21 Eylül 2015

floransa seyahati..

selam,

bu seyahatin iki türlü olayı var: birincisi, yıllar sonra ilk defa tek başıma italya'ya, hatta floransa'ya gidiyor olmam; ama asıl olay ve bu seyahatin sebebi olarak ikinci defa david gilmour konseri..

aylar önce bir şekilde aldığım bilet, konser tarihinin vizemin bitiş tarihinden bir gün öncesine isabet etmesi falan, bunlar hep konserin son parçası comfortably numb'da dave'in ardında açılacak olan boyut kapısından yürüyüp gideceğimin bir habercisi, orası kesin; fakat ben olayı biraz daha dramatize etmek istiyorum lan!

bir feysbuk statüsünde de belirttiğim üzere, walkman'in uzaydan geldiğine inanılan bir devirden 29 yıl sonra uçakta ipad ile yazıyorum bunları.. o günden bugüne sadece kasetten alac formatına geçilmekle kalmamış, vücut gidişten 35 dönüşten 48 kilo sonrasına varmış, boyda önemli bir değişiklik görülmemekte, işlevdeyse nahoş sıkıntılar mevcudiyetini sürdürmekte.. 8 diş, 30 santim aort ve bir kalp kapakçığı eksik dönüyorum floransa'ya.. yaprağı çevrilmemiş bir ssk karnesinden raporlu ilaçlara geçilmiş, olası uzun soluklu yürüyüşler için katlanır baston da valize iliştirilmiş vaziyette.. belki aslında tüm öncekileri önceki hayata gömüp buna ilk sefer de diyebilirim zira ilk dave konserinin üzerinden de 9 buçuk yıl geçmiş.. ilk konserden binbeşyüz kişi fazla ve ikibin kişi eksik neticede elde kalan kral devre elli altmış hakiki dost için yazıyorum bunları..

vallahi de şu an tüylerim diken diken oldu.. mfö'nün uç oldum'u başladı ve ben 16 yaşımda roma'ya inmek üzere olan airbus'a dönüverdim. uçakta müzik örtmenim elizabetta di stefano ve fantezi kraliçem banu alkan da vardı tanıdıklardan.. sanki banu alkan'a bagaj beklerken merhaba demem ve “aa ben sizi italyan sanmıştım” diyerek sırnaşması ve o sırada kiralık araba işini halletmeye çalışan rahmetli dostuna çaktırmadan telefonunu bana ezberletmesi dönüşte aramamı istemesi falan.. vallahi yalan değil bunlar, hepsi oldu:)

tam varıyorum ki hedefe bir yenisi başlıyor, bu oyun hep aynı, değişmiyor; hala feryat hala figan, hem de bile bile..

ilaç gibi geldi mfö - no problem kasedi, pardon, albümü diyelim ama elle tutulur formatta olmadığı için ne diyebileceğimi tam olarak da bilmiyorum aslında, olsun böyle de iyi..

bir evlilik ve bir boşanma fazla dönüyorum hem floransa'ya, hem de gilmour'a, daha önce pırıl pırıldım halbuse, hey gidi günler hey.. tüm bunları -her zaman olduğu gibi- neden yazdığımı tam olarak bilmiyorum ama bazen böyle çiş gibi geliyor işte..

bu seyahatte ferhan Şensoy ve gençlik yılları da bana eşlik ediyor bu sefer.. daha önce gittiğimde de tanışıyorduk ama haşırneşirliğimiz bu seviyelere varmamıştı, çok çok şahları da vuruyorlardı ya da ca cüppap cüppap cüpap caa cüppaplaşıyorduk kendisiyle.. uçaktan inip diğer uçağa binip de tekrar inesiye arada bir palet nutella bready gördüm ve bir avustralyalı dayı ile muhabbetimiz oldu, zira banu alkan nicedir ortalarda yoktu ve olsa da 29 yıl önce bir türlü ulaşamadığım kadına artık ne radde ulaşasım kalmıştı, kendime olan son saygımı kaybetmemek için test edemediğim iyi oldu bunu..

