arasında görülen bir hastalıktır. Daha çok 20-40 yaş arasında görülür. Yani kişinin her açıdan en verimli olduğu dönemde.bu hastalığa neyin yol açtığı bilinmemektedir. Kalıtsal ya da bulaşıcı değildir. Kesin bir tedavi bulunamamıştır. Birde kimin ms e yakalanacağı belli değildir. Yani hepimiz risk altındayız.özellikle kadınlar. Çünkü kadınlarda erkeklerin neredeyse iki katı oranında görülüyor.

Belirtileri ise şöyledir: Göz bozukluğu: Çift görme veya gözün irade dışı hareketi • Vücudun herhangi bir bölgesinin kısmen veya tamamen felç olması • Ellerin Titremesi • Mesane ve kalın barsak kontrolunun kaybı • Sendelenme veya denge kaybı • Dilde peltekleşme gibi konuşma bozuklukları • Aşırı halsizlik veya kendini alışılmamış biçimde yorgun hissetme • Koordinasyon bozukluğu • Uyuşma veya karıncalanma hissi • Ayakların belirgin şekilde sürüklenmesi

Bu belirtiler varsa bir doktora görünmekte fayda vardır. Bir diğer husus da bu hastalığa yakalananlar malulen emekli olabiliyorlar.

Multipl Skleroz Derneği, İSTANBULBüyükdere Caddesi, Hukukçular Sitesi No: 24 Kat: 2 D: 21, 34387 Mecidiyeköy - İSTANBULTel:(0212) 275 22 96, 275 22 97

Daha fazla bilgi için:
http://www.dental.ufl.edu/Faculty/PBurtner/Disabilities/Turkish/phmscle_tk.htm

http://www.hastarehberi.com/topic.asp?TOPIC_ID=2207&FORUM_ID=24&CAT_ID=6&Topic_Title=MULT%DDPL+SKLEROZ+TEDAV%DDS%DDNDE+GEL%DD%DEMELER&Forum_Title=multiple+skleroz+%28+MS+%29+grubu

http://www.ntvmsnbc.com/news/211358.asp

http://www.turkiyemsdernegi.org/v2/anasayfa.asp

Hepinize sağlıklı günler dilerim. Unutmayalım ki
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

bir dönem bitiyor mu?

sevgili tahin pekmezci'ler. bu acı haberi sizlere vermeyi istemezdim ama ne yazıkki gerçekleri gizlemenin sadece kitleleri uyutmaktan başka bir işe yaramadığını hepimiz biliyoruz. çok önemli bir gelişme olmasa zaten sizlerin başını ağrıtmazdım ama mecbur kaldım. bir döneme damgasını vurmuş, iri cüssesiyle gönüllere taht kurmuş freko abimiz hakkında bilmenizi istediğim bir haberi, gözlerimden klavyeme akan yaşların kısa devre yaratıp vücuduma ceyran salması pahasına sizinle paylaşıyorum. metin olun:(

FLAŞ!!! FLAŞ!!! FLAŞ!!!
(abi burada daaan! diye bi efekt var gibi düşün)
işte şok görüntüler. ismini açıklayamayacağımız acar muhabirimiz sizler için çekti.

05 Ekim 2006

Türk eğitim öğretim sisteminde dayağın yeri ve önemi vol.1

Tam da neşeli karakterimi sırtlanıp eşsiz sırıtmamı yüzüme geçirerek, tahinpekmez ortamlarına akayım hacı diye düşünerekten açmıştım ki bilgisayarımı, çok yaşasın Deccal kişisinin ilk ve orta öğretim hayatının kanayan yarasına parmak basan yazısına denk geldim, tutamadım kendimi, saldırdım klavyeye..

Öylesine kanıksamışız ki bu "hoca dayağı" konseptini, ortaokul 1 örencisinin yüzünde patlayan tokat ilgimizi cezbetmez olmuş.. Bu durum, toplumca kafayı yediğimizin emaresi değildir de nedir?? Ben bunu sorgularım arkadaş!! Ben Alparslan'ın torunuyum!!

Burada böyle esip gürlediğime bakmayın, muhtemelen tahinpekmez müdavimleri içinde en çok "hoca dayağı" uygulamasına maruz kalan birey benim.. Ha tabii, şimdiki aklım olsa "hocaa!! indir o elini!!" diye Yusuf Miroğlu havalarında artislik yapardım.. Heyhaat, ebeveynleri tarafından "eti senin kemiği benim" denilerekten eğitim öğretim neferlerinin şefkatli kollarına teslim edilen sübyan nerden bilsin hakkını aramayı..