uçak sonrası binilen kısa otobüs yolculuğu ile gelinen şehir yıllar öncesinde bıraktığım şehirle %95 aynı.. bir iki dükkan şekil değiştirmiş, o kadar.. oteli, duomo’yu, ponte vecchio’yu, palazzo pitti’yi, piazza signoria’yı bıraktığım yerlerde buluyorum gece vakti.. bir hüzün çöküyor zira, ayaklarım o ayaklarım değil, ağrıyor, hüzün yerini yorgunluğa, yorgunluk ağırlığa bırakıyor, iki selfi sonrası farkediyorum 29 yıl öncesinden bu abidelerin civarında pek bir fotoğrafım olmadığını; demek ki o vakitler böyle meraklı değilmişim tarihe, daha sonra birden bire, büyük ihtimalle turizme girişmemle gelişmiş oralarım.. varsın olmasın, artık var o pozlar! ve tabi bir de anında oraya buraya yükleme derdimiz var artık! wifi ara, bulamazsan dolaşım verilerinden ye, ama o fotoğraflar derhal yüklenecek! cep telefonlarımız fotoğraf çekemezken, hatta ceplerimizde telefon yokken, ama iyi, ama dandik ama alayı analog, yani filme çeken fotoğraf makinalarımızla deklanşöre basma sıklığımızın bu kadar seri olmadığı, her bir kareyi çekmeden önce ışığı kadrajı tutturabilmek için yırtındığımız zamanlarda çektik en güzel fotoğraflarımızı, ve o seyahatlerin çok sonrasında tab ettirdik de belki aralarından ancak bazı kareleri çok sınırlı bir kitleye gösterebildik.. o yüzden o günler hala değerli zihnimizde, herşey az, herşey kısıtlı.. pahalı olduğu için değil, sadece olmadığı için değerli herşey, hey gidi.. nerde çokluk orada bokluk diye boşuna söylememiş atalar.

devrisi gün uyanıp kahvaltı salonumsusunun penceresinden duomo’nun kubbesini görende, aha diyorum bir üçkağıt yapayım da bu benim odamın manzarası olsun feysbuk insanları öyle bilsin, nedense? kahvaltı salonumsusunda kahvaltımsımı yaptıktan sonra öncelikle bileti bastırabileceğim yer aranıyorum. öyle ya, biletix’ten bilet alınca gidip bir satış noktasından bastırıyoruz; maalesef italya belediye otobüsü biletlerinde akbil ya da bizim istanbulkartvari bir sisteme geçememiş ve yıllar öncesinde bıraktığım karton bilete zaman damgası vurdurma sistemini henüz yenileyememekle kalmamış, adamların özel sektörü de benzeri acz içinde; biletlerin ancak ve ancak konser mekanından teslim alınabileceği muştulanıyor bir zamanların –bana göre- devasa müzik dükkanında.. onu görmezden evvel sadece tınaztepe pasajının altındaki piccatura’yı görebilmiş birisi için devasaydı oradaki içerik, ama şimdi en dandik en tırt semtteki d&r dükkanı bile bu arkadaşlara beş basıyor memleketimde..

bir acayip dolu tren garına giden yeraltı geçidinde bu ve benzeri düşünceler içinde gezerken %5’lik farkın bir kısmının müsebbibi yeraltı geçidinin yanına eklenen ek galeriyi görüyorum. eski geçide oranla bomboş, nedense insanlar orayı pek tercih etmemiş, daha kazık gibi duruyor dükkanlar belki ondandır.. tren garında sosislisini pek sevdiğim mekanı arayan gözlerim ol mekan yerinde mc donalds ile karşılaşıp hüzünleniyor.. tornistan duomo’ya yönlendiriyorum kendimi, ve vardığımda bir tokat daha! meğer belli başlı katedrallere girişi de paralı yapmış aç italyan milleti! 21. yüzyılda herhangi bir turistik ziyaretim olmadığından kelli, bunun farkına 13 sene kadar geç varıyorum zira arkadaşlar 2002’den beri 5 euro ayakbastı parası alır olmuşlar duomo’ya, santa croce’ye, santa maria novella’ya.. uzun yıllardır gitmediğim camilere bu gitmeyiş vesilesiyle verilememiş cuma çıkışı bağışlarını düşünüyorum, ağırıma gidiyor elin gavuruna 5 euro vermek. zira bu paralar doğrudan vatikan’a gidecek, ve ben bunca günahıma ilave bir de elin gavurunun dininin yayılmasına yardım ve yataklık etmekten de bir kamyon dayak yiyeceğim öte tarafta.. beleşken gördüklerime sayıyorum zira hiç gitmediysem 20 kere gitmişim herbirine, dışında oturup yeni selfiler vidyolar çekiyorum kendim kendime ve konser arkadaşım mert arıyor abi neredesin diye, kalan adımları beraber sarfediyoruz santa croce’ye, oradan piazzale michelangelo’ya, yediğimiz yağmur kesmiyor bir de ponte vecchio üzerinden piazza repubblica’ya, orada yenilen öğle yemeği ardından yağmurun yaralarını sarmak üzere otele ışınlanıyorum ama ışık hızı ile değil bu ışınlanma, malesef..