Olayın, velisinden öğrencisine, eğitimcisinden idarecisine, pek çok yönü var kanaatindeyim..

"Hocanın vurduğu yerde gül biter" öğretisiylen uyuşturulmuş beyinler, elbette ki bu rezil uygulamayı sorgulamayacak, bildiğini okumaya devam edecektir.. Zira "hoca" nedir? Kutsal bir kimsedir, bir harf öğretene kırk yıl köle olmak derecesinde bilgiye (güya) aç bir toplumun başının tacıdır, öyle değil mi?? Çok afedersiniz "NAH" öyle.. Hoca dediğin, senden benden tek farkı aldığı formasyon eğitimi olan kişidir.. Maalesef bilgi cehaleti almaklan beraber eşşekliğe karşı etkisiz kaldığı için, sinir hastası yine sinir hastası, psikopat yine psikopat.. Ancak velinin gözünde ululardan bir ulu, ne yaparsa doğruyu yapan bir üst insan.. Üstelik, açık bir iki yüzlülükle belirtildiği üzere köprüyü geçinceye kadar "dayı" demek durumunda olduğumuz bir kimse.. Velakin, bir nesil böyle pısırık, böyle içine kapanık yetiştirildi canlar!! İşte ben ki bu zavallı neslin önde giden, bayrak taşıyan cinsinden temsilcisi olarak, hep gıptayla baktım müdürün odasına hışımla dalıp "ben dövmüyorum kendi çocuğumu, siz kim oluyorsunuz!!" diye çıkışan veliye.. Maalesef bu kişi hiç bir zaman benim velim olmadı ama olsun, müdür beyin o iki büklüm "aman efendim, bi yanlış anlama olmuş" tavırları bir nebze hafifletti acımı..

Neyse, çok dertliyim, çok doluyum, bu mevzu hakkında sayfalarca yazabilirim ancak şu an Allah inandırsın kelimeleri falan sıraya koyamıyom, sinirlendim yine durduk yerde.. Yazının başlığına "vol.1" ibaresi koydum ben de, "bu şarkı burda bitmez" hesaabı.. Geri gelecem, kaldığım yerden devam edecem..

04 Ekim 2006

ditomito logo melodi hizmetleri..

cep telefonunun çıkması mertliği bozduğu gibi, hesabı kitabı da iyice karıştırdı ey tahinpekmez halkının insanları..

bu ayki fatura gelmiş, aldım açtım, dibine baktım, ağlaya ağlaya "tamam lan tamam bu ay da yatırıcaz" dedim, sonra incelemeye başladım fatura detayını.. öyle ya, bu devirde babana güvenmeyeceksin, bakacaksın dibine kadar.. numaralar ekseri aradığım insanlar, beleş dakikalar da çalışmış, eyvallah.. waptan eczane bakmışız falan, sanki elimizin altında hayvan databeyz yok, ama oluyo arada yolda misal, onlar da okey.. lakin bir enteresan kalem var ki, dikkatimi celbetti:

ditomito logo melodi!

yahu altalta topladım, vergisi falan hariç 12.85 ytl kitlemiş abiler böyle ditomito ayağına! derhal aradım 4440532'yi, "emret güzel abim" diye açtı müşteri hizmetleri, numara gözüküyo elemanlarda tabi, dedim "bırak ulan güzel abim ayaklarını, dibine kadar geçirmişsiniz!".. eleman afalladı, "estafurullah abi ne haddimize, bırak geçirmeyi üç beş aramayı da es geçtik, sana yanlış aklımızın ucundan geçmez" diye kekeledi, "madem geçirmiyonuz, ne bu ditomito, ne ayak, dalga mı geçiyonuz adam mı seçiyonuz?" diye tekrar gürledim.. eleman bunun üzerine, ağlamaklı bi ses tonuyla, "abi biz onlara hizmet verioz, valla bizim kabahatimiz değil, aha oranın müşteri hizmetleri numarası, aha bu da adresi.. emret gidelim dağıtalım mekanlarını" diye yalaklandıysa da, kendi işimi kendim gören bir adamım, çat diye kapattım suratına.. ayıp da oldu çocuğa, posttan sonra gönlünü alayım unutturmayın..

0 212 337 15 32 numerolu müşteri hattını aradım, "iyi günler burası ditomito, iptal işlemleri için bire, iptal işlemini telefonla yapmak istiyosanız ikiye, yetkiliye bağlanmak için üçe basın" diyen robot çıktı!

babacım, bir şirket direk "iptal işlemi için hedeyi tuşlayın" diyorsa ben bunda bit yeniği ararım.. hayatımda tek bir logo / melodi indirmiş insan değilim, üç beş bilgisayardan anlayan kimseyim, bağlarım usbsini bilmemnesini beleşe işimi görürüm, hatta bugüne kadar "pdudu yazın bilmemkaça yollayın tarkan - dudu polifonik melodisi cebinize gelsin" reklamlarına da götümle gülmüş kimseyim..

tabi ki üçe bastım, gene robot, "arkadaşım saat sekizde kapatıyoruz dükkanı, yarın ara bi şansını dene, büyük ihtimalle meşgule düşürücez babayı alacaksın" mealine gelen bir serenad çekti, ama yemez.. bana 12,85 geçiren adam kimbilir bizim komple şirkete neler geçiriyor.. yarın bütün hukuki nüfuzumuzla saldırıyı başlatıyorum..

bu postu okuyan herkesin detay faturalarını inceleyip, dito mito'ları bulmaları durumunda benimle aynı hareketi yapmalarını tavsiye ediyorum.. zaten dünyanın vergisini emiliyoruz, bir de araya bu keneler yapışıyor, sanki ağaçtan topluyorum ben 12,85'i! bu arada, dito italyancada parmak mealine geliyor, bilmem birşey ifade ediyor mu..

yanlış adama parmak attınız birader, büyük hata..

freko, bir adam vardıııı nevri dönen..

03 Ekim 2006

Hayatımı Kaydıran Sınavlar - Vol.1

Başta da görüldüğü üzre vol.1'le girdik olaya. her bölümde farklı bi sınavdan, farklı heyecanlardan, farklı streslerden ve herbirine günlerce, aylarca oturup çalışmak zorunda olmam sebebiyle sahip olduğum farklı çıbanlardan bahsedeceğim.

Ortaokul 1 Türkçe Sınavı: Tarihsel sıralamada hayatıma etki eden ilk önemli sınavdır. "e o zamanlar anadolu lisesi sınavları vardı!" diyeceksiniz ama o bile böyle derin izler bırakmamıştır bende.

ilkokuldan yeni mezun olmuş, her derse tek öğretmenin girdiği sıralardan kalkıp farklı derslere farklı öğretmenlerin girdiği derslere başlamıştım. Göztepe Ortaokulu'na yazılmıştık ilkokuldan sonra ve tabi akraba vastasıyla(o zamanlar da kayıt parasını gırla alıyorlar.). Arkadaslarına cabuk alışan ben öğretmenler konusunda da pek sıkıntı çekmemiştim. Sadece 1'i hariç. Adını şimdi bile sinirle andığım Türkçe öğretmeni doğru düzgün ders anlatmamakta, bunun dışında defter düzenine, kağıt düzenine önem vermekteydi. e ne olacak ki bunda? diyebilirsiniz ama bu verilen önem manyaklık sınırlarına ulaşmıştı. Tırnak işaretlerini, parantezleri, ıvır zıvır kırmızı kalemle yapmamız, farklı şeyleri farklı renkte kalemle çizmemiz gerekir, cümlenin başladığı bittiği nokta kağıtta bir o kadar önem arzederdi. Kağıttaki en ufak bir kayma bünyede daha ciddi kaymalara yol açardı.