iki saatlik kestirme sonrası konser kankam ve abisi ile tekrar buluşup bir iki dolanıyoruz ama elemanların toplam yaşı benim yaşımdan az ve ben onların çeyrek enerjisine sahip olsam daha iki tur dünyayı dolaşırım belki ama maalesef hücrelerim bile yaşlanmış artık, ve ayaklarım o eski ayaklarım değil çok ağrıyorlar, izin isteyip otele kaçıyorum, ağrılar içinde uyumaya çalışıyorum, nice sonra becerebiliyorum bunu..

ikinci gün yine kahvaltımsımı edip kendimi sokağa atıyorum ve bu sefer amacım galleria dell’accademia’ya girebilmek.. zor bir iş, randevu falan yaptırmak gerekiyor, ama benim yapacak başka işim ya da görecek başka müzem olmadığı için bir buçuk saatlik sırayı iki arjantinli abla ile muhabbet ede ede yiyorum ve içeri girende unutuveriyorum ablaları, zira 29 yıl önce yapmadığım en önemli işlerden biri de bu müzeyi ziyaret etmemek olduğunu hatırlıyorum.. michelangelo’nun davut’u, akşam göreceğim pink floyd’un davut’una nazire yaparcasına olanca haşmetiyle duruyor karşımda..

kısa bir öğle dinlenmesi ve öğle yemeği sonrası konser kankası ile öğleden sonra buluşması yapıyoruz ve konser alanına doğru otobüsümüze biniyoruz.. belediye otobüsleri neredeyse tekmil edirnekapı tuzla içeriğinde, ve insanlar da bir türlü arkaya yürümüyor. garbın medeniyeti bu noktada kendini gösteriyor ve şoför arkaya ilerlemeyen yolculara tek bir söz bile sarfetmiyor ve hatta hiç oralı değil.. biz de oralı olmadığımız ve otobüs içre yolcuların yarıdan fazlası pink floyd ve türevi tişörtlere sahip olduğu için sıkışıklık filan pek germiyor kimseyi ve kısa bir süre sonra mekana varıyoruz.. biletleri teslim alma sırasında mısırlı bir eleman ile hasbihal ediyoruz hatta kendisi hatırı sayılır derecede türkçe biliyor, bir dönem buralarda manitası olmuş falan, uzun süreler kalmış istanbul’da.. biletleri teslim aldıktan sonra mısırlı eleman kayboluyor ve biz görevlilere içeri nasıl girebileceğimizi soruyoruz ve bize bir sonsuz kuyruk gösteriliyor iken, daha o kuyruğun başlarından tanıdık bir eleman el sallıyor bize: mısırlı kanka meğer bir başka mısırlı kankasını önceden o sıraya sokmuş da kendisi gitmiş biletleri teslim almış, biz de ümmetçilik torpiliyle sıranın başlarına oerlikon marka elektrodla kaynaklanıyoruz vesselam!

sonrası mı? sonrası mı var artık?! İçeri girdik ve orada bir konser oldu, onun içeriğini bir başka yazıda açmam gerekiyor çünkü bu zaten şimdiden on tercüme sayfası oldu bile! sadece şunu söyleyeyim: artık sorrow’u babadan canlı canlı dinlemiş bir insanım, öyle herkesle kolay kolay muhatap olabilemem gayrı..

konser sonrası otobüs duraklarındaki mahşeri kalabalığı görünce şehre kadar tabanvay gitmeye karar veriyoruz. üç kilometre yolu üç solukta yürüyoruz, bunun içinde mardinli bir elemandan bira alıp bir meydanımsıda içmek, birayı içerken bir sümüklü böceğin ayağıma tırmanma gayreti ve bunu bilek üstü seviyeye kadar gerçekleştirmesi ve dahi yıllar önce gittiğim space disco’nun sokağına kazara girdiğimde allahın salı gecesinin sıfır ikisinde o sokakta görmeye alıştığım nitelikte iki adet svarovski kristal billurluğunda ablanın yanımdan gelip geçmesi dahil.. 29 yıl önce olsa gecenin o saatinde ben bir icat bulur ne yapar eder o ablalarla en azından sohbet ederdim, 29 yıl sonra rahmetli asit orhan’ın gemiler klibi gibi oluyor ortalık, herşey yanımdan gelip geçiyor sadece, olmayan saçlarımı yolmam an meselesi..

ağrıdan zonklayan tabanlarıma bir kez daha gün doğuyor, zira perdeler açık ise gün doğar doğmaz odada arkadaşım oluyor, öylesi bir ufka bakıyor odam ama o ufukta fotoğraflanası pek bir detay bulunmamakta, tarihi merkeze götümü dönmüşüm, kıbleyle dikey açıdayım gayri ihtiyari.. duş ve bavul toplayış sonrası son kahvaltımsı ve ardından oda ücretini kredi kartıma üç taksit yaparaktan ayrılıyorum yarısı binanın üçüncü, yarısı beşinci katında olan, aradaki dördüncü katta bambaşka bir otelin varlığından zerre rahatsızlık duymayan otelimsimden.. yine de temizdi oda, her gün çarşafları havluları değişti, odanın içinde banyosu tuvaleti vardı, varsın yatağı benim kalıptan az ufak olsun.. 29 yıl önce olsa bu bir sıkıntı olabilirdi çünkü ziyaretçisi sık olurdu odanın, mamafih artık sadece ben ve kendim yatıyorduk yatakta sarmaşdolaş..

noooo pıroblem, aslında nooooo no problem..

san lorenzo çarşısından son hediyelikleri kapıp tren istasyonundaki kitapçıya son bir göz gezdirme ve ardından havaalanına gitmek için 6 euro isteyen saygıdeğer volanbus servisine dikey geçiş.. gece vakti geldiğim için göremediğim şehrin banliyölerinde 29 yıl önceki rengi yakalayamıyorum ve bu canımı sıkıyor.. çatlak patlak birbirinin benzeri ve az önce merkezinden ayrıldığım rönesansın beşiğinden zerre nasibini almamış, bildiğin ağlayan binalar, aralarda varla yok arası kapalı nice dükkan silsileleri, ve dahi evsizler için barınaklar ve aşevleri ve bunların civarında kaldırımlarda oturan nice beyaz, kahverengi ve kara derili insanlar.. yüzlerinde hep aynı yorgun, pişman ve ümitsiz ifade.. işte bu son kısmı görmeyeydim iyiydi be firenze, merkezinle banliyönle ne güzel bir şehrimizdin sen seksenlerde..
işte böyle sevgili tahinpekmez orege.. bir kez daha eski bir güzel anıya yaklaştıktan sonra yaşanan acı ile bu satırları yazmaktayım. çok şükür ki bu anı tekrarı içinde bir david gilmour konseri barındırmakta.. bundan sonra iş seyahatleri hariç, benim için yeni olmayan bir beldeye seyahat etmeme kararı aldım. eskinin izini taşıyan şeylerle uzun zaman sonra tekrar karşılaştırmak ilk başta çok güzel gelse de, kremasına samandağı biberi boca edilmiş alman pastası gibi, önden tatlı geliyor ama hemen ardından yakıyor; ve bu yoğun yanma yüzünden hiçbir lezzet alamıyor insan..

ama sorrow izledim, baba karşımda bizzat çaldı, canlı canlı.. her gün floransa’da çalacağım desin, her gün floransa’ya giderim, o ayrı, apayrı :)


freko, vakanüvis floydian..