O zamanlar da şimdikinden farklı olmayan bir fizyolojiye sahiptim. Hem zayıf bir bünyede hem de, afedersiniz, göt kadar bir boyda olduğumdan hep en ön sıraya oturtulurdum. Dersi dinlemek açısından avantajlı olan bu nokta dersi kaynatmak açısından ne kadar dezavantajlıysa aynı şekilde öğretmenin kapsama alanında olduğu için de bir o kadar da sakıncalıydı. İşte bu yüzden hep pür dikkat hocalarda olurdu gözüm. Her söyleneni anlamaya çalışırdım. Türkçe dersinde ise sayfa düzeni ıvır zıvır daha önemli olduğu, ders anlatılmadığı, hatta kompozisyonlar bile hocanın kendi kitabından kelime kelime yazıldığı için zamanımı dersle değil de daha farklı şeylerle geçirirdim. Anlatılanlar boş gelirdi cünkü. Devamlı yere silgi düşürmek suretiyle arka sıralarda oturan kızların bacaklarına bakmak daha cazipti.(Evet orta 1'de de sapıktım)


Ilk dönemin ortalarına tekabül etmekteydi ki bu dersten girdiğimiz ilk sınavdı. Yine en öndeki sırama kurulmuş sorularımı çözmekteydim. Tam 4. soruya geçmişken(evet o kadar da net hatırlıyorum) sağ cennahtan ne olduğunu anlayamadığım bir cisim hızla suratıma çarptı. Cismin ne olduğunu anlamaya ve kendime gelmeye çalışırken kafamı kaldırdığımda hocayla gözgöze geldim. Hoca bir anda sınıfa döndü ve ağızından şu sözler döküldü: şu adama bakın. parantezleri siyahla yapmış yazmış gidiyor!! . işte bu an benim dayak yediğimi idrak ettiğim ve yanağımın acıdığını anladığım an oldu. Işin daha acı kısmı ise bu tokatla birlikte arka sıralardan gelen silgi sesleriydi. Koskoca sınıf aynı şeyi yapmış parantezleri siyahla yapmış ama ben seçilmiş insan olduğum için tüm acıya katlanmış ve insanların parantezlerini kırmızı kalemle düzeltmelerini sağlayan şamaroğlanı olmuştum.

Işte bu sınavdan sonrasına rastlar ki seçilmiş insanlığım, yazım hatalarım yüzünden sınıf önünde dayak yemelerimle ve arka tarafımda hayatını sakince sürdürmekte olan sınıftan gelen silgi sesleriyle devam etti 2 sene boyunca. Bense küçücük bünyeme sığmayacak bir nefretle, hocanın resmine bakıp küfretmeden evden çıkamayan hasta psikolojimle ve 40 kişiyi öldürme planlarımla öğrenciliğime devam ettim.

herseye muktedir freko bizi mogwai'ye de gotursun bence


bence freko çok iyi bir insandır. yücedir ve uludur aynı zamanda. kendisini çekemeyenler vardır, hakkında addams family misali bişiler yazarlar çizerler falan.. ama o bunlara hiç aldırmaz, o derrece yüce bi insandır kendisi. boy pos ondadır, endam ondadır. her bişeycikler ondadır. ee madem bu kadar süpper bi şahıstır kendisi, ayağımıza kadar gelen mogwai'yi dinlemeye yeni meleğe götür bizi 28 ekim'de, niye götürmesin ki. bunu mu beceremicek ki kendisi. o herşeye muktedirdir, yapar. yapamazsa da zaten kendisi hakkında hain planlar yapabileceğimizi bilir, sakınır.
ne de güzel abimizsin sen bre freko!

Redd dinliyoruz, coşuyoruz olayı..

güzeller ötesi kitle,

cuma akşamı (06.10.2006) balans music hall denen ses düzeni ve havalandırması ve ambiyansı gayet takdire şayan olan mekanda Redd konseri var. kimdir redd?

yazmışız başka ortamda vakti zamanında 2. albümleri kirli suyunda parıltılar'ı dinleyip hastası olunca:

"30una yaklaşmış belki de biraz da gecmis şehirli kuşağın yaşanmışlıklarını, birikim ve beklentilerini tasvir eden muhteşem albüm. boş konuşmuyor, birşeyler söylüyor, yalnız değilmişim dedirtiyor. redd, 50/50 ile girişini yaptığı hikayesinde, kirli suyunda parıltılarla konuyu genişletiyor.."

acaip bir sesi var vokalistin. opera sanatçısıymış aslen. bir de PF coverlayacaklarmış.

balans nedir nerdedir:

http://www.balansmusichall.com/

redd kimdir nedir:

http://www.redd.com.tr

yaklaşık nası bi ballad söyler mesela bu adamlar:

http://www.youtube.com/watch?v=Ko53OUxPrms

hadiyin toplanak ta gidek der küçüklerin gözlerinden büyüklerin ellerinden öper, çıtıpıtı hanımlarımızın ellerinin üst kısmına nazikçe buse kondururum..

caravan'ı da yıkın allahsızlar!


bir devir kapandı geçenlerde baba erenler.. yılların kemancı'sı, birkaç yıl önce "üç beş kira gelsin" zihniyetiyle bünyeye aldığı riddim adlı r&b virüsüne eli verdi kolu ve kalan cümle organı kaptırdı, an itibariyle yerinde bir zenci abidesi yükselmekte..

sanırsın memleket east coast / west coast olmuş, hergün bu kara derililere yeni bir mekan açar olmuşuz milletçek.. arkadaşım biz bu vatandaşları çok çok arap bacı rolünde tevfik gelenbe olarak bildik, kemal sunal filmlerinde arap kadri olarak gördük, üç beş de liglerimizde top koştururlar.. buranın yerlisi değildirler, vaktiyle sömürgemiz olup da esas toprağa esir olarak getirilmemişlerdir, çok çok lazız, kürdüz, çerkeziz, boşnağız ama kesinlikle zenci değiliz be! o bütün turancı arkadaşlar bile kızılderilileri dahi türk ilan ettiler de, zenciler hakkında saçmalayana henüz rastgelmedim.. o halde nedir bu zenci müziği aşkı? cezayı falan hiç dile getirmeyeyim burda, bambaşka bir garabettir..

şimdiden belirteyim, blues olsun, jazz olsun, reggae olsun sevdiğim şeylerdir, lakin bu r&b adı altında eski beyaz müziklerini kanırtalım bok edelim bırakalım anlayışına seyirci kalan müzik endüstrisine tüküreyim.. adamları yıllar yılı ezdiniz diye özrünüzü böyle mi diliyorsunuz nedir? en son şahadet ettiğim bir olayı aktarayım, gene bir şopar ablamız bu sefer çökmüş, aaa yiii efektleriyle "eye of the tiger" katlediyordu geçen cumartesi radyoda, o an allah canını alsın istedim komple o eserde emeği geçenlerin.. bu hadiseye ilk weyklif ciin deyu bi ibiş başladıydı, hem de en tepeden, wish you were here'ı aaa yiii diye katlettiydi, sıkıyosa gelsin memlekete, havaalanında kova içinde gürgenle karşılamayan freko şerefsizdir..

ha, bana mı kaldı kemancı'ya sahip çıkmak? eh, eski camlar bardak olduysa, meydan frekoya kalmıştır dostlar.. vaktiyle antrax dinleyip yor antisoşıııl diye höyküren nice can cezaya methiye düzer oldu, etekle gezer oldu, bu yüzden de iş başa düşer oldu.. yaga'nın yerine yeni kemancı yapılıyomuş, iyi madem sultanahmet çeşmesini de kaldırıp yerine aç kapa artema koyalım -fark benzetmesini de buradan ittirmeyi bir görev bilirim-, gidelim o tarihi çeşmeyi başka yere dikelim, oldu mu? olmadı tabi..

estergon kalesi gibiydi kemancı, gidilmese de görülmese de bin yıllık anıların eviydi, şimdi zenci meraklısı hatunların kıç sallayacağı bir mekan olarak yeni nesillerle kucaklaşacak..

gelmeyelim kucağa, değerlerimize sahip çıkalım, kime diyorum..

freko, müzikseverin dostu, aa yeecinin düşmanı

02 Ekim 2006

tahinpekmez profilleri 6 - elinherifi (what a fantastic shave - bilen bilir edition)

bugün de, gecikmiş bir tahinpekmez profili ile karşınızdayız canlar.. güzide mekanımızın ilk gününden beri destekçisi, takipçisi, dizaynırı, kontribütör ve komentatörü, gözalan kafasıyla kimi bulgar menşeli ibişlerin hak ile yeksan ettiği "benzini shellden akılı kelden" öğretisinin son ve gerçek koruyucusu, namı ile maaruf elinherifi kardeşimiz satırlarımıza şeref veriyor..

kendisi olmasaydı, sanıyorum ben çoktan pes ederdim de, frekonuz hayatında ilk defa söylediği birşeyi yapamamış olarak tarihinde kara bir noktayla fade out olurdu ortamlardan.. ne zaman çaresizliğe kapılsam, "yok anasını satiyim yazdıramıyoz millete, illa iblis mi kabul etmemiz lazım" diye düşünsem, siteyi açar açmaz bir postunu görmüşümdür, eksiksiz bir şekilde hem de.. kah benim gibi eski yazılarını buraya -başka bir yere götürmemek üzere- gömdü, kah yenilerini yazdı, o yazdıkça bizim yazasımız geldi, ekseriyetle birlikte coştuk komentlerde..

bu kadar yağlamadan sonra, gerçeklere gelmek isterim a dostlar..
yazılarını ya da yapılan komentleri takip edenler yadırgamayacaktır, hatta bu postun ilk paragrafında da dile getirilmiştir ki, bu güzel insan o fıldır fıldır çalışan beynini sıcak yaz günlerinde güneşten, kışın ayazında yağmurdan çamurdan koruyacak doğal maki örtüsünden yoksun, bildiğin sıfır numero kel yerli pier luigi collina modeli -kaşlısı tabi- bir kardeşimizdir.. ve fakat bizzat kendisinin, büyük bir gafletle tarafıma yollamış olduğu şu resme bakın hele:

işte dostlar.. elinherifi kardeşimiz bu dünyaya neredeyse zencilere özgü bir saç kütlesiyle gelmiş ve ileri yıllarda kendisinin funk sanatçısı, ne bileyim heavy metal bateristi olması beklenirken, küçük yaşta başa gelen elim bir hadise sonucu saçlar yavaş yavaş terketmiş, nihayetinde sanki o kafada sanki hiç bitmemişcesine bir izlenim bırakırcasına, nice yastık yüzlerinde, koltuk kafalıklarında bir hoş sada olmuşlardır..

elim hadise dedik, açıklayalım: resimde görülen ikinci kişi, rahmetli öztürk serengil olup, o sıralar henüz elinveledi ebatlarındaki kardeşimize, yaygın tabiriyle "el vermektedir".. bu el verme vakası tabi ki kendisinin bugünkü mahlasının oluşmasına, sanatına çok büyük katkılar yapmıştır, lakin öztürk babanın en önemli lügatından "kelajjjjjjj" kendisiyle yaşamıştır, yaşamaya devam etmektedir..

kendisine "yeşşeeee el'inherifi" diyor, uzun ömürler diliyoruz, rabbim etrafımızdan eksik etmeye:)

Sıkıntılar katmer katmer...

Yaa ilginç bir haftasonu geçirdim. Hani bazen olur ya böyle içiniz içinize sığmaz şöyle bir çıkayım dünya göreyim diye , beni mutlu eden mekanları dolaştım. Diyeceksiniz ki mutlu eden mekan mı olur ? "Hangi sokak seni güldürüyor eyy Kutur ?" aslında sokaklar , eski mahallem , eminönü falan böyle geniş bir yelpazeyi dolaştım ve dolaşırkende oralardan geçerken hani uğramamak ayıp olur diyerekten eşi dostu telefon ile aradım , saat uyanılabilecek ileri bir öğlen saati olduğundan açıkçası rahatsız eder miyim diye düşünmeden bastım yes tuşuna...

Genel olarak çokça çalan telefonlar ve akabinde bir bayanın sesi ile gelen ulaşılamıyor mesajı ile karşılaşınca tuhaf oldum acaba ben mi bişeyleri atladım ??

Üstelik hani günboyu mail attığım , ara ara msnde hal hatır sorduğum , veyahut belli zamanlarda buluştuğumuzda görüştüğüm insanlardı bunlar , tutupta ilkokul 4 ten beri görmediğim Mustafa ya gitmedim...

Kalabalıklar arasında tek başına ve yalnızlık hissiyatı ile trenler , vapurlar , otobüsler kat ettim ve tatsız oldum. Bunun sebebi ne olsa gerekti ??

Çok güzel bir comminty üyeliğine sahip , çok özel dostluklara sahip olduğumu düşünürken ellerim cebimde gezdiğimi fark ettim...

"Yapılacak , kesin yapılacak hoca" denen bir etkinlikler dizisi hareketsiz durmakta , keza eğlence mekanlarına gidilmekte ama dahi şu çocuğuda çağıralım denmemekte...

Hadi çağrılmayı bıraktım , hal hatır soranlarda bir elin parmaklarına düştü (aramızda çok parmaklı arkadaşlar var tabii.)

Yalnızken can sıkıntısı benim derdim budur